FÂTIR SÛRESİ

سورة فاطر

Kur’ân-ı Kerîm’in otuz beşinci sûresi.

Adını ilk âyette geçen “fâtır” kelimesinden alır. Aynı âyette yer alan “melâike” kelimesinden dolayı Melâike sûresi diye de adlandırılmıştır. Sûre, Mekke devrinin ortalarında Habeşistan’a hicret olayından sonra ve mi‘racdan önce nâzil olmuştur (Abdullah Mahmûd Şehhâte, I, 319). Kırk beş âyet olup fâsıla*ları (ا‘ ب‘ د‘ ر‘ ز‘ ن ) harfleridir.

“Yarmak, kabuğunu yarıp ortaya çıkmak, yaratıp ortaya çıkarmak” anlamındaki fatr kökünden türeyen fâtır kelimesi sûrenin başında Allah ismine sıfat olmuştur. Buna göre, “Göklerin ve yerin fâtırı olan Allah’a hamdolsun” demek, “Gökleri ve yeri yok iken yaratan, onları yeni ve sürekli oluşumlara uğratacak olan Allah’a hamdolsun” anlamına gelir.

Sûrenin diğer âyetleri ağırlıklı olarak birinci âyetin tefsiri niteliğinde olup esas gaye Allah’ın varlığına, birliğine, O’nun eşsiz yaratıcı kudretine delâlet eden kevnî alâmetleri tanıtmak, bunun yanında nübüvvet müessesesinin ve âhiret inancının önemini vurgulamak, hidayet-dalâlet sebeplerini göstermek, hak-bâtıl mücadelesinin sonuçlarına işaret etmektir. Bu arada sûrede şu konulara yer verildiği görülür: Melekler kendilerine has vasıflarıyla Allah tarafından yaratılmış varlıklar olup O’nun emirlerini ilgili yerlere ulaştırmak, nimet ve lutuflarını dağıtmakla görevlendirilmişlerdir. İnsanların gerçeklerden yüz çevirmeleri kendilerini beğenmek, geçici dünya zevklerine düşkün olmak, şeytana uyup kötü işleri güzel görmek gibi faktörlerden kaynaklanmaktadır. Öyleyse Allah resulünün onlar için fazlaca üzülüp kendini harap etmesi gerekmez. Şan ve şeref, yücelik ve ululuk yalnız Allah’a mahsustur. İnanmayanlar O’nun mutlak kudreti karşısında hiçbir güce sahip değildirler. Canlıların hayatiyeti için çok önemli olan yağmuru koyduğu kurallar çerçevesinde


yağdırıp ölü toprağa hayat veren de ölüleri benzer bir şekilde diriltecek olan da O’dur (âyet 1-10). Sûrenin bundan sonraki kısmında ilk insanın yaratılışının, insanların ve diğer canlıların üreyip uzun veya kısa bir ömür sürmelerinin Allah’ın ilim ve kudreti çerçevesinde olduğu ifade edilir. İnsanların beslenmesine katkıda bulunan, bazı süs eşyalarını sağlayan ve ulaşımlarını kolaylaştıran denizler, ayrıca yer küresinde hayatın oluşmasını ve devam etmesini temin eden kozmik yapının mevcudiyeti ve işleyişi de O’nun kudreti sayesinde olmaktadır. Halbuki tanrı diye tapınılan putlar, böyle harikalar yaratmak bir yana kendilerine tapanların çağrılarına bile bu dünyada ve âhirette cevap vermekten âcizdirler (âyet 11-14). Bundan sonra gelen üç âyette insanoğlunun Allah karşısındaki aczi ve her bakımdan O’na olan ihtiyacı dile getirilir: Allah’ın dilediği takdirde bir toplumu yok edip onun yerine yepyeni bir nesil getirebileceği vurgulanır. Mekke müşriklerine tehdit gibi görünen bu âyetler, putperest toplumun yok olup gideceğini ve Allah’ın izniyle onun yerine yepyeni bir iman topluluğunun geçeceğini dolaylı bir şekilde müjdelemektedir.

Fâtır sûresinin daha sonraki âyetlerinde nübüvvet meselesine geçilir. Burada dinî gerçekleri benimseme ve yaşama sorumluluğunun şahsî olduğu ifade edilir ve hiçbir İnsanın başkasının günahını yüklenmeyeceği hatırlatılır. Dinî hayatın gayba inanmak, kulluğun da namaz kılmakla başladığı açıklanır; mânevî arınmanın, her ferdin şahsî kararı ve psikolojik potansiyelini o yöne çevirmesiyle mümkün olabileceği hususu dile getirilir. Bu açıdan insanlar, yeteneklerini gerçeklere karşı açık tutanlar ve kapalı bulunduranlar olmak üzere iki gruba ayrılır. Birinci grup mânevî hayatını sürdüren ve “gözü gören” zümredir; ikinci grup ise ölüler ve körler gibidir. Bu psikolojik ve sosyal realite içinde peygamber sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyici durumundadır. Peygamberlerin tekzip edilmesi insanlık tarihi boyunca süregelen sosyolojik bir olaydır ve bu vakıa eski milletlerin helak edilmesi sonucunu doğurmuştur (âyet 18-26). Bunun ardından gelen âyetlerde canlı ve cansız kâinatın yaratılış ve işleyişine dikkat çekilir, tabiatı inceleyen âlimlerin onun yaratıcısının azamet ve yüceliğini idrak edebilecekleri ifade edilir. Buna bağlı olarak Allah’ın kitabını okuyanların, namaz kılanların ve servetlerinden başkalarını bolca faydalandıranların Allah’ın lutuf ve keremine nâil olacakları müjdelenir. Sonuç olarak insanlar dünyadaki tutum ve davranışları açısından müminler (seçilmişler) ve kâfirler olmak üzere iki gruba ayrılır; her iki grubun âhiretteki hayatları özlü biçimde tasvir edilir (âyet 27-37).

Sûrenin son bölümünde (âyet 38-45) tevhid ve nübüvvet esasında hidayet ve dalâlet konusu işlenmektedir. Bölümün ilk âyetinde kâinatın bütün sırlarını, olmuş ve olacak bütün olayları yalnızca Allah’ın bildiği ifade edildikten sonra insanların yer yüzünde ilâhî talimatı uygulamakla görevlendirildiği belirtilir. Bu yüce ve aslî görevini ihmal edip kâinatın hâkimi olan Allah’a karşı nankörce davrananlar sadece kendilerine zarar vermiş olurlar. Onlara bir peygamber geldiği takdirde gerçeğe herkesten çok bağlı kalacaklarına dair yemin eden öyle gruplar var ki hak peygamber zuhur edip davete başlayınca bunlar sürekli olarak haktan uzaklaşırlar. Bunun sebebi büyüklük taslamaları ve hile, tuzak peşinde koşmalarıdır. Halbuki Allah’ın değişmez kanununa göre kişi kurduğu tuzağa kendisi düşer. Fâtır sûresi, Allah’ın her şeyi bildiği ve her şeye gücü yettiği halde insanları amelleri sebebiyle hemen cezalandırmadığını, onları kendince mâlum olan bir zamana ertelediğini bildiren uyarıcı bir âyetle son bulur.

Fâtır sûresinin faziletine dair Übey b. Kâ‘b’dan rivayet edilen (bk. Zemahşerî, III, 489; Beyzâvî, IV, 119), “Melâike sûresini okuyan kimseye cennetin bütün kapıları, ‘hangi kapıdan istersen gir’ diye seslenir” anlamındaki hadisin sabit olmadığı kabul edilmiştir (İbnü’l-Cevzî, I, 239-242; Zerkeşî, I, 432).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ftr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ftr” md.; Buhârî, “Tefsîr”, 35; Tirmizî, “Tefsîr”, 36; Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1373/1953, III, 489; İbnü’l-Cevzî, el-MevzuǾât (nşr. Abdurrahman Muhammed Osman), Medine 1386/1966, I, 239-242; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, İstanbul 1283, IV, 119; Zerkeşî, el-Burhân, I, 432; İbn Hacer, el-Kafi’ş-şâf fî tahrîci ehâdîsi’l-Keşşaf (el-Keşşâf içinde), Kahire 1373/1953, III, 489; Süyûtî, el-İtkân (Bugâ), I, 28, 29, 31, 81, 82; a.mlf., Esbâbü’n-nüzûl, Kahire 1986, s. 166; Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ve makâsıdühâ fi’t-Kurǿâni’l-Kerîm, Kahire 1986, I, 319-323; Zuhûr Ahmed Azhar, “Fâtır”, UDMİ, XV, 88-90.

Emin Işık