GAYBET

الغيبة

Sâlikin kendisine gelen bir vârid ve ilhamın tesiriyle şuur halini kaybetmesi anlamında tasavvuf terimi.

Sözlükte “bir şeyin bir başka şey içinde kaybolması, kişinin kendini kaybetmesi” gibi mânalara gelen gaybet, tasavvuf terimi olarak “sâlikin vârid* ve ilhamın tesiriyle kendinden geçerek dış dünya ile ilgili şuurunu kaybetmesi” anlamına gelir. “Hazır bulunmak, rahat olmak; yüce makam” anlamlarındaki huzur ise genel olarak gaybet halinin sona ermesiyle birlikte başlayan uyanıklık durumunu ifade eder. Gaybet halini yaşayan sâlike gâib, huzur halinde bulunana ise hâzır denilir.

Sûfîler, Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan bazı olayları bu terimi izah etmek için kullanırlar. Özellikle Hz. Yûsuf’u gören kadınların şaşkınlıktan ellerini kesmeleriyle (Yûsuf 12/31, 50) Hz. Meryem’in, “Allah’a oruç adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım” (Meryem 19/26) şeklindeki ifadesini gaybet haliyle açıklarlar.

Kabz-bast, sekr-sahv, fenâ-bekâ gibi genellikle beraber kullanılan gaybet-huzûr terimlerini sûfîler değişik şekillerde açıklamışlardır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre her hâzır gâibdir, her gâib de hâzırdır (el-Fütühât, II, 544). Hak ile huzur kendinden gâib olmak, kendinden gâib olmak ise Hakk’ın huzuruna çıkmaktır. Gaybetin son noktasını “gaşyet” olarak niteleyen Kuşeyrî ise bu terimlerle diğer tasavvuf terimleri arasındaki yakınlık ve farklılıklar üzerinde durmuştur. Ona göre heybet*in hakkı gaybettir, heybet sahibi olan her sâlik gaybet halinde bulunur. Gaybetin az veya çok sürmesi de heybetle ilgilidir. Gaybet hali sona erince sahv* hali başlar. Sekr* gaybetten daha kuvvetli olabileceği gibi aksi de mümkündür. Sâlikin halktan gaybeti oranında Hak ile olan huzuru mükemmellesin Nihayet gaybet ve sekr Hak ile huzuru, temkin ve sahv ise halk ile huzuru ifade eder (Kuşeyrî, I, 266).

Gaybetin vârid ve sebebi de çok değişik olabilmektedir. Zikir ve tefekkür sonucu ortaya çıkan his ve müşahedeler sâliki bu hale ulaştıracağı gibi Allah’ın rahmet veya gazabına işaret eden, cennet veya cehennemi, sevap veya azabı hatırlatan bir ses, tavır ve davranış da kişinin gaybet haline girmesine yol açabilir. Nitekim tasavvuf kaynakları, demircinin ocağında kor haline gelen demiri görünce cehennemi hatırlayarak kendinden geçen sûfîlerin varlığından bahseder. Hücvîrî, gaybet halini yaşayan bazı sûfîlerin namaz kılarken huzur haline geçtiklerini, bazı sûfîlerin de huzur halinde iken namazla birlikte gaybet haline girdiklerini söyler; ancak namazla söz konusu haller arasında böyle bir paralelliğin kurulmasını uygun görmez (Keşfü’l-maĥcûb, s. 438). Cüneyd-i Bağdadî, “Vecd ile birlikte olan kurb cem’dir, beşeriyet ile olan gaybet ise tefrikadır” (Sülemî, s. 157) sözüyle gaybetin cem’-tefrika halleriyle olan yakınlığını ortaya koymuştur.

Sûfîler arasında farklı şekilde değerlendirilen bir başka husus da bu iki terimin birbirine göre durumudur. Hücvîrî’nin verdiği bilgiye göre tasavvuf anlayışını gaybet-huzur esasına dayandıran İbn Hafif başta olmak üzere Hâris el-Muhâsibî, Cüneyd-i Bağdadî, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî. Ebû Hafs el-Haddâd, Ebû Muhammed el-Cerîrî, Husrî gibi bir grup mutasavvıf huzur halini gaybet halinden daha üstün tutarlar. Onlara göre bütün güzellikler huzura bağlıdır. Gaybet Hakk’a giden bir yoldur, huzura varınca yol âfet haline gelir. Çünkü maksat hâsıl olmuştur; illet ve sebebe artık gerek yoktur. Nefsinden geçen herkes Hak ile huzurda olur. Gaybetin faydası huzurdur, huzursuz gaybet cinnettir. Gaybette “hicâb”ın sıkıntısı, huzurda ise “keşfin rahatlığı vardır. Sâlik, kendi tercihlerinin yerine Hakk’ın tercihlerini koyabilmesi için huzur halinde olmalıdır. Gaybet halinde bu durum gerçekleştirilemez.

Aralarında İbn Atâ, Hallâc-ı Mansûr, Ebû Bekir eş-Şiblî, Bündâr b. Hüseyin, Ebû Hamza el-Bağdâdî, Semnûn Muhib gibi sûfîlerin bulunduğu diğer bir grup mutasavvıf ise gaybet halini huzur haline tercih eder. Gaybet haliyle yaratılış ve elest bezmi arasında ilgi kuran bu sûfîlere göre huzur halinin mükemmelliği gaybet haline göredir. Rûzbihân-ı Baklî’nin gurbeti, “Ruhun ezeldeki gaybet halidir” (Şerh-i Şaŧĥiyyât, s. 634) şeklinde tarif etmesi de konunun elest bezmiyle olan yakınlığını göstermektir. Allah’ın gaybet halini yaşayan sûfiye tattırdığı zevki makamların ve kerametlerin en yücesi olarak değerlendiren Necmeddîn-i Kübrâ gaybet halindeki müşahedelerini Fevâǿiĥu’l-cemâl adlı eserinde anlatmıştır. Ankaravî gaybeti sâlikin


ve ârifin gaybeti diye ikiye ayırmış ve, “Gaybet eşyadan gâib, Hak’la hâzır olmağa derler” (Minhâcü”l-fukara, s. 246) cümlesiyle bu iki kelimeyi aynı tarifte ifade etmiştir. Tasavvufî eserlerin çoğunda gaybet-huzur terimleri birlikte kullanılmıştır. Herevî’nin Menâzilü’s-sâǿirî’ninde olduğu gibi bazı kaynaklarda gaybet işlenirken huzur ayrı bir terim olarak ele alınmamıştır. Kelâbâzî ise huzur yerine şühûdu kullanmıştır (et-TaǾarruf, s. 140). Bu tasnifi benimseyen Şehâbeddin es-Sühreverdî, şühûdu bazan murakabe, bazan da müşahede ile ulaşılan huzur hali olarak tarif etmiştir. Baklî, gaybeti aklın, nefsin, ruhun ve sırrın gaybeti şeklinde dört gruba ayırmıştır (Şerĥ-i Şaŧĥiyyât, s. 551-552).

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “gaybet” md.; Hasan Şerkâvî. MuǾcemü elfâzi’s-sûfiyye, Kahire 1987, s. 219-220; el-MuǾcemü’s-sûfî, s. 328-329, 85’l-859; Ca’fer Seccâdî, Ferheng, “gaybet” md.; Hifnî, Mustalahât, s. 197-198; Serrâc, el-LümaǾ, s. 416; Kelâbâzî, et-TaǾarruf, s. 140; Sülemî, Tabakât, s. 157; Kuşeyri, er-Risâle, I, 264-267; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 372-377, 438; Herevî, Menâzil (Revân), s. 186; Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1985, bk. İndeks; Baklî, Meşrebü’l-ervâh, s. 299; a.mlf., Şerh-i Şathiyyât, s. 551-552, 634; İbnü’l-Arabî, el Fütuhat, II, 544; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403, III, 220; İbnü’l-Hatîb, Ravzatü’t-taǾrîf, Beyrut 1970, I, 308; II, 532, 560; Sühreverdî, ǾAvâriful-maǾârif (nşr. Kâsım-ı Ensârî), Tahran 1364 hş., s. 194; Ankaravî, Minhâcü’l-fukara, Bulak 1256, s. 246-247; Necmeddîn-i Kübrâ, Fevaǿihu’l-cemâl ve fevâtihu’l-celâl (nşr. F. Meier), Wiesbaden 1957, tür.yer.; a.e. (trc. Mustafa Kara, Tasavvufî Hayat içinde), İstanbul 1980, s. 90-113.