FERÂİD

الفرائد

Cümle içinde yerine başkası konulamayacak derecede güzel ve eşsiz kelimeler anlamında belâgat terimi.

“Tek, yalnız, eşsiz olmak” anlamındaki ferd kökünden türeyen ferîd veya ferîdenin çoğulu olup “çok kıymetli cevherler; inci gerdanlıkta inci tanelerinin arasına dizilmiş altın, zebercet, yakut ve büyük taneli inciler; gerdanlığın ortasındaki en değerli ve en büyük mücevher” anlamlarına gelir. Bu mânalarla ilgili olarak insanlar arasında ilim, ahlâk vb. vasıflarla temayüz etmiş kimseler için tabakat ve biyografi eserlerinde “ferîdü dehrihî, ferîdü asrihî” (devrinin yegânesi, çağının eşsiz adamı) gibi övgü ifadelerine sıkça rastlanır. Belâgatta ferâid, “şiir veya nesirde güzel, emsalsiz ve yeri doldurulamaz kelimeler” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, hadislerde ve Arap şiirinde bunun pek çok örneği vardır.

Ferâid, bedîî sanatlara dair eser vermiş olan İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî’nin


(ö.654/1256) bulduğu edebî sanatlardan biridir (BedîǾ’l-Ķurǿân, s. 287; Taĥrîrü’t-taħbîr, s. 576). Kendisinden önce yaşayan Ebû Hilâl el-Askerî, İbn Sinân el-Hafâcî ve Ziyâeddin İbnü’l-Esîr gibi belâgatçılar kelimenin fesahati bahsinde bunun şartlarından söz etmişlerse de bu konuda belli bir terim kullanmamışlardır. Esasen ferâid, belâgattan ziyade hem sözün hem de kelimelerin lafız ve mâna güzelliği demek olan fesahatla ilgili bir terimdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “dağ” anlamına gelen cibâl, tavd, a‘lâm kelimeleri şu âyetlerdeki kullanılışları ile birer ferâid örneği teşkil eder: ’’وهي تجري بهم في موج كالجبال‘‘ (Nûh’un gemisi onları dağlar gibi dalgalar içinde götürürken ... [Hûd 11/42]); ’’فانفلق فكان كل فرق كالطود العظيم‘‘ (Deniz yarıldı ve her parçası bir ulu dağ gibi oldu [eş-Şuarâ 26/63]); ’’وله الجوار المنشئات في البحر كالأعلام‘‘ (Denizde yüce dağlar gibi yükselen gemiler O’nundur [er-Rahmân 55/24]). Teşbih unsuru olarak geçen bu üç kelimeden cibâl ile tavd azamet tasvirinde kullanılmasına rağmen dalgaların teşbihinde cibâlin, dalgalardan daha büyük deniz yarımı için tavdın seçilmesi; denizlerde süzülerek giden gemilerin teşbihinde ise azamet ve güzellik tasviri sözkonusu olduğundan hem yüce dağ, hem de bir milletin bağımsızlığını ifade etmek üzere “göklerde dalgalanan bayrak” anlamına gelen a’lâmın tercih edilmesi ilâhî kelâma has eşsiz nüanslardır ’’فمن زحزح عن النار وأدخل الجنة فقد فاز‘‘ (Kim ateşten çekilip çıkarılmış ve cennete konulmuşsa kurtuluşa ermiştir [Â1-i İmrân 3/185]) âyetindeki “zuhziha” kelimesi, anlamıyla olduğu kadar söylenişiyle de ateşe düşen bir kimseyi güçlükle kurtarma ameliyesini duyurması bakımından yeri doldurulamaz bir konumdadır. Yine ’’ريح صرصر عاتية‘‘ (Hırçın ve azgın rüzgâr... [el-Hâkka 69/6]) âyetinde rüzgârın sıfatı olarak kullanılan “sarsar”, rüzgârın şiddetini lafzıyla da hissettirmesi bakımından kelime dizisi içinde en uygun kelimedir. Aynı şekilde “hâine” (hainlik, hıyanet) kelimesi herkesçe bilinip kullanılmasına rağmen şu âyette “a‘yün” ile oluşturduğu tamlamada canlı bir anlam kazanmıştır ’’يعلم خائنة الأعين وما تخفي الصدور‘‘ (Allah gözlerin hain bakışlarını ve gönüllerin gizlediğini bilir [Gāfir 40/19]). Aslında soyut bir kavram olan hıyanet bu tamlamada sanki gözlere yansımış, gözlerden ve bakışlardan okunan somut bir nitelik kazanmıştır.

Aşağıdaki âyetlerde geçen “hashasa” (ortaya çıktı), “füzzi’a” (korku ve ürperti giderildi), “er-refeŝü” (cinsel ilişkiye dair sözler söylemek [cinsel ilişkiden kinaye]), “ehüşşü bihâ” (onunla ağaçların yapraklarını silkerim) kelimeleri, hem söyleniş güzelliği hem de cümle içerisindeki mükemmel konumları sebebiyle diğer kelimeler arasında birer inci mesabesindedir ’’الآن حصحص الحق‘‘ (Şimdi gerçek ortaya çıktı [Yûsuf 12/51]); ’’حتى إذا فزع عن قلوبهم‘‘ (Onların gönüllerinden korku giderilince... [Sebe 34/23]); ’’أحلّ لكم ليلة الصيام الرفث إلى نسائكم‘‘ (Oruç gecesi kadınlarınızla birleşmeniz size helâl kılındı [el-Bakara 2/187]); ’’هي عصاي أتوكأ عليها وأهش بها على غنمي‘‘ (O asâmdır; ona dayanırım; davarlarıma onunla yaprak silkerim [Tâha 20/18]). Eşsiz bir lafız-mâna bütünlüğü sergileyen bu kelimelerden “ehüşşü” silkelenen dal ve yaprakların hışırtısını, “füzzi’a” da uzaklaşan korkunun vızıltısını hissettirir gibidir. Şu iki âyeti oluşturan kelimelerin hepsi söyleniş güzelliği ve yerlerindeki mükemmel uyumla birer ferîdedir: ’’فلمّا استيأسوا منه خلصوا نجيّاً‘‘ (Yûsuf’un kardeşleri onu [Bünyâmin’i] kurtarmaktan ümit kesince meseleyi aralarında görüşmek üzere bir tarafa çekildiler [Yûsuf 12/80]); ’’فإذا نزل بساحتهم فساء صباح المنذرين‘‘ (Azap yurtlarına iniverince uyarılan, fakat yola gelmeyenlerin sabah baskını ne kötü oldu [es-Saffât 37/177]).

Hz. Peygamberin, “İŝtezkirü’l-Ķurǿâne fe-innehû eşeddü tefaśśıyen min śu-dûri’r-ricâli mine’n-ne’ami” (Kur’ân’ı çok müzakere edin. Çünkü o insanların hâfızalarından, bağını koparıp kaçan davardan daha çabuk kurtulup kaybolur [Buharî, “Fezâǿilü’l-ĶurǾân”, 23]) hadisindeki “tefassıyen” ile Hz. Âişe’nin, “İżâ źükire’ś-śâliĥûne fe-ĥayye helen biǾÖmere” (Sâlihler zikredilince hemen Ömer’e gel [Müsned, VI, 148]) sözündeki “fe-hayye helen” kelimeleri ferâidle ilgili çarpıcı örneklerdir.

Arap şiirinde de ferâidin örneklerini bol miktarda bulmak mümkündür. Ebû Nüvâs’ın, “Ve keenne Sü’dâ iź tüveddiǾunâ-Ve ķad işraǿebbe’d-demǾu en-yekifâ” (Sü’dâ bize veda ederken sanki göz yaşları boşalmak üzereydi) beytindeki (Dîvân, s. 360) “işraebbe” (bakmak için boyun uzattı) hem telaffuzu hem de anlamıyla, dökülmeye hazır dolu dolu göz yaşlarını çok güzel bir şekilde tasvir etmektedir. Ebû Temmâm’ın, “Ve ķıdmen küntü maǾsûle’l-emânî/Ve meǿdûme’l-ķavâfî bi’s-sedâdî” (Eskiden benim düşlerim gerçeklik balına, şiirlerim de doğruluk katığına bandırılmıştı) beytindeki (Dîvân, s. 41) “ma’sûl” (bala bandırılmış) ve “me’dûm” (katığa bulanmış) kelimeleri ifadeye kazandırdıkları derinlikle mükemmel bir konuma sahiptirler. Safiyyüddin el-Hillî’nin, “Ve menlehû ĥâvere’l-cižǾu’l-yebîsü/Ve men bi-keffihî evraķat Ǿacrâǿü min selemî” (Kuru hurma kütüğünün kendisiyle konuştuğu, budaklı palamut dalının avucunda yaprak verdiği) beytindeki (Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye, s. 245) “acrâü” (budaklı, kuru dal/sopa) kelimesi de yerine tam oturmuştur.

Ferâid kelimesi ayrıca terim anlamıyla ilgisi bulunmadan çeşitli ilimlere dair yüzden fazla esere isim olmuştur (bk. Keşfü’ž-žunûn, II, 1242-1243; İžâĥu’l-meknûn, II, 181-184; Âgā Büzurg-i Tahrânî, XVII, 131-144).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânû’l-Arab, “frd, fśy, ĥyy”, md.leri; Tehânevî, Keşşâf, II, 1107; Tâcü’l-Ǿarûs, “frd” md.; Kāmûs Tercümesi, “frd” md.; Lane, Lexion, “frd” md.; Müsned, VI, 148; Buhârî, “FeżâǾilü’l-KurǾân”, 23; Ebû Nüvâs, Dîvân, Beyrut 1407/1987, s. 360; Ebû Temmâm, Dîvân, İstanbul 1294, s. 41; İbn Ebü’l-İsba’, Taĥrîrü’t-taħbîr fî Ǿilmi’l-bedîǾ (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 576-578; a.mlf., BedîǾul-Ķurǿân (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire, ts., s. 287-288; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 245-246; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb, Kahire 1307, s. 372; Süyûtî, el-İtķān (Beyrut), II, 201; a.mlf., MuǾterekü’l-aķrân fî iǾcâzi’l-Ķurǿân (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), Kahire 1973, I, 407-408; Keşfü’z-žunûn, II, 1242-1243; İżâĥu’l-meknûn, II, 181-184; Âişe el-Bâûniyye, el-Fetĥul-mübîn (İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb içinde), Kahire 1307, s. 451-453; Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 151; Bedevî Tabâne, MuǾcemü’l-belâġāti’l-Arabiyye, Riya d 1402/1982, II, 531-632; Âgā Büzürg-i Tahrânî, eź-Źerîa ilâ teśânîfi’ş-ŞîǾa, Beyrut 1403/1983, XVII, 131-144; Cebbûr Abdünnûr, el-MuǾcemu’l-edebî, Beyrut 1984, s. 189-190; Mîşâl Âsî - Emil Bedî‘ Ya’kūb, el-MuǾcemü’l-mufaśśşal fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1987, II, 921; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġiyye, Bağdad 1407/1987, III, 103-104.

Tevfik Rüştü Topuzoğlu