FITNAT HANIM

(ö.1194/1780)

Şöhreti çok yaygın, en beğenilmiş kadın divan şairi.

Şöhretine ve içinden pek çok tanınmış şahsiyetler çıkmış bir aileden gelmesine rağmen hayatı hakkında hal tercümesi kaynaklarında mevcut bilgiler yok denecek kadar azdır. Kendisine dair bilinenler, baba tarafı ile kocasının kim olduğu ve ölüm tarihinden öteye gitmez. Buna ilâveten yakın zamanlarda yaşı, hayatının ilk ve son devresinin rastladığı çağ ile kabrinin nerede olduğu hususunda bazı yanıltıcı iddialar ortaya atılmış, hatta yaşadığı zamanla öldüğü tarihin doğru dürüst tesbit edilmediğinden bile söz edilmiştir. Hakkındaki yetersiz bilgileri, istifade edilmemiş bazı kaynaklar ve yeni dikkatlerin yardımı ile biraz daha ileriye götürmek mümkündür.

Lehcetü’l-lugāt ve Atrabü’l-âsâr gibi kültürümüz bakımından mühim eserler bırakmış Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi’nin (ö. 1166/1753) kızı olan Fıtnat Hanım İstanbul’da doğdu. Annesi, Şeyhülislâm Şeyyid Feyzullah Efendi’nin damadı Şeyhülislâm Mirzazâde Şeyh Mehmed’in kızı Hatice Hanım’dır (Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Mecelletü’n-nisâb, vr. 340a). Anne tarafında büyük babasından başka, onun kayınpederi olan Feyzullah Efendi gibi iki kayınbiraderi Feyzullahefendizâde Mustafa ve Seyyid Murtaza efendiler de şeyhülislâm olmuşlardır. Fıtnat’ın yetiştiği baba çevresi, Rumeli kadılarından Antalyalı Kara İbrâhim Efendi’nin oğlu olan büyük babası Şeyhülislâm Ebûishak İsmâil Naîm’den başlayarak amcası İshak Efendi, babası Mehmed Esad ve kardeşi Mehmed Şerif ile kardeşinin oğlu Atâullah Mehmed Efendi olmak üzere içinden beş şeyhülislâm çıkmış, kültür seviyesi çok yüksek bir ailedir. Bu şahsiyetlerden kendileriyle beraber olabildiklerinin Fıtnat’ın yetişmesinde, şiirlerinde akis bulan ileri kültürü elde etmesindeki tesir ve rolleri şüphe götürmez. Oğlu İshak Efendi dolayısıyla kendisine Ebûishak denilmiş olan büyük babası Şeyhülislâm İsmâil Naîm Efendi’den bu yana Fıtnat’ın babası Esad Efendi dahil bu ailenin fertleri hep Ebûishakzâde diye anılmaktadır.

Fıtnat’ın, hal tercümesi kaynaklarında meçhul kalmış doğum yılı için bazı müelliflerce 1730 veya 1748 gibi herhangi bir vesikaya dayanmayan tarihler ileri sürüldükten başka çok uzun bir ömür sürdüğü yolunda da bazı tahminler yürütülmüştür. Divanındaki 1168’e (1755), hatta ondan bir iki yıl öncesine giden manzumelerini henüz yedi sekiz yaşlarında iken yazmış olduğu gibi bir netice doğuracağı için doğumunu 1748 gösteren kaydı (Basmadjian, s. 144) kabul etmeye imkân yoktur. Diğer taraftan onu, daha III. Ahmed devrinde (1703-1730) şöhret bulmuş ve gençlik çağını Lâle Devri’nin eğlence âlemleri içinde yaşamış sananlar da olmuştur. 1130’da (1717) (Devhatü’l-meşâyih, s. 107), başka bir kayda göre de 1136’da (1723-24) (Ârif Hikmet, Tezkire, Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 789, s. 38; Fatîn, s. 214) doğan kardeşi Mehmed Şeriften yaşça küçük olduğu belli olan Fıtnat’ın doğum tarihi bundan sonraki yıllarda aranmalıdır.

Fıtnat Hanım’ın esas adı kabir taşında görüldüğü üzere Şerife Zübeyde olmakla beraber Hüseyin Ayvansarâyî bunu bazan Emetullah (Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 23), bazan Fıtnat Zübeyde olarak (a.g.e., II, 175) kaydettikten başka bir de Şerife Emetullah Fıtnat suretinde gösterir (Mecmua-i Tevârih,


nşr. F. Ç. Derin - V. Çubuk, İstanbul 1985, s. 92). Diğer bütün kaynaklarda geçen Zübeyde adının mezar taşında da bulunması onun doğruluğu hususunda şüphe bırakmamaktadır. Ali Canip Yöntem’in Hadîkatü’l-cevâmi’deki Emetullah ismini Hibetullah şekline sokan yanlışı (İA, IV, 626), esas kaynağa bakılmadığından Fıtnat’tan bahsedenlerce hep bu şekilde tekrarlanmıştır.

Fıtnat Hanım’ın hayat seyri içinden gelebilen tek bilgi, onun ilmiye ricalinden Derviş Mehmed Efendi ile evlenmiş olduğudur. Şiirden hoşlanmaz, basit ruhlu bir kimse olduğu rivayet edilen kocası, Fıtnat Hanım’ın annesinin mensup bulunduğu ve Âl-i Feyz diye anılan Şeyhülislâm Şeyyid Feyzullah Efendi ailesindendir. Müderrislikten başlayarak Receb 1186’da (Ekim 1772) Edirne kadısı, Fıtnat Hanım’ın ölümünden sonra da nakîbüleşraf ve İstanbul kadısı oluşunu takiben Rumeli kazaskeri olan Derviş Mehmed Efendi’nin babası kazasker ve nakîbüleşraf Şeyyid Abdullah da Şeyhülislâm Şeyyid Feyzullah Efendi’nin oğlu Şeyhülislâm Şeyyid Mustafa Efendi’nin çocuğudur. Görüldüğü gibi Fıtnat’ın annesi nasıl Feyzullah Efendi’nin kızı tarafından torunu ise Derviş Mehmed Efendi de Feyzullah Efendi’nin oğul tarafından torunlarındandır. Derviş Mehmed Efendi’nin Feyzullahzâdeler de denilen bu aileye mensubiyeti Âl-i Feyz’den olduğu özellikle söylenerek belirtilmiştir (Ahmed Rifat, Devhatü’n-nükabâ, İstanbul 1283, s. 44).

Fıtnat’ın kültür, duygu ve zevk bakımından kendisine üstün bulunduğu kocası ile, kadın şairlerden diğer bazıları için de söylendiği gibi mesut bir evlilik yaşamadığına dair bir rivayet Meşâhîrü’n-nisa’dan bu yana, araya yaşlı bir adam olmasına rağmen onunla evlendirildiği gibi birtakım yeni unsurlar da katılarak tekrarlanagelir. Ali Canip Yöntem, “Bazı manzumelerinden pek mesut yaşayamadığı anlaşılıyor” demekteyse de (YM, nr. 30, s. 76) Fıtnat’ın manzumeleri içinde böyle bir hayat ârızasını aksettirecek bir telmihe dahi rastlanmamaktadır.

Fıtnat Hanım’ın şöhret ve istidadının Koca Râgıb Paşa’nın sadâreti zamanında parladığının söylenmesinin yanı sıra, paşa ve onun yakın çevresinden şair Haşmet ile kendisi arasında geçtiği belirtilen latife ve fıkralar nakledilir. Râgıb Paşa ile Fıtnat’ın ailesi arasında onun sadrazamlığından öncesine giden bir tanışıklık tesbit edilebilmektedir. Babası, Belgrat Seferi sırasında ordu kadısı olarak Rumeli’de bulunurken Avusturya ve Rusya ile 14 Cemaziyelâhir 1152’de (18 Eylül 1739) imzalanan Belgrad sulh antlaşmasını hazırlayan heyette, o zaman sadâret mektupçusu bulunan Râgıb Efendi (Paşa) ile beraber murahhas olarak çalışmış (Râgıb Paşa, Telhîsât, İÜ Ktp., TY, nr. 9764, vr. 73a; Subhî, Târîh, İstanbul 1198, vr. 160b), daha sonra da bu antlaşma ile ilgili pürüzlerin 14 Zilhicce 1153’te (2 Mart 1742) neticeye bağlanacağı mükâleme meclislerinde bu defa reîsülküttâb sıfatını taşıyan Râgıb Paşa ile yine birlikte olmuştur (a.g.e., vr. 186b, 187b, 189a-b). Aralarındaki yakınlık, Fıtnat’ın babası Esad Efendi’nin şeyhülislâmlığını o esnada Mısır’da vali bulunan Râgıb Paşa’nın bir kaside ile tebrik etmesi gibi vesilelerle kendini gösterir (Râgıb Paşa, Divan, Bulak 1252, s. 5-7). Râgıb Paşa sadrazam olduğunda da (1757) babası artık hayatta olmayan Fıtnat onu bir tarih manzumesiyle tebrik eder. Aralarında rivayet edilegelen münasebetler, bundan önce hayatının bir kısmı çeşitli vazifelerle İstanbul dışında geçmiş olan paşanın, ölümüne kadar altı seneyi aşkın bir zaman devamlı olarak İstanbul’da kalma imkânını bulduğu sadrazamlık devresinde cereyan etmiş olmalıdır. Kendi hikemî şiirleri yolunda manzumeler yazan Fıtnat üzerinde Râgıb Paşa’nın büyük bir tesiri olduğu, onun yardımı ile yetiştiği ve şöhret kazandığı hep söylenmiştir. Ayrıca birbirleriyle “müşâare”leri bulunduğundan da daima bahsedilir. Bunun gibi aralarındaki şakalaşmalara dair çeşitli fıkralar nakledilmektedir. Hatta Râgıb Paşa ile kendisi arasında hissî bir alâka doğmuş olduğu bile rivayet olunur. Divanında Fıtnat’ın Râgıb Paşa’ya olan nazirelerinin beş manzumeden öteye geçmemesi, bahis konusu müşâarelerini gösteren metinlerin mevcut olmayışı ilgili rivayetlerde mübalağa payı olduğunu göstermektedir. Vesikası bulunmadığından ihtiyatla karşılanması gereken bu rivayetler daha ziyade hayal mahsulü olarak gözüküyor. Rivayetlere bakılırsa Fıtnat, Râgıb Paşa’nın şairler ve âlimlerle olan sohbet meclislerine de katılıyordu. Fatma Aliyye’ye göre Fıtnat Hanım bu gibi meclislere örtülü bir kıyafetle iştirak etmekte, edebiyat ve fikir çevresinin simaları ile böyle konuşmaktaydı (Ma‘lûmat, XI/245, s. 95). İçinde yetiştiği ailenin yüksek kültür seviyesinin bu gibi temaslara fırsat


verecek bir ortama sahip olduğu rahatça düşünülebilir.

Hayatıyla ilgili yeni bir bilgi olarak Fıtnat’ın Edirne Kādirî şeyhi Süleyman Efendi (ö. 1187/ 1773) ve Abdülkerim Efendi (ö. 1186/1772) gibi Edirneli şahsiyetlerin vefatlarına düşürdüğü tarihlerden, kocası Derviş Mehmed Efendi’nin Receb 1186’da (Ekim 1772) kadı tayin edildiği Edirne’de bulunduğunu öğrenmek kabil olmaktadır.

Divanında “Arz-ı Hâl-i Manzum” adıyla yer alan mesnevi şeklindeki bir manzumesi, Fıtnat’ın bir ara evinin “yatak yorgan kalmamacasına” bütün eşyası ile yandığını ve zamanın hükümdarından kendisini evsizlikten kurtarması için yardım dilediğini haber vermektedir. Fıtnat, padişahın orayı bizzat gelip gördüğü müjdesinden aldığı cesaretle bu manzumeyi yazdığını, kendisi gibi bir şairin öyle şefkatli bir hükümdarın zamanında “beytsiz” (evsiz) kalamayacağını tevriyeli bir dille ifade etmektedir. Divanının gerek yazma gerekse basma nüshalarının hiçbirinde hangi padişaha hitaben yazıldığına dair bir kayıt bulunmayan bu manzumenin, Ali Canip Yöntem tarafından yönetilen bir mezuniyet tezinde olduğu gibi (Melike Öner, Fitnat Hanım Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, İstanbul 1945, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Tez, nr. 195, s. 5) III. Osman’a yahut başka bir müellifçe de III. Mustafa’ya sunulmuş gösterilmesi (İbrahim Necmi [Dilmen], I, 219-220) birer yanlış yakıştırmadır. İçinde Fıtnat’ın, şehzadeleri için duada bulunduğu hükümdarın sadece iki kız çocuğu olup hiç erkek evlâdı doğmamış III. Osman olamayacağı meydandadır. Manzumenin muhatabının III. Mustafa olamayacağı da divanın onun zamanında yapılan ilk tertibine ait nüshaların hiçbirinde henüz mevcut bulunmayışı ile bellidir. Divanın ancak 1. Abdülhamid devrindeki (1774-1789) yeni tertibine ait nüshalarında yer alabilmesi, adı belirtilmeyen bu muhatabın I. Abdülhamid olduğunu ve manzumenin ona sunulduğunu ortaya koymaktadır. Kardeşi Mehmed Şerif Efendi’nin 1192’de (1778) şeyhülislâm olduğu vakit oturduğu semtin merkeze uzak düşmesi ve oğlunun da o sırada ölümü dolayısıyla bir müddet Fıtnat’ın evine yerleştiği hakkındaki kayda bakılırsa (Cevdet Paşa, Târih, İstanbul 1309, II, 100) manzumede bahis konusu edilen hadisenin vaktini, bu tarihle I. Abdülhamid’in cülûsu arasındaki zamanın büyük yangınlarından birinde aramak gerektiği belli olur.

Fitnat Hanım’ı III. Ahmed’in zevk ve safa devri içinde yetişmiş, Damad İbrâhim Paşa zamanında şairlik kudretine erişerek Lâle Devri’nin tantanalı eğlence âlemlerinde yerini bulmuş bir sima olarak gösteren ve İsmail Hikmet’ten bu yana (Koca Ragıp Paşa ve Fitnat, s. 27) bazı müelliflerce de tekrarlanan bilgi tamamen hayal mahsulüdür. I. Mahmud hakkındaki meşhur bahâriyyesini onun tahta çıkışı (1730) münasebetiyle yazmış olduğu zannı da bu esassız kanaatten kaynaklanmaktadır. Fıtnat’ın şiirlerinin kronolojisi, bu manzumenin I. Mahmud’un saltanatının ancak son yıllarında yazılmış olabileceğini göstermektedir. Bu gibi asılsız bilgilerden hareket edilerek Fıtnat’ın çok uzun bir ömür sürmüş olduğuna, doksanları bulmuş bir yaşta vefat ettiğine hükmedilmiştir.

Hayatının birçok yönleri gibi doğum tarihi belli olmadığından gerçek yaşı tesbit edilemeyen Fitnat Hanım 1194 (1780) yılında ölmüştür. Bütün eski kaynakların bu tarih üzerinde birleşmesine mukabil mezarının nerede olduğu yakın zamanlara kadar müellifler arasında bir tartışma konusu teşkil etmiştir. Mezarı için bazılarınca Eyüp’te farklı iki yer gösterilirken bazıları Fatih’te Çarşamba’da, büyük babası Şeyhülislâm İsmail Efendi Camii’nin hazîresinde babası ve kardeşinin de yattığı aile kabristanında bulunduğu ihtimaline ağırlık vermişlerdir. Birçoklarınca Eyüp’te Feshâne’ye giden yol üzerinde kendisi için yaptırılan türbede yattığı sanılmış, bu sebeple burası restore ettirilerek Fıtnat Hanım’ın türbesi diye ilân edilmiştir. Daha sonraları ise İbrahim Hakkı Konyalı, onun ilim alemince meçhul kalmış mezarını bulduğu iddiası ile ortaya çıkarak Çarşamba’da adı geçen hazîredeki aile kabristanında Seyyide Fıtnat Zübeyde ismini taşıyan 1223 (1808) tarihli bir mezar taşının ona ait olduğunu ilân etmiş ve Fıtnat Hanım’ın sanıldığı gibi 1194’te (1780) vefat etmeyip III. Selim zamanında daha hayatta olduğunu, ölümünden iki yıl sonra yapıldığı anlaşılan kabir taşındaki manzum kitabenin ebced hesabı ile onun 1221 (1806) yılında öldüğünü gösterdiğini ileri sürmüş, vefatında yaşının doksan doksan beş civarında bulunması gerektiğini söylemiştir. Aynı zamanda Fıtnat’ın, Edirne Kādirî şeyhi Süleyman Efendi’nin vefatı hakkındaki manzumesinde ebcedle düştüğü tarihin yılını yanlış ve zorlama bir hesapla 1209 (1794) suretinde göstererek iddiası için ayrı bir delil olarak kullanmak istemiştir (Alanya, s. 405-406, 426). İ. Hakkı Konyalı, daha sonra Mediha Atis takma adıyla kaleme aldığı bir yazıda bahsettiği mezar taşının fotoğrafını da verip iddiasını daha da kesinleştirmek ister (“Şair Fıtnat’ın Mezarı Bulundu”, Tarih Hazinesi, nr. 8, Mart 1951, s. 394-396). Bu iddia üzerine bahse karışan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Seyyide Fıtnat Zübeyde’nin çok genç yaşta


vefat ettiğini belirten mezar kitâbesinde, onun Âl-i Feyz’den olduğuna dair ibarenin Fıtnat Hanım’ın kendi ailesiyle ilgili olmayıp Feyzullah adındaki ünlü şahsiyetlerden gelme başka ailelerden birini ifade ettiğini, dolayısıyla bu taşın Fıtnat Hanım’a ait olamayacağını söyler (“Şaire Fıtnat Hanım’ın Mezartaşı”, Tarih Dünyası, nr. 3, 15 Nisan 1951, s. 965). İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın bu yazısına İ. Hakkı Konyalı yine aynı takma adla verdiği cevapta iddiasında ısrarla kalmayıp meseleyi tamamen şahsiyata döker (“Şair Fıtnat ve Tek Partili Rejimin İmtiyazlı ve Gedikli Âlimi İsmail Hakkı Uzunçarşılı”, Tarih Hazinesi, nr. 12, Temmuz 1951, s. 580-585, 622). Konyalı, yaşı doksanlara varmış bir kimsenin mezar taşında daha yeni açmış bir gonca gibi iken gencecik yaşta öldüğünü söylemenin nasıl mümkün olabileceği hususunu da kabul edilmesi mümkün olmayacak birtakım te’villere başvurarak geçiştirmeye çalışır (Fıtnat’ın mezarının yeri hakkında, burada adı zikredilmeyen eski ve yeni daha başka müelliflerin de çeşitli görüşleri şu yazıda toplu bir şekilde gösterilmiştir: Bilgin Turnalı, “Şair Fıtnat Hanım’ın Mezarı”, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Dergisi, 3. yıl, nr. 8-9, İstanbul 1980, s. 39-43). Konyalı’nın 1209 (1794) olarak göstermek istediği Edirne Kādirî şeyhi Süleyman Efendi’nin vefatı hakkında Fıtnat’ın manzumesindeki ebced tarihi, matbu divandaki hatalı metne (Dîvân-ı Fıtnat, İstanbul 1286, s. 52) bakılıp ta’miyeli olduğu zannı ile burada yanlış olarak 1166 (1752-53) suretinde hesaplanmıştır. Divanın bütün yazma nüshalarında ise metin doğru şekliyle yer aldığı gibi ebcedli tarihi de her birinde ayrıca rakamla 1187 olarak işaret edilmiştir. Birkaç nüshada bunun 1186 şeklinde gösterildiği de görülmektedir (meselâ bk. İÜ Ktp., TY, nr. 214, vr. 100b-101a).

Kabrin gerçek yerini evvelce belirtmiş bazı müelliflerin bu husustaki kayıtlarının bilinmemesinin doğurduğu bütün bu karışıklık ve münakaşalardan sonra bunların dışında kalmış iddiasız bir yazıda Fıtnat’ın mezarının Eyüp Sultan Türbesi’nin hemen arkasında olduğu fotoğrafı da verilerek bildirilmiştir (Sırrı Akıncı, “Üç Mezar Taşı, Üç Hikâye”, Hayat Tarih Mecmuası, nr. 8, Eylül 1969, s. 88-89). Fıtnat’ın mezarının ve civarındaki bazı aile yakınlarının bulunduğu yer bugün tam tarifine kavuşmuştur (Mehmed Nesimi Haskan, Eyüp Tarihi, İstanbul 1993, I, 339-340; burada verilen mezar kitābesinin okunuşunda bazı yanlışlar bulunduğu gibi vefat tarihinin ayını gösteren işaretin de farkına varılmamıştır). Burası aslında bazı eski müelliflerce bilinmiş ve işaret edilmiş bulunmaktaydı. Eski Eyüp türbedarlarından Abdullah b. Salih Eyyûbî, Türbe-i Hazret-i Hâlid’in Âdâb-ı Ziyareti ve Civarında Medlun Meşâhir adlı eserinde, Fıtnat Hanım’ın kabrinin türbenin hemen yanı başında Şeyhülislâm Seyyid Murtaza Efendi’nin mezarı yakınında olduğunu bildirir. Hususi elde bulunan bu eserdeki kaydı gören Bursalı Mehmed Tâhir ve Ali Canip gibi müellifler bu tarifle ilgili gereken tahkikleri yapmadıklarından meselenin hallini gözden kaçırmışlardır. Fıtnat Hanım’ın kabrinin aynı zamanda Şeyhülislâm Murtaza Efendi’nin eşi Âbide Hanım’ınki ile de komşu olması bir tesadüf değildir. Bu, yukarıda açıklandığı üzere Fıtnat’ın gerek annesi gerekse kocası tarafından Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi ailesiyle olan yakınlığı cihetinden izah edilebilecek bir husustur. Şeyhülislâm Murtaza Efendi’nin, Fıtnat Hanım’ın annesiyle kocası Derviş Mehmed Efendi’nin iki ayrı koldan torunu bulundukları Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin oğlu olduğunu burada hatırlamak gerekir.

Kazanlı müellif Rızâeddin b. Fahreddin, onun kabrinin Ebâ Eyyûb el-Ensârî’nin türbesindeki hazîrede olduğunu daha 1904’te haber veriyordu (Meşhur Hatunlar, s. 345). Biyografi mütehassısı Fındıklılı İsmet Efendi de şifahî açıklamalarında mezarın yeri için türbenin arka İstikametini gösterir (Osmanlı Müellifleri, II, 368).

Mezar taşında vefat tarihinin ayını belirten, fakat araştırmacılar tarafından farkedilmemiş olan işaretten anlaşılacağı üzere Fıtnat Hanım 1194 yılının Zilhiccesinde (1780 yılının son ayı) ölmüştür. Müstakimzâde de onun vefat tarihini zilhicce olarak böyle kaydeder (Mecelletü’n-nisâb, vr. 340b). Rızâeddin b. Fahreddin, mezar kitâbesindeki bu işarete iyi dikkat etmediğinden ayı zilkade diye belirtmiştir (müellif bu arada yanlış olarak Fıtnat’ın kardeşi Mehmed Şerif Efendi’nin de 1194’te öldüğünü söylemekte ve kabrini Fıtnat’ınkinin yanında göstermektedir).

Mezar taşının münakaşa götürmez kesin şahitliğinden başka Fıtnat’ın çağdaşı Şürûrî’nin onun ölümüne düşürdüğü tarih de 1194’tür (Divan, Bulak 1255, s. 302). Bu eserde bir dizgi hatası sonucu 1294 şeklinde çıkan tarih, Cevdet Paşa neşrinde divanın yazma nüshalarında olduğu gibi doğru şekliyle 1194 olarak kaydedilmiştir (Sürûrî Mecmuası, İstanbul 1299, s. 99).

Fıtnat Hanım’ın baba tarafının Çarşamba’daki aile kabristanında Seyyide Fıtnat Zübeyde’ye ait mezar taşı kitabesinin onu Âl-i Feyz’den gösteren kaydını İbrahim Hakkı Konyalı ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı doğru anlayıp değerlendirememişlerdir. Konyalı, büyük şahsiyetler yetiştirmekte çok bereketli ve feyizli bir aile olmasından dolayı Fıtnat’ın baba soyuna “Âl-i Feyz” dendiğini zannetmiş, Uzunçarşılı da Feyzullah adını taşıyan tanınmış şahsiyetlerden gelen ailelerden herhangi biriyle ilgisi bulunmadığı düşüncesi ile Fıtnat’ın “Âl-i Feyz”den olamayacağını ifade etmiştir.

1223 (1808) tarihli mezar taşında gencecik yaşta ölmesine yanılan Seyyide Fıtnat Zübeyde’nin, ailede hâtırasını devam ettirmek gayesiyle şair Fıtnat’ın adı verilmiş bir torun olduğu hemen söylenebilir. Nitekim Fıtnat’ın kardeşi Şeyhülislâm Mehmed Şerifin adı da aynı şekilde bir toruna, onun oğlu Atâullah Mehmed’in çocuğu olup büyüdüğünde ilmiyeye intisap ederek Encümen-i Dâniş’in birinci reisliğine kadar yükselen Mehmed Şerife yine böyle bir düşünceyle verilmiştir. Hele Şeyhülislâm Mehmed Şerif Efendi’nin de doğrudan doğruya kendi oğluna Mehmed Esad diye babasının adını koymuş olması, ailede bu türlü bir ad koyma geleneğinin varlığını şüphe götürmez surette ortaya koymaktadır.

Fıtnat, geleneğinde şeyhülislâm olmalarının dışında bir de hemen hepsi edebiyata düşkün, şiir söylemeyi seven şahsiyetler yetiştirmek bulunan bir aile içinde medrese tahsili görmeden, klasik edebiyat


için gerekli bilgi ve görgüyü kazanarak sanat kabiliyetini geliştirmek gibi bir imkânı elde etmiş nâdir Osmanlı kadınlarından biridir. Büyük babası Şeyhülislâm Ebûishak İsmâil Efendi “Naîm” mahlası ile şiirler yazarken iki oğlu, Fıtnat’ın babası Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi ile amcası Şeyhülislâm İshak Efendi de edebiyata ilgi duymuş, ikisi de birer divan sahibi olacak kadar bunda ileri gitmişti. Kardeşi Mehmed Şerif bu geleneği devam ettirerek bir divan da kendisi meydana getirmişti. Böyle bir muhit içinde kazandığı edebiyat görgüsünün tesiriyle Fıtnat’ta daha erken yaşlardan şiir yazma hevesi uyandığını tahmin etmek güç değildir. Divanındaki tarih manzumelerinin en geriye gideninin 1168 (1755) yılına çıktığına bakılırsa onun bu yıllarda artık şiirler kaleme alacak, ebcedle tarih manzumeleri söyleyebilecek seviyeye gelmiş olduğu anlaşılır (İbrahim Hakkı Konyalı, onun tarih manzumelerini 1170’ten (1757) başlatmasının yanı sıra ayrıca bir kısmının yıllarını yanlış hesaplamış, sayısını da yine yanlış olarak yirmi sekizden ibaret göstermiştir). Sayısı elliyi bulan tarih manzumelerinin 1168-1193 (1755-1779) arasında yirmi beş yıllık bir zaman dilimini içine alışı, Fıtnat’ın edebî hayatının süresi hakkında bir ipucu teşkil edecek mahiyettedir. Nazım tekniğine olan hâkimiyetine, ifade kuvvet ve rahatlığına rağmen küçük çapta bir divanda kalması -eğer arada, sayıca çokluk yerine azda mükemmeli aramak gibi bir düşünce söz konusu değilse- Fıtnat’ın, zengin bir şiir yekûnu ortaya koymasını mümkün kılacak kadar uzun ömürlü olmadığını akla getirir. Mükemmeliyet meselesinin kendini fazla hissettirmediği tarih manzumelerinin 8 Şaban 1193’ten (21 Ağustos 1779) ileriye gidememesi, Fıtnat’ın hayatının son bir-bir buçuk yılını kendisini şiir yazmaktan uzak tutan rahatsızlıklarla geçirmiş olabileceğini düşündürmektedir.

Şairliğinde mühim bir yeri olan nazireleri, Fıtnat’ın yetişmesi üzerinde tesir yapmış bazı kimseleri belli etmektedir. Yaptığı nazirelerin en çoğunun babası Esad Efendi ile kardeşi Mehmed Şerif Efendi’nin manzumelerine ait oluşu her ikisinin bu tesirdeki hisse ve yardımın derecesini açıkça göstermektedir. Babasının yanı sıra ve özellikle onun ölümünden sonra kardeşi Mehmed Şerifin yol gösterici rolü bu ikisinin divanı karşılaştırıldığında çok iyi görülebilmektedir. Kardeşi, Fıtnat’ın nazîre söylediği şairlerin en başında yer alırken ikisinin tarih manzumeleri arasında da dikkatten kaçmayacak derecede bir paralellik ve beraberlik gözükmektedir. Kardeşinin Fıtnat üzerindeki tesiri bundan da öteye divanının tertip şeklinde de kendini ayrıca gösterir. Mehmed Şerif, divanının en başında yer alan na’tı nasıl bir rubâî dizisi halinde yazmışsa Fıtnat da divanına böyle rubailerden meydana gelen bir na’t ile başlamaktadır. Bunu, babasının na’tını tahmis suretiyle yaptığı diğer bir na’t takip eder. Bazan baba, kardeş ve kendisi üçünün birlikte bir başka şaire nazîre söyledikleri de görülür.

Küçük hacimli divanında tercibend ve terkibbend dışında sayıları çok olmasa da klasik şiirin hemen hemen her şeklini kullanmış olan Fıtnat, kaside ve benzeri geniş çerçeveli manzumelerden çok gazel, kıta, rubâî çapında küçük hacimli şiirler yazmayı tercih etmiştir. Hacimlice sayılabilecek manzumeleri beş kaside, bir müseddes ve üç tahmisten öteye gitmezken şiirlerinin çoğunluğu gazelle tarih manzumeleri etrafında toplanır.

Fıtnat Hanım, zamanının padişahları içinde sadece I. Mahmud (1730-1754) hakkında kaside yazmıştır. “Bahâriyye” adıyla tanınan bu kaside onun kronolojik bakımdan en geriye götürülebilen manzumesidir. Saltanat devresinin başlangıcında belki henüz dünyada olmayan yahut da çok küçük yaşta bulunan Fıtnat’ın bu şiirinin I. Mahmud’un son yıllarına ait olacağı meydandadır. I. Mahmud devrine ait başka kaside ve tarih manzumesi görülmeyen Fıtnat’ın III. Osman zamanıyla (1754-1757) ilgili olarak sadece bir kasidesiyle (“Teşrîfiyye-i Hekimoğlu Paşa”) üç tarih manzumesi mevcutken III. Mustafa devrine (1757-1774) ait tarih manzumelerinin sayısı büyük bir artışla yirmi üçe yükselir, kaside yine birde kalır (“Iydiyye berây-ı Sadrâzam [Bahîr] Mustafa Paşa”). I. Abdülhamid zamanı ise (1774-1789) divanına on dokuz tarih manzumesiyle bir de kaside (“Kasîde-i Kalemiyye berây-ı Şeyhülislâm Vassâfzâde Mehmed Esad Efendi”) getirir.

Fıtnat, I. Mahmud dışında devrinin diğer padişahları için kaside yerine tarih manzumeleri yazmayı tercih etmiştir. Bununla birlikte yüksek makam sahipleri hakkındaki tarih manzumelerinde zamanın padişahına dair methiyelerde bulunmaktan yine geri kalmadığı da görülür. III. Mustafa ve I. Abdülhamid’in cülûsları ile onların çocuklarının doğumuna düşürdüğü tarihler yanında her iki hükümdarın yaptırdığı cami, çeşme, imaret gibi mimari eserleri için de tarih manzumeleri yazmış, bunlardan bazıları buraların kitabelerine geçirilecek veya levha halinde asılacak kadar beğenilmiştir. III. Mustafa’nın 1177’de (1764) inşası biten Lâleli Camii ve Sebili ile I. Abdülhamid’in Bahçekapı’daki imarethânesine (1191/1777) ve Beylerbeyi Camii’nin ibadete açılışına (1192/1778) söyledikleri onun sevilen tarihleri arasındadır (Bahçekapı imarethânesi hakkındaki tarih manzumesi Hadîkatü’l-cevâmi’de [II, 176-177], esas telifteki bir karışıklık sonucu Beylerbeyi Camii için söylediği tarihle birlikte yer alır, krş. Hadîkatü’l-cevâmi‘, İÜ Ktp., TY, nr. 868, vr. 182a; TY, nr. 9593, vr. 149a-b).

Fıtnat’ın kendileri için tarih manzumeleri yazdığı devlet büyükleri sadârete gelişlerini tebrik ettiği Râgıb Paşa, Silâhdar Hamza Mâhir Paşa ve Silâhdar Mehmed Paşa ile III. Mustafa’nın kızı Şah Sultan’la evlenişini kutladığı (Zilkade 1177/ Mayıs 1764) Sadrazam Bâhir Mustafa Paşa’dır. Hem baba hem anne tarafından köklü bir ilmiye ailesine mensup oluşu, tarih manzumelerinde ilgisini özellikle bu zümreden şahsiyetler üzerinde toplamış, onların makam ve vazifece yükselişleri, yaptırdıkları çeşme, ev, köşk, yalı gibi çeşitli mimari eserler hakkında tarihler düşürmeye yöneltmiştir. Fıtnat’ın ilmiye sınıfıyla ilgili tarihleri, Dürrîzâde Mustafa Efendi’nin şeyhülislâm olduğu 1169 (1756) yılı ile kardeşi Mehmed Şerif Efendi’nin meşihata geldiği 1192 (1778) yılı arasındaki devreyi içine alır. İlmiye tarikinde yükseldikleri yeni makam ve vazifelerin yanı sıra yaptırdıkları mimari eserler için Fıtnat’ın söylediği tarihler arasında, anne tarafından büyük babası Şeyhülislâm Mirzazâde Şeyh Mehmed Efendi’nin torunu olan Şeyhülislâm Mehmed Said Efendi’nin evi ve çeşmesi hakkında olanı ailece bir ilgiyi aksettirmektedir. Fıtnat’ın, Şeyhülislâm Veliyüddin Efendi ile (1181/1767) Kazasker Damadzâde Murad Efendi’nin (1189/1775) kütüphaneleri için de birer tarih manzumesi söylemekten geri kalmadığı görülür. Bu manzume Çarşamba’da Murad Molla Kütüphanesi’nin giriş kapısı üzerine kitabe olarak konulmuştur (Mehmed Ziyâ, İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul 1336, I, 365; aslında on iki beyit olan manzumenin [Dîvân-ı Fıtnat, İstanbul 1286,


s. 50-51] kitabeye beş beyti geçirilmiştir). Fıtnat’ın tarih manzumeleri, biri I. Abdülhamid’in 28 Safer 1193’te (17 Mart 1779) doğan oğlu Şehzade Süleyman ve diğeri Silâhdar Mehmed Paşa’nın 8 Şaban 1193’te (21 Ağustos 1779) sadârete gelişi hakkında söylediğiyle sona erip daha öteye gitmemektedir.

İçinde bulunduğu zaman ve çevrenin önde gelen şahsiyetleri etrafındaki aktüaliteye yönelik ilgisi, bunlar için düşürdüğü tarihlerle Fıtnat’ın divanına azımsanmayacak yekünde manzume katmış ve onun yarısından fazla kısmını meydana getiren bir kanat teşkil etmiştir. Ancak bunlar, hal tercümesi lâyıkıyla bilinemeyen şairi yaşadığı zamanın içine oturtmaya yardımcı olmakla beraber, onun ebcedle tarih düşürmekteki ustalığını gösterseler bile esas şairlik yönünü belirtmek için yeterli değildir. Fıtnat, asıl hüviyet ve sanat değerini aşk ve hikmet vadisindeki şiirlerinde ortaya koyar. Divan şiirinin dışına çıkılamaz teşrifatına uyarak aşkı kadınca söylemek yerine erkek şairlerden farksız ifade etmesi ve bir kadın şair sıfatı ile gösterdiği üstün kabiliyet, kendisini devrinden başlayarak sevimli ve cazip kıldığı kadar kazandığı şöhretle beraber şiirlerine karşı devamlı bir ilgi uyandırmıştır. Erkek şairlerin uzun bir medrese tahsili ve çeşitli edebiyat çevreleriyle olan devamlı bir temas sayesinde elde edebildikleri edebî kültür ve görgüye sahip bulunması ve eserinde onlardan hiç aşağı kalmayacak şekilde kabiliyet ve maharet göstermekteki başarısı devrinden bu yana daima takdirle karşılanmıştır.

Fıtnat Hanım, klasik edebiyatta gelmiş geçmiş kadın şairlerin içinde nazım tekniğine en hâkim, ifadesi en pürüzsüz ve kuvvetli olanı kabul edilmektedir. Bu bakımdan yapılan bir mukayese ona diğer kadın şairlerin en ön safında bir yer tanır (Nûreddin Avni, “Şeref Hanım”, Mekteb, 4. sene, nr. 17, 19 Cemâziyelevvel 1313/ 26 Teşrinievvel 1311, s. 107).

Divan şairlerinde görülmesi mûtat bazı dil ve ifade kusurlarına onda pek az rastlanmaktadır. İfadesinin düzgünlüğü daima dikkat çeken Fıtnat, imaj ve işlediği mazmunlar yönünden sınırlı bir çerçeve içinde kalmış, parlak teşbihler, çarpıcı imajlar peşinde olmamıştır. Bu ise imaj itibariyle fazla varlık gösteremediği şeklinde yoruma açık bir taraftır. Özellikle devamlı şekilde bülbül, gül. şebboy, nergis, sünbül, ruh, gîsû, hat etrafında toplanan mazmunları işlemiştir. Bu mazmunlarda, sevgilinin fizik güzelliğini yapan tarafları tabiattaki güzel varlıklardan üstün tutan, bunları onun güzelliği karşısında hep sönük duruma düşer gösteren bir mukayese yürütmekten hoşlanmıştır. Erkek şairlerde görülmedik şekilde “hat” (delikanlılık çağına basmakta olan erkek çocuğun yüzündeki ayva tüyleri) mazmununu ısrarlı bir tarzda kullanmasında kadınca bir ilgi düşünmek mümkündür.

Mazmunlarında divan şiirinin büyük üstatları derecesinde zenginlik sergilemeyen şair, çeşitlilikten ziyade ele aldıklarını sağlam bir şekilde söylemeye dikkat etmiştir. Aynı mazmunu her ele alışta ötekinden farklı bir ifadeye dökebilmek meziyetini göstermiştir.

Ferdî hayatının ârızalarını aksettirmek, mahallî çevreden görüntülere değer vermek yerine eski şiirin mücerredinde kalmayı tercih eden Fıtnat Hanım’in, yangında evsiz kalışından dolayı hükümdardan yardım dilediği manzumesi divanında sadece bir istisnadan ibarettir. XVII. asırdan bu yana kendini gittikçe hissettiren mahallî renge açılış türünden bir eğilim onda yer bulmamıştır. Bir şeyhülislâmlar ailesi içinde yetişmesine, babasının divanındaki dinî şiirlerin zenginliğine karşılık Fıtnat iki na’t dışında dinî ilhamlar dile getirmemiş, tasavvufa da açık olmamıştır. Eksiksiz bir mürettep divan meydana getirme peşinde alfabenin her bir harfinde kafiyesi olan gazeller yazmaya heves etmemiş, alfabede mevcut harflerden onunu kafiye ve rediflerine taban olarak hiç kullanmamıştır.

Fıtnat Hanım’ın küçük divanı, klasik şiiri bütün erkân ve esasları ile temsil edebilecek kuvvettedir. I. Mahmud hakkındaki “Bahâriyye”sinin yanı sıra Hekimoğlu Ali Paşa’nın üçüncü defa sadârete gelişine dair “gelen” redifli “teşrîfiyye”si ve Şeyhülislâm Vassâfzâde Esad Efendi’ye olan “Kalemiyye” kasidesiyle müseddes bahâriyyesi, şöhreti büyük divan şairlerinin divanlarında rahatlıkla yer alabilecek seviyededir. Gazellerinde çok defa Nâbî ve Koca Râgıb Paşa yolunda gitmekten hoşlanmış, onlar gibi hikemî söyleyişlere yönelmiş, öte yandan şiirini Şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve Nedîm edasında ince duyuş ve ifadelerle örmüştür.

Şiirinin gelişmesinde nazîre tarzı mühim bir yer tutan Fıtnat’ın altmış bir tam gazelinden elli ikisi, bir kısmı bazı şairlerinki ile mükerrer bir dizi içinde yer alır şekilde nazîre yolundadır. Babası ve kardeşinin şiirlerinden başlayarak yaptığı nazîreler Râgıb Paşa, Şeyhülislâm Çelebizâde Âsım, Haşmet, Nâbî, Nedîm ve Râşid’e kadar uzanır. Nazîrelerinin on dokuzunu hasrettiği kardeşi Mehmed Şerif Efendi nazîre yaptığı şairlerin en baş sırasında gelmekte, bunu nazîrelerinden onu ile babası Esad Efendi, sekiziyle Şeyhülislâm Çelebizâde Âsım Efendi, beş nazîre ile Râgıb Paşa, dörder nazîre ile de Haşmet ve Nâbî takip eder. Râcî ile Râşid’e de birer nazîre söylemiştir. Bunlardan bazıları, kendinden önce belirli bir manzume etrafında başka şairlerinkilerle başlamış bir nazîre zincirinin halkası olarak gelir. Bundan dolayı bu zincir içinde yer alan bir nazîresi sayıca birden fazla şaire yapılmış gibi görünür. Babası ile kardeşine yaptığı nazîrelerin bir kısmı bu durumdadır. Babasını ve Cevrî’yi tahmis de etmiş olan Fıtnat’ın nazireleri, asılları yanında silik düşmeleri bir tarafa onlarla başabaş bir söyleyiş değeri gösterir. Bunların asılları derecesinde güzel ve kuvvetli oluşu Fıtnat’ın edebî kültürü kadar sanat kabiliyetinden ileri gelen bir neticedir.

Fıtnat Hanım’ın şiirinde yer yer öne çıkan hikemî tavırla kanaat ve istiğna düşüncesi etrafında bir merkezleşme dikkati çeker. Nâbî’ninki gibi “kanaat” redifiyle başlı başına bir manzume de kaleme almış olan Fıtnat kanaati üstün bir insanî meziyet, yüksek bir moral değer olarak yüceltmektedir. Belki de babasının uğradığı çeşitli azillerin tesiriyle parlak


mevki ve makamların yerine istiğnâ ve kanaat köşesini çok daha üstün tutar.

Divanı Mihrî Hatun, Leylâ Hanım ve Şeref Hanım’ın divanları yanında hacimce küçük kaldığı halde Fıtnat onların hepsinden daha fazla kendisinden bahsettirmiş, antolojilere girmiş şiirleriyle kendini edebiyat tarihine ve yılların eskimeyen zevkine kabul ettirmesini bilmiştir. Sınırlı mazmunları değişik ve ustaca söyleyişlere dökme kabiliyeti, yerli yerine oturmuş sağlam ifadesi, özellikle birer darbımesel kuvvetindeki çeşitli mısralarını yazıldıklarından bu yana hafızaların ortaklaşa malı olmasını sağlamıştır.

Çok tutunmuş dört de şarkı güftesi bulunan Fıtnat’ın meşhur gazellerinden bazıları bestelenmek suretiyle daha da yaygınlık kazanmıştır. “Âferin erbâb-ı aşkın kuvvet-i bâzûsuna” mısraı ile dillerden düşmeyen gazeli hemen yazıldığı çağda bestekâr Halim Ağa (ö. 1789) tarafından hicaz makamında, “Güller kızarır şerm ile ol gonca gülünce” mısraı ile başlayan ve kendisinden bahsedenler kadar kendisinden yapılan seçmeler için vazgeçilmez şiiri olan gazeli ise XIX. asır sonlarında bestekâr İbrâhim Ağa tarafından hicâz-ı hümâyun makamında ve nakış ağır semai usulünde, ikinci defa olarak da Bolâhenk Nûri Bey tarafından hüseynî makamı ile nakış aksak semâi olarak bestelenmiştir (Hayri Yenigün, “Türk Mûsikisi Âleminde Kadın Şairlerimiz”, TY, nr. 269, Haziran 1957, s. 932-934).

Fıtnat Hanım’ın şairliğinde dikkat çeken bir taraf da lugaz ve muamma yazmaktan çok hoşlanmasıdır. Muammaları devrinin simalarına olan ilgisini aksettirir. Kaleme aldığı zarif lugazlar arasında “cemre” için olanı çok beğenilmiş ve meşhur olmuştur.

Fıtnat’ın şöhretini sağlayan divanı klasik edebiyatın ilk safta gelen şairlerinki kadar ilgi görmüş, devamlı istinsahlarla elden ele dolaşmıştır. Bugün sadece İstanbul kütüphanelerinde otuzun üstünde yazma nüshası vardır. Ayrıca her divan şairine nasip olmamış şekilde divanı dört defa basılmıştır.

Fıtnat divanının nüshaları iki ayrı tertibe dayanır. İlk tertibi III. Mustafa zamanında meydana getirilmiştir. Kasidelerinden üçü bu tertipte yer alırken gazel sayısı henüz kırkı bile bulmaz. Bundan sonra Fıtnat Hanım divanını I. Abdülhamid’in saltanatı sırasında ikinci defa tertiplemiştir. Bu yeni tertip birincideki manzumeleri aynen muhafaza ederken Fıtnat’ın 1193 (1779) yılı içindekilere kadar olan sonraki manzumelerini bir araya getirmektedir. Divanın, Fıtnat’ın el yazısı ile olduğu anlaşılan ve manzumelerin sıraya konmamış bir şekilde yazıldığı ilk tertibine ait müsveddesi İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (TY, nr. 2926). Sayıları zengin bir koleksiyon tutan buradaki Fıtnat divanı nüshalarından en güzeli Kevâkibîzâde Mustafa Râcih’in nefis ta’likiyle yazılmış fasıl başları tezhipli nüshadır (TY, nr. 1777).

Divanın dört baskısından biri ötekilerden daha büyük kıtada olarak Bulak’ta yapılmıştır. Manzume miktarı eksik olan bu baskıda Fıtnat’ın tamamlanmamış gazelleriyle rubâîleri ve manzum arz-ı hâli yer almamıştır. En iyi ve en güvenilir baskı, 1264 Ramazanında (Ağustos 1848) Matbaa-i Âmire’de yapılmış taşbaskıdır. Bunu, 1286 Muharreminde (Nisan 1869) Tasvîr-i Efkâr Matbaası’nda dizgi ile ve daha büyükçe boyda yapılmış baskı takip eder. Yazma nüshaların bazılarında na’tına sonradan ilâve edilen on üç kıta ile gazel ve tarihlerden de bazı beyitler burada eksiktir. Bu baskı üzerinden tarihsiz olarak bir taş baskısı daha yapılmıştır. Bu baskıdaki hatalar Tasvîr-i Efkâr Matbaası baskısına nazaran fazladır. İbrahim Hakkı Konyalı’nın matbu Fıtnat divanlarının hepsinin eksik olduğu iddiası ise (Alanya, s. 407) mübalağalıdır. İki taş baskısı ile 1286’daki (1869) Tasvîr-i Efkâr Matbaası baskısının tam olan yazma nüshalardan eksik tarafları belirtilenlerden fazla değildir.

Fıtnat Hanım’ın şöhret bulmuş, beğenilmiş şiirlerinden bazılarının XIX. yüzyılın başından itibaren Batı dillerine yapılmış şu tercümeleri görülür: Rosenzweig, “Gasele der türkischen Dichterin Fitnet, Text und Übersetzung” (Fundgruben des Orients, I [1809], s. 234-235); Ch. Schefer, “Poésie turque: Fitnet, femme-poète du XVIIIe siècle” (Revue de l’Orient, 2, [1843], s. 91-93). A History of Ottoman Poetry’sinde Fıtnat’a takdir dolu sayfalar ayıran H. W. Gibb, burada ondan seçtiği beş şiirin tercümelerini verdiği gibi (1905), ondan önce Turkish Litterature adlı eserinde de (London 1882) bir gazeliyle müseddesinin İngilizce manzum tercümelerini yapmıştır.

Klasik edebiyatta kendini göstermiş kadın şairlerin en kuvvetlisi ve en meşhuru kabul edilmekle beraber, zamanımız müelliflerinin bazılarınca şairliğinin zayıf bir tarafı olarak genellikle mazmunlarının darlığı ve hayal gücünün fazla olmadığı söz konusu edilir. Hakkında en fazla tekrarlanan hüküm olarak da divan şiirinde şairin hüviyet ve sıfatı ne olursa olsun belirli bir teşrifata uymak, belirli mazmunlar dairesinde kalmak mecburiyeti içinde bulunduğu düşünülmeksizin, bir de öbür kadın şairlerde sanki durum daha başkaymış gibi Fıtnat’ın şiirlerinde kadınlığını hissettiremediği, kadınlığa mahsus duygular ifade edemediği, duygularında ve işlediği mazmunlarda erkek şairlerden farksız olduğu üzerinde durulur. Öte yandan onun ünlü erkek şairler kadar kabiliyet gösterdiği, onlardan hiç de aşağı kalmadığı kanaatinde olanlar az değildir. İmajları ve mazmunları yönünden değerlendirilişi farklı olsa da dilinin pürüzsüzlüğü ve ifade sağlamlığı daima ve herkesçe teslim edilegelmiştir. Bir kadın şair olarak emsalinden ise her zaman üstün sayılmıştır.

Şöhreti ve şairliği hakkındaki takdirler kendisi daha hayatta iken başlayan


Fıtnat için, Halep’ten İstanbul’a gelişinde onu tanımış ve kendisine gönderdiği divanını incelemiş olan XVIII. asır tarih ve biyografi müellifi Murâdî, “Zamanının şairleri içinde onun mertebesinde şiir söyleyen azdır” der. XIX. asrın sonlarına gelinirken Fıtnat, üzerinde gittikçe artan bir ilgi ve takdirle karşılaşılır. “Hanımefendi hazretleri” diye bahsettiği Fıtnat’ın Türk kadınları içinde birinci derecede şöhrete eriştiğini söyleyen ve ona devrinin edebiyatında imtiyazlı bir yer tanıyan Nâmık Kemal kendisini imaj cihetinden Fuzûlî ve Nedîm’den geride, diğer şairlerden ise üstün bulur (Nâmık Kemal’in Talim-i Edebiyat Üzerine Risalesi, nşr. Necmettin Halil Onan, Ankara 1950, s. 25-26). Güzelliğiyle şöhret bulmuş, beğenilmiş bazı şiirleri meydanda dururken Ziyâ Paşa’nın bunları Harâbât’a almayışını tenkit eder (Tahrîb-i Hârâbat, İstanbul 1304, s. 116). İslâm dünyasının tanınmış kadınlarını toplu bir şekilde ele alan Mehmed Zihni Efendi onu şiirde çok ileri derecede maharete sahip görmektedir. Arap kadın şairi Adeviyye bint Me’mûn ile yaptığı bir mazmun mukayesesinde ikisinde de müşterek olan bir mazmunu ifadede Fıtnat’ı ondan çok daha başarılı bulur (Meşâhîrü’n-nisâ, I, 193). Muallim Nâci de şöhreti ve şiirdeki usta seviyesi dolayısıyla ona “meliketü’ş-şuârâ” unvanının yakışacağını söyler.

1890’lı yıllardan bu yana Fıtnat Hanım, hakkında takdir dolu yazılarla artan bir şekilde ele alınırken ortaya konulmuş hemen her edebiyat tarihi kitabında değişik ölçülerde olsa da kendisine yer verilen bir şair olur. Tabii bunlarda haklı olarak hiçbir zaman divan şiirinin büyük üstatları safında görülmemiş, fakat diğer şairlerle aynı ayarda, hatta bazan daha da üstün tutulmuştur. Onun etrafında teşekkül eden literatürde “zamanının yegânesi, varlığı ile Osmanlılığın iftihar edeceği bir kadın olduğu”, “böyle bir kadının en ileri milletlerin bile kadınlarına şeref vereceği” gibi hüküm ve değerlendirmelerle karşılaşılır. Yaşadığı ortamı aşmış, Osmanlı kadınlığının sesini duyurmuş bir kadın olarak kendisine saygı gösterilir, ismini edebiyat tarihinin hürmetle anacağı kadınlardan biri olduğu ifade edilir.

Divan edebiyatında kendisinden sonra gelen kadın şairler onu bir zirve gibi görmüşler, kendilerinin onun mertebesine erişebilecek kabiliyet ve seviyede olmadıklarını ifade etme ihtiyacını duymuşlardır. Şiirleri onunkinden sayıca çok fazla olan Leylâ Hanım (ö. 1847), “Fıtnat merhûmeyi tanzîre yoktur kudretim / Hâme taksîrin bilip nâçâr kendin gösterir” derken (Dîvân-ı Leylâ Hanım, İstanbul, ts., s. 59) divanı onunkinden birkaç misli hacimde olan Şeref Hanım da (ö. 1861) onun gibi bir kadın şairin bir daha kolay kolay gelmeyeceğini itiraf eder: “Hâh ü nâhah Şeref kadrini bilsin yârân / Âleme bir dahi Leylâ ile Fıtnat gelmez” (Dîvân-ı Şeref Hanım, İstanbul 1292, s. 23).

Fıtnat’ın şiirdeki şöhretinden başka nesir vadisinde de kaleminin kuvvetinden bahsedilmiş, güzel mensur yazıları olduğu haber verilmiştir. İçindeki ipuçlarından, kardeşi Mehmed Şerif Efendi tarafından daha şeyhülislâm olmadan önceki bir tarihte kendisine gönderildiğini tesbit ettiğimiz nevruz münasebetiyle yazılmış aile içi bir mektuba verdiği cevap, onun eski münşiyâne nesir sanatına hâkimiyetini gösteren bir örnek olarak elde bulunmaktadır ([Mustafa Refik], Letâif-i İnşâ, İstanbul 1282, s. 30-33; bu metin bir kısmı ile Mecmua-i Âsâr, nr. 5, 1299, s. 135-137’de de mevcuttur).

Fıtnat Hanım’ın adını, şiiriyle kazandığı şöhret ve takdir yanında şahsiyeti etrafında meydana gelmiş fıkralar da ayrıca yaşatmıştır. Hazırcevaplığı ve irticâlen şiir söyleme kabiliyeti, kendisiyle Râgıb Paşa ve şair Haşmet arasında geçtiği rivayet edilen bazı fıkraların doğmasına yol açmıştır. Ağızdan ağıza dolaşan, çeşitli letâif kitaplarına da birtakım varyantlarla geçen, bir kısmı hayal mahsulü ve açık saçık mahiyette olan bu nükteli fıkraların dayandığı esas yazılı eski kaynaklar tesbit edilebilmiş değildir. Bunlardan biri, balmumcu güzeli fıkrasında olduğu üzere diğer kadın şair Leylâ Hanım’a isnat olunduğu gibi (meselâ bk. Meşâhîrü’n-nisâ, II, 195) bazıları da başka fıkra kahramanlarına ait iken ona mal edilmiş durumdadır (hakkındaki fıkraların bir kısmı için bk. Nevâdirü’z-zürefâ, İstanbul, ts., III, 278-279; Mehmed Tevfik, Hazîne-i Letâif, İstanbul 1302, s. 6; Fatma Aliyye, Ma‘lûmat, XI/245, s. 96; Fâik Reşad, Külliyyât-ı Letâif, İstanbul 1328, I, 126; Gibb, HOP, 1905, IV, 153; Atsız, “Koca Ragıp Paşa, Haşmet ve Fıtnat Hanım Arasında Şakalar”, Çınaraltı, nr. 3, 23 Ağustos 1941, s. 5; Hilmi Yücebaş, Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, İstanbul 1976, s. 160-163).

BİBLİYOGRAFYA:

Müstakîmzâde Süleyman Sâdeddin, Mecelletü’n-nisâb, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 628, vr. 340a-b; Murâdî, Silkü’d-dürer, Halep 1291, II, 117-118; Fatîn, Tezkire, s. 214, 330-331; Mehmed Zihni, Meşâhîrü’n-nisâ, İstanbul 1295, I, 193; II, 140-142; Ahmed Rifat, Lugat-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1300, V, 206; Muallim Nâci, “Numûne-i İntihâb: Fıtnat”, Mecmûa-i Muallim, nr. 48, İstanbul 27 Zilhicce 1305, s. 189-190; a.mlf., Esâmî, İstanbul 1308, s. 219-250; Ahmed Muhtar, Şair Hanımlarımız, İstanbul 1311, s. 40-42; Kāmusü’l-a‘lâm (1314), V, 3416-3417; Sicill-i Osmânî (1315), IV, 24-25; Mehmed Celâl, “Fıtnat”, Terakkî sene 2, nr. 3, İstanbul 29 Rebîülâhir 1316, s. 17-18; Fatma Aliyye, “Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâm”, Ma‘lûmat, XI/245, 22 Rebîülevvel 1318, s. 95-96; Rızâeddin b. Fahreddin, Meşhur Hatunlar, Orenburg 1904, s. 345-347; Gibb, HOP, 1905, IV, 150-159; K. J. Basmadjian, Essai sur l’histoire de la littérature ottomane, İstanbul 1910, s. 144-145; Şehâbeddin Süleyman, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, İstanbul 1328, s. 218-220; Ali Kemal, “Fıtnat”, Peyâm. Edebî İlâve, nr. 4, 19 Kânunıevvel 1329, s. 1; M. Ekrem, “Fıtnat Hanım”, a.e., nr. 37, 22 Mayıs 1330, s. 5; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, I, 372; Osmanlı Müellifleri (1338), II, 368-370; İbrahim Necmi [Dilmen], Târîh-i Edebiyyât Dersleri, İstanbul 1338, I, 219-220; Ali Cânib [Yöntem], “Zübeyde Fıtnat Hanım”, YM, nr. 30, 31 Kânunusâni 1918, s. 73-76; a.mlf., “Fıtnat Hanım”, HM, nr. 92, 30 Ağustos 1928, s. 6-7; a.mlf., “Fıtnat”, İA (1947), IV, 626-627; Sadeddin Nüzhet [Ergun], Türk Edebiyatı ve Numûneleri, İstanbul 1931, s. 501-502, 569-570; İsmail Hikmet, Koca Rayıp Paşa ve Fıtnat, İstanbul 1933, s. 26-32; Mehmet Halit [Bayrı], “Fitnat Hanım”, AYB, nr. 19-20, Ağustos 1933, s. 298-300; Âgâh Sırrı Levend, Edebiyat Tarihi Dersleri, İstanbul 1933, s. 345; “Fıŧnet”, EI, III, 115; Murat Uraz, Kadın Şair ve Muharrirlerimiz, İstanbul 1941, s. 32; Konyalı, Alanya (Alâiyye), İstanbul 1946, s. 402-410, 426; Ferit Ragıb Tuncor, “Türk Kadm Şairleri: Fıtnat [Zübeyde]”, Kadın Gazetesi, nr. 177, 17 Temmuz 1950; nr. 178, 24 Temmuz,, 1950; Abdülbaki Gölpınarlı, Divan Şiiri XVIII. Yüzyıl, İstanbul 1955, s. 15, 105-108; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 1959, IV/2, s. 549; Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi [1948], s. 142-143; Karatay, Türkçe Yazmalar (1961), II, 209-210; F. Taeschner, “Die osmanische Literatur”, HOr., V/l (1963), s. 324; Walther Björkmann, “Die klassisch - osmanische Literatur”, Ph. TF, II (1964), s. 449; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi (1970), s. 526 [R. Ekrem Koçu], “Fıtnat Hanım”, İst A, XI (1971), s. 5806-5807; Banarlı, RTET (1977), II, 768-770, 977; Sedit Yüksel, “Koca Ragıp Paşa’nın Sanatında ve Yaşantısında Haşmet’in ve Fıtnat’ın Yeri”, TDe., VII (1977), 32-33; Fahir İz, “Fıŧnat”, EI² (İng.), II (1977), s. 953; Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1985, III, 921-922; Hasan Aksoy - Nermin Pekin, “Fıtnat Hanım”, TDEA, III (1979), s. 223; Büyük Türk Klâsikleri (1988), VII, 11 - 15; TYDK, III, 832-840.

Ömer Faruk Akün