GAZAP

الغضب

Allah’a nisbet edilen haberî sıfatlardan biri.

Sözlükte “öfkelenmek, kızmak” anlamında masdar ve “öfke, kızgınlık” anlamında isim olarak yer alan gazab (gadab) kelimesi Kur’ân’da türevleriyle birlikte yirmi dört âyette geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâki, el-MuǾcem, “ġđb” md.). Bunların on dokuzunda Allah’a, diğerlerinde kula nisbet edilmiştir. Râgıb el-İsfahânî, Allah’a gazap nisbet edilmesini başkası adına intikam alması, yani kullar arasındaki haksızlıklardan ötürü suçluyu cezalandırması şeklinde yorumlamıştır (el-Müfredât, “ġđb” md.). Ebü’l-Bekâ ise mutlak olarak gazaba, “gazap edilene zarar vermeyi murat etmek” şeklinde mâna vermiştir (el-Külliyyât, s. 671). Allah’a izâfe edildiği âyetlerde gazap “lanet etmek, rahmetinden uzaklaştırmak, azap etmek, yoksulluğa, zillete ve helake mâruz bırakmak” gibi anlamlara gelir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın gazabı çeşitli azap türleriyle birlikte anlatılırken aynı zamanda O’nun kimlere ve niçin gazap ettiğine de temas edilir. Buna göre kasıtlı olarak bir mümini öldüren (en-Nisâ 4/93), savaştan kaçan (el-Enfâl 8/16) kimseler, Allah hakkında kötü zan besleyen münafık ve müşrikler (el-Fetih 48/6) ve irtidad edenler (en-Nahl 16/106) ilâhî gazaba mâruz kalmışlardır. Bunların dışında genellikle yahudiler ilâhî gazaba hedef teşkil etmişlerdir. Bunun sebepleri ise gerçeği bildikleri halde kıskançlıkları ve şerir oluşları yüzünden hakka tâbi olmamaları, Hz. Mûsâ vasıtasıyla birçok felâketten kurtarılıp sayısız nimetlere kavuşturulmaları ve sıkı sıkıya uyarılmalarına rağmen yine azgınlık göstermeleri, buzağıya tapınmaları, kendi mukaddes kitaplarını da onaylayan son ilâhî vahiy geldiğinde, “Kalplerimiz perdelidir” demek suretiyle bile bile inkâr etmeleri gibi hususlardır (bk. el-Bakara 2/57-61, 88-92; el-A’râf 7/152; Tâhâ 20/80-90).

Gazap çeşitli hadislerde de Allah’a nisbet edilmiştir (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “ġđb” md.). Hz. Peygamber, haksız yere birinin malını almak için yemin eden (Buhârî, “Şürb”, 4) ve Allah’a dua ve niyazda bulunmayan (Müsned, II, 443, 477 ; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 1) kimsenin ilâhî gazaba mâruz kalacağını ifade etmiş, gök gürültüsü ve şimşek karşısında, “Allahım, bizi gazabınla helak etme!” (Müsned, II, 100; Tirmizî, “DaǾavât”, 49) şeklinde dua etmiş, kendisine Allah’ın gazabından


kurtulmanın nasıl mümkün olduğu sorulduğunda ise, “Öfkelenmeyin” demiştir (Müsned, II, 175). Ayrıca kıyamet gününde insanların şefaatçi arayacaklarını anlatırken de başvurdukları her peygamberin, “Allah daha önce bugünkü kadar gazaplanmamış, bundan sonra da gazaplanmayacaktır” diyeceklerini bildirmiştir (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 3; Müslim, “Îmân”, 327; Tirmizî, “Kıyâme”, 10).

Gerek Kur’ân’da gerekse hadislerde Allah’a izâfe edilen gazap kavramı akaid mezheplerince farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Mu‘tezile, fiilî sıfatlar statüsünde düşündüğü gazap, dostluk, düşmanlık gibi kavramları irade sıfatına bağlamış ve meselâ rızâsını mükâfat vermeyi, gazabını da cezalandırmayı irade etmesi şeklinde açıklamıştır (Kâdî Abdülcebbâr, VI/2, s. 6.1). Selef âlimleri ise bu tür te’villerin söz konusu sıfatları inkâr anlamına geleceğini ileri sürmüş, bunların beşerî mânalara çekilmeden olduğu gibi zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmesini gerekli görmüştür (İbn Ebü’l-İz, II, 685). Ehl-i sünnet kelâmcıları da bu sıfatların irade sıfatına bağlanmaması gerektiği noktasında Selefle aynı görüşü paylaşmış, ancak mânalarının anlaşılabilmesi için ulûhiyyetin şanına uygun düşecek şekilde yoruma tâbi tutulmasını tercih etmiştir. Buna göre Allah’ın gazabı isyankârlardan hoşnut olmaması, isyanda aşırılığa varan yahut küfre düşenleri rahmetinden uzaklaştırması ve hak edenleri cezalandırması demektir. Fahreddin er-Râzî’nin belirttiği gibi rahmet, ferah, sürür, haya, gazap, alay etme gibi sıfatların hem dışa akseden yönleri hem de bazı sonuçları vardır. Gazabın dışa akseden yönü beyne kan hücum etmesiyle yüzün değişmesi, sonucu ise gazap edilen kişinin cezaya çarptırılmasıdır. Gazabın Allah’a izâfe edilmesi dışa yansıyan kısmıyla muhal ise de sonucu itibariyle câiz olup azabı suçluya ulaştırması demektir (Mefâtîĥu’l-ġayb, I, 262). Öte yandan O’nun vücûd, ilim, sem’, basar gibi sıfatları insanlarınkinden farklı olduğu gibi gazabı da farklıdır. Zira insanların gazabı acz, eksiklik veya güçsüzlükten kaynaklanabilir. Allah ise her şeye gücü yeten, dilediğini yapan ve her türlü ihtiyaçtan müstağni olandır. O’nun gazabı beşerî anlamda bir gazap olmayıp yaratana veya yaratılmışlara karşı suç işleyenleri cezalandırmaktan ibarettir.

Kök anlamı bakımından yaratılmıştık özelliği (acz ve noksan) taşıyan gazap aslında selbî sıfatlar grubuna girer. Ancak naslarda yer aldığı için bundan istisna edilerek haberî grubu oluşturan sıfatlar arasına alınmış ve fiillerle ilgili olduğundan fiilî sıfatlardan sayılmıştır. Gazap da diğer fiilî sıfatlar gibi Allah’ın zatî bir niteliği olmayıp yaratılmışların tutumlarıyla ilgilidir. Nitekim Allah’ın niteliklerinin sayıldığı esmâ-i hüsnâ içinde “gazap edici” anlamında bir isim yer almadığı gibi âyet ve hadislerde de geçmez. Halbuki gazabın karşıt anlamlılarından sayılan “rahmet”, diğer türevleri bir yana “rahman” ve “rahîm” şeklinde birçok âyette, ayrıca esmâ-i hüsnâ içinde yer alarak ulûhiyyetin temel özelliği mahiyetinde zikredilmektedir (bk. M. F. Abdülbâkî, el-MuǾcem, “rĥm” md.; ayrıca bk. ESMÂ-i HÜSNÂ). “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (el-A’râf 7/156) mealindeki âyetle birçok hadis kitabında ittifakla zikredilen, “Rahmetim gazabımı aşmıştır” (meselâ bk. Buhârî, “Tevhîd”, 15, 22, 28, 55; Müslim, “Tevbe”, 14-16) mealindeki kutsî hadis dikkate alındığında rahmetin Allah’ın zatî niteliklerinden biri olduğu, gazabın ise kulları uyarmak ve mazlumların hakkını korumak gibi daha çok yaratılmışlara yönelik bir nitelik taşıdığı anlaşılır. Ayrıca gazabın söz konusu olmadığı bir rahmetin haksızlığa uğrayanlar için bir çeşit rahmetsizlik sayılacağı düşünülürse, hakkın yerini bulması ve adaletin gerçekleşmesi için suçluların cezalandırılması anlamında gazabın bir bakıma genel rahmet kavramının şümulü içinde bulunduğu anlaşılır.

Kur’an’da “öfkelenmek” ve “öfke” anlamında hem masdar hem de isim olarak kullanılan saħat (suħt) kelimesi de üç âyette Allah’a nisbet edilmiştir (Âl-i İmrân 3/162; el-Mâide 5/80; Muhammed 47/28). Râgıb el-İsfahânî sahat kelimesine “cezalandırmaya götüren şiddetli gazap” mânasını vermiş, Ebü’l-Bekâ ve diğer sözlük yazarları da “büyüklerin küçüklere kızması” anlamı vermek suretiyle kelimenin gazaba nisbetle daha hususi bir muhtevaya sahip olduğuna işaret etmişlerdir. Âl-i İmrân sûresinde yer alan sahat kelimesi (3/162), Allah’ın rızâsını gözetenle hışmına uğrayanların eşit olmayacağı anlatılırken kullanılmış, Muhammed sûresinde de (47/ 28) benzer bir kompozisyonla münafık ve mürtedlerin Allah’ı gazaplandıran hususların ardına düştükleri ve rızâsını elde etmeye temayül göstermedikleri ifade edilmiştir. Mâide sûresinde ise (5/ 80) inkâra saplanan İsrâiloğulları’nın taşkınlık gösterdikleri, aralarında kötülüğü engellemeye çalışmadıkları, üstelik çoğunun münkirlerle dostluk kurduğu zikredildikten sonra onların bu fiilleri sebebiyle Allah’ın hışmına ve azabına mâruz kaldıkları haber verilmiştir. Sahat kavramı muhtelif hadislerde de Allah’a izâfe edilmiştir (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “sħt” md.).

“Şiddetli öfke, kin” anlamına gelen ġayž kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis kitaplarında yer almakla birlikte Ebü’l-Bekâ’nın da söylediği gibi (el-Külliyyât, s. 671) naslarda Allah’a nisbet edilmemiştir. Râgıb el-İsfahânî’nin, gayzın Allah’a izâfe edilmesi halinde “intikam” anlamına geleceğini söylemesi ve ardından Şuarâ sûresinin 55. âyetini zikretmesi (el-Müfredât, “ġyž” md.) isabetli değildir. Söz konusu âyete yer aldığı kompozisyon içinde böyle bir anlam vermek uygun görünmemektedir. Esasen rivayet ve dirayet tefsirleri de böyle bir anlayıştan söz etmemişlerdir. Ahmed b. Hanbel ile (Müsned, II, 315) Müslim’in (“Âdâb”, 21) rivayet ettikleri, “Kıyamet gününde Allah nezdinde en çok buğzedilecek kişi, kendisine ‘insanların şahı’ diye isim veren adamdır; gerçekte ise Allah’tan başka melik yoktur” mealindeki hadise gelince, bu metinde yer alan “agyaz” kelimesinin râvi tarafından başka bir kelimenin yerine kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Buhârî’nin (“Edeb”, 114) ve diğer bir rivayetinde Müslim’in (“Âdâb”, 20) kaydettikleri lafız “aħnâǾ” (en zelîl) ve “aħnaǾ” (en yakışıksız) kelimeleridir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ġđb”, “sħt”, ġyž” md.leri; Ebü’l-Bekâ, el-Külliyât, s. 515, 671; Lisânü’l-ǾArab, “ġđb” md.; Kamus Tercümesi, “ġđb”, “sħŧ” md.leri; Wensinck, el-MuǾcem, “ġđb”, “sħŧ” md.leri; M. F. Abdülbâkî, el-MuǾcem, “ġđb”, “rĥm” md.leri; Müsned, II, 100, 175, 242, 258, 260, 315, 443, 477; V, 15, 77; Dârimî, “Edeb”, 45; Buhârî, “Enbiyâǿ”, 3, “Tevhîd”, 15, 22, 27, 28, 55, “Edeb”, 114, “Şürb”, 4; Müslim, “Îmân”, 327, “Tevbe”, 14-16; “Âdâb”, 20-21; İbn Mâce. “DuǾâǿ”, 1; Tirmizî, “Kıyâme”, 10, “Birr”, 48, “DaǾavât”, 49, 99; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Kurǿân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 3b, Halîmî, el-Minhâc, III, 109; Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, Vl/2, s. 60-61; Tabersî, MecmaǾu’l-beyân, Beyrut 1406/1986, I, 109; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 262; a.mlf., Esâsü’t-takdîs (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkâ), Kahire 1406/1986, s. 191; Nevevî, Şerhu Müslim, XVII, 68; İbn Ebü’l-İz, Şerhu’l-ǾAkîdeti’t-Tahâviyye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Şuayb el-Arnâût), Beyrut 1408/1987, 11, 684-689; Ali el-Kârî, Şerhu’l-Fıkhi’l-ekber, Beyrut 1404/1984, s. 58-62; Âlûsî, Rûhu’l-meǾânî, VIII, 159; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, VIII, 85-86; Halil Yâsîn, EdvâǾ Ǿalâ müteşâbihâti’l-Kurǿan, Beyrut, ts. (Dâru Mektebeti’l-hilâl), I, 14; Suad Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, s. 22; Zeki Velidi Togan, “Bîrûnî”, İA, II, 639, 642; Bekir Topaloğlu, “Allah”, DİA, 11,492-493.

İlyas Üzüm