GIYÂR
الغيار
İslâm ülkelerinde yaşayan gayri müslimlerin taşımaya mecbur oldukları, Müslümanlarca kâfirlik alâmeti kabul edilen kıyafet.
Sözlükte “ayrılma, muhalefet etme” anlamına gelen gıyâr kelimesi terim olarak “kâfirleri müslümanlardan ayıran alâmet” demektir. İslâm ülkelerinde gayri müslimler (zimmîler), ilk bakışta tanınmaları ve müslümanlardan ayırt edilmeleri için, Hz. Ömer devrinden itibaren farklı bir kıyafet taşımaya mecbur tutulmuş, bu mecburiyet Emevîler döneminde Ömer b. Abdülazîz’in, Abbâsîler döneminde Hârûnürreşîd’in yanı sıra diğer bazı halifelerin emriyle dinî ve hukukî bir mahiyet kazanmış, aynı uygulama Osmanlı Devleti’nde de sürmüştür. Başlangıçta, giyilen elbisenin omuz kısmına dikilen farklı renkteki bir kumaş parçası veya kurdelenin adı olan gıyârın kapsamı zamanla genişlemiş; yahudi, hıristiyan ve Mecûsîler’in kullandıkları zünnâr, şapka, kemer, şal, sarık gibi kıyafetlerden hamamda sarınacak esvaba kadar hemen hemen bütün kıyafetleri, hatta bazı âdetleri bile içine almıştır. Kaynakların belirttiğine göre Kûfe’de hıristiyan iken müslüman olan bir kadın, tekrar Hıristiyanlığa dönmesi için kocasının kendisine baskı yapması üzerine Vali Hâlid b. Arfata’ya şikâyette bulunmuş, Hâlid b. Arfata onları ayırınca konu Hz. Ömer’e intikal etmiş ve bu olaydan sonra valilere gönderilen bir emirle bundan böyle gayri müslimlerin müslümanlara ait kıyafetleri giymesi yasaklanmıştır (İbn Kayyım el-Cevziyye, I, 236). Hz. Peygamber’in ve ileri gelen müslümanların kıyafetlerini sadece onlara uyanların giyebilecekleri belirtilerek kâfirlerin kıyafetleri müslümanlarınkinden ayırt edilmiştir. Her ne kadar Leone Caetani ve Arthur Stanley Tritton gibi şarkiyatçılar, müslümanlarla kâfirlerin kıyafetlerinin ayrılmasına ilişkin düzenlemelerin Ömer b. Abdülazîz döneminde gerçekleştirildiğini ileri sürmüşlerse de kaynaklar bunun daha erken bir zamanda başladığını göstermektedir. Tâbiînden itibaren İslâm âlimlerinin kâfirlere ait kıyafetleri küfür alâmeti olarak kabul etmeye başladıkları bilinmektedir. Tesbit edilebildiğine göre ilk defa Ebû Hanîfe insanların, kalplerindeki inançlarını dilleriyle ifade etmelerinden ve yaptıkları ibadet şekillerinden başka kıyafetlerine göre mümin veya kâfir diye nitelendirilebileceğine hükmetmiştir (el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, s. 24). İmam Mâlik de gayri müslimlere ait kıyafetleri taşıyanları tenkit etmiş ve onları kâfirlere benzetmiştir (İbn Kayyım el-Cevziyye, II, 754). Kelâm ilminin teşekkül etmesinden sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarının büyük çoğunluğu, imanı dinden olduğu kesinlikle bilinen temel ilkeleri (zarûrât-ı dîniyye) kalben tasdik etmekten ibaret saymakla birlikte, İslâm ülkesinde kâfirlerin alâmeti sayılan kıyafetleri herhangi bir zorlama olmaksızın giyenlere kâfir muamelesi yapılması ve kalplerinde iman olsa bile zâhiren kâfir sayılmaları gerektiği görüşündedir (Bağdâdî, s. 266; Teftâzânî, V, 225).
II. (VIII.) yüzyıldan itibaren İslâm âlimleri ölümle veya el, ayak vb. organların kesilmesiyle tehdit edilmek, soğuk ve sıcaktan korunmak, savaş sırasında düşmana karşı taktik uygulamak gibi bazı sebeplerin dışında küfür alâmeti sayılan kıyafetleri isteyerek giymenin dinen câiz olmadığı ve bu kıyafetleri taşıyanlara kâfir muamelesi yapılması gerektiği hususunda icmâ etmekle beraber söz konusu kıyafetleri giyenlerin Allah nezdindeki durumu hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Çoğunluk, müslümanlarca küfrün alâmet-i fârikası kabul edilen kıyafetleri kâfirlere özenerek giyenlerin kâfir olacağı görüşünü benimsemiştir. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere Abdülkāhir el-Bağdâdî, Cürcânî ve daha başkalarının dahil olduğu bir grup âlim ise kalbinde iman bulundukça ve kâfirlerin dinlerine saygı göstermek maksadı taşımadıkça bu kıyafetleri giyenlerin Allah nezdinde kâfir olmayacakları görüşünü savunmuştur ki bu ikinci görüş hem imanın tarifine hem de İslâm dininde mevcut müsamaha telakkisine daha uygun görünmektedir. Zira Kur’an ve Sünnette, kâfirlerin alâmeti sayılabilecek kıyafetlerle bunları giyenlerin dinî durumuna ilişkin açık bir hüküm yoktur. Gerçi birinci görüşü savunanların da belirttiği gibi genel anlamda yahudi, hıristiyan vb. kâfirlerin arzularına uymayı yasaklayan ve onların yolunu terketmeyi emreden âyetlerle (el-Bakara 2/120, 145; er-Ra’d 13/36, 37), Asr-ı saâdetteki gayri müslimlerin giydikleri sarı veya kırmızı boyalı elbiseleri müslümanların giymemeleri gerektiğini (Müsned, II, 162, 207; Müslim, “Libâs”, 27) ve zayıf bir rivayet olmakla birlikte şeklen bir topluluğa benzeyenin o topluluktan sayılacağını (Aclûnî, II, 332) bildiren hadisleri dikkate alarak kâfirlere ait kıyafetleri müslümanların giymesi halinde imanın ve dolayısıyla İslâmî hayatın zedeleneceğini, zamanla bir kültür yozlaşmasının ötesinde daha zararlı sonuçların ortaya çıkacağını söylemek mümkündür. Bununla birlikte Kur’an ve Sünnet’te belirtilen örtünmeye dair hükümler istisna edilecek olursa kıyafetlerin daha çok fizik çevreye, içtimaî, siyasî ve kültürel anlayışlara bağlı olarak teşekkül ettiği ve çeşitli medeniyetlerin damgasını taşıdığı gerçeğini hesaba katıp mümin veya kâfir olmanın dış görünüşten ziyade İslâm dininin temel ilkelerini yürekten benimsemekle ilgili bir mesele olduğunu kabul etmek daha uygun görünmektedir (ayrıca bk. KIYAFET).
BİBLİYOGRAFYA:
Müsned, II, 162, 207; Müslim, “Libâs”, 27; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 5; Ebû Hanîfe, el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, İmâm-ı Azamın Beş Eseri içinde), İstanbul 1981, s. 24; Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, Kahire 1352, s. 117-118; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 230; Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, s. 266; İbn Teymiyye, İķtizâǿü’ś-śırâŧi’l-müstaķîm, Cidde, ts. (Mektebetü’l-Medenî), s. 15, 118-121; İbn Kayyim el-Cevziyye, Aĥkâmü ehli’ź- źimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Beyrut 1983, I,” 236; II, 738, 745, 754-755, 763-764; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 225; Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, II, 457; Ali el-Kārî, Şerĥu’l-Fıķhil-ekber, Kahire 1375/1955, s. 185; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, Haleb, ts., II, 332; İskilipli Mehmed Âtıf, Frenk Mukallidliği ve Şapka, İstanbul 1340, s. 4, 22-27; Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 169; Habîb Zeyyât, “Simâtü’n-naśârâ ve’l-yehûd fil-İslâm”, el-Meşrıķ, XLIII, Kahire 1949, s. 225-247; “Gıyâr”, İA, IV, 781; A. S. Tritton, “Zünnâr”, a.e., XIII, 654-655; M. Perlmann, “Җћiyār”, El2 (İng.), II, 1075.
Ahmet Saim Kılavuz