FAS

المملكة المغربيّة

Afrika’nın kuzeybatısında İslâm ülkesi.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

İslâm dünyasında Mağrib ülkelerinden el-Mağribü’l-aksâ veya Cezîretü’l-Mağrib, Batı dünyasında Atlas ülkelerinden Maroc (Morocco) isimleriyle tanımlanır. Bugün resmî adı el-Memleketü’l-Mağribiyye’dir. 1985’te 22.900.000 olan, 1992’de 26.239.000’e ulaşan nüfusu ile Kuzey Afrika’nın en kalabalık devletidir. 1987’de Avrupa Topluluğu’na girmek için


başvuran Fas meşrutî krallıkla yönetilir. Başşehri, Atlas Okyanusu kıyısının kuzey kesiminde bulunan Rabat’tır.

Fransa’nın hâkimiyetinden kurtularak bağımsızlığını kazandığı 1956 yılında, güneyde Dirâ‘ vadisi ile sınırlanan ve esas itibariyle Atlas ülkeleri olarak bilinen coğrafî bölgenin sınırları içinde kalan 458.730 km2 bir alanı kaplıyordu. İspanyollar’ın 1976’da Batı Sahrâ’dan çekilmeleri üzerine bu eski sömürge toprakları önce Fas ve Moritanya arasında paylaşılmış, fakat 1979’da Moritanya kendi payına düşen kesimi terkedince 252.120 km2’lik yer kaplayan bütün Batı Sahra Fas tarafından ilhak edilmiş ve bu suretle ülkenin yüzölçümü yaklaşık 1/3 oranında artarak 710.850 km2’ye çıkmıştır. Bugünkü Fas toprakları kuzeyde Akdeniz kıyısından (İspanya’nın elinde tuttuğu Melîle ve Sebte hariç), güneyde Yengeç dönencesinin ötesindeki Cabo Bianco yakınlarına kadar, kuş ucumu 2200 km. boyunca uzanan ortalama 400 km. genişliğinde bir şerit görünümündedir. Bu şerit kuzeyde Akdeniz (kıyı uzunluğu 512 km.), batıda Atlas Okyanusu (kıyı uzunluğu 2934 km.), güneyde Moritanya ve doğuda Cezayir ile sınırlanmıştır. Bu yayılış alanı ve konumu bakımından Fas, gerek tabiat şartları gerekse beşerî ve iktisadî özellikleri açısından birbirinden farklı iki büyük bölgeden oluşur; Kuzeyde, ülkenin genişlemesinden önceki sınırları içinde bir Mağrib ve Atlas ülkesi olan asıl Fas, güneyde kurak bir çöl alanı olan Batı Sahra.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

Jeolojik yapısı, yüzey şekilleri ve Büyük Sahrâ’nın bazı etkilerine rağmen kuzey kesiminde hüküm süren Akdeniz iklimi ve Avrupa ile olan tarihî ilişkileri gibi sebeplerle bazı müelliflerin “Avrupa ve Afrika arasında bağ oluşturan ülke”, “güneyinde Afrikalı, kuzeyinde Avrupalı olan ülke” veya “Afrika ile Avrupa’nın kenetlendiği ülke” gibi tanımlamalarla söz ettikleri asıl Fas’ta (Kuzey Fas) reliyefin ana çizgilerini Atlas dağları adı verilen sıradağlar belirler. Alp sisteminin bir parçasını teşkil eden bu dağlar Fas topraklarında, yapı ve yükselti bakımından farklı olan ve birbirlerinden, araya giren çok defa faylarla sınırlanmış platolar ve ovalarla ayrılan dört sıra meydana getirirler. En kuzeyde, Akdeniz kıyıları boyunca denize doğru içbükey bir yay çizerek uzanan Rif Atlasları (er-Rîf) yer alır. Hemen kıyıda dik yamaçlarla başlayan ve kuvvetle kıvrılmış, çoğunlukla kum taşı, marn ve kalkerden oluşan Rif Atlasları orta yükseklikte olmalarına rağmen kıyı boyunca ve içerilere doğru ulaşımı güçleştiren bir rol oynamışlardır. Onların güneyinde, Fas’ın Atlas Okyanusu kıyıları ile Batı Cezayir’i birleştiren başlıca yolun izlediği Taze Geçidi’nin ötesinde başlayan Orta Atlas dağları (Cibâlü Atlasi’l-vustâ) güneybatıdan kuzeydoğuya doğru uzanan, çoğunlukla kireç taşından oluşmuş daha yüksek bir kütledir. Derin vadilerle yanlmış olan Orta Atlaslar, Fas’ın iki önemli akarsuyunu teşkil eden Muluya ve Ümmürrebî’in kaynak alanıdır; bu akarsuların ilki Akdeniz’e, ikincisi Atlas Okyanusu’na dökülür. Bu dağların batısında Rif Atlasları ile Orta Atlaslar arasında yükselmiş eski bir peneplen olan Orta Plato ile, onu batıdan sınırlayan bir fay hattının ötesindeki daha alçak Miknâs ve Ma‘mûre ovaları ve nihayet kıyıda Sebû nehrinin ve kollarının suladığı, alüvyonlarla kaplı zengin Garb ovası yer alır. Orta Atlaslar doğuda fay basamakları ile Muluya havzasına iner. Güneyde ise aynı doğrultuda uzanan ve bazan Büyük Atlaslar da denilen Yüksek Atlaslar’a bağlanır. Bütün Kuzey Afrika’nın en görkemli dağları olan Yüksek Atlaslar (Cibâlü Atlasi’l-ulyâ) birbirine paralel sıralar halinde yaklaşık 750 km. uzunlukta, ortalama 150 km. genişlikte, her yönden genç faylarla sınırlanmış ve bu sebeple zaman zaman şiddetli depremlerin meydana geldiği muazzam bir dağ kütlesidir. Birçok dorukları 3000 metreyi aşan ve tepeleri kışın karla kaplanan bu dağların en yüksek noktası güneybatı kesimindeki Cebelitûbkāl’dır (4165 m). Güney Fas’taki Süs ve Dirâ’ gibi başlıca akarsuların doğduğu Yüksek Atlaslar’ın orta ve kuzeydoğu kesimi gevşek kıvrımlar gösteren kayaçlardan, güneybatı kesimi ise eski temele ait yükselmiş bloklardan oluşur. Kütle kuzeydoğuya gidildikçe alçalır ve Cezayir topraklarında Sahra Atlasları (Cibâlü Atlasi’s-Sahrâviyye) adı altında devam eder. Atlas dağlarının en alçak olan sırası en güneydeki Anti Atlaslar’dır (Cibâlü Atlasi’l-Halfiyye). Anti Atlaslar’ın yapısında billurlu kayaçlar en geniş yeri kaplar. Bu kütle ile Yüksek Atlaslar’ın sınırında ise Sûs ve Dirâ’ vadileri arasındaki su bölümünü oluşturan volkanik Cebelisîrvâ yükselir. Atlas sıradağlarının doğusunda Büyük Sahrâ’ya doğru giderek alçalan yüksek platolar geniş bir alan kaplar. Fas’ın Batı Sahra adıyla bilinen güney kesiminde, başlıca yüzey şeklini eski temeli örten ve Büyük Sahrâ’ya doğru giderek yükselen, çoğu kuru bazı vadilerle (Sâkiyetülhamrâ gibi) yarılmış ve yer yer “Sebha” adı verilen geçici bataklıklarla kesintiye uğramış geniş


düzlükler oluşturur. Genellikle hamada karakterinde taşlı çöllerle kaplı olan bu düzlüklerin bazı kesimlerinde alize rüzgârları yönünde sıralanmış kum tepeleri görülür.

Akdeniz kıyılarından Yengeç dönencesinin ötesine kadar yaklaşık 15 enlem derecesi boyunca uzanan ve aynı zamanda denizle çöl arasında bir geçiş alanı olan Fas’ta kuzeyden güneye ve batıdan doğuya gidildikçe değişik iklim şartları ile karşılaşılır. Kuzey ve Orta Fas’ın Akdeniz ve Atlas Okyanusu’nun etkilerine açık bölgelerinde ılık ve nemli kışları, kurak ve sıcak yazları ile Akdeniz iklimi hüküm sürer (Dârülbeyzâda ortalama sıcaklık ocak 12° C, ağustos 23’ C). Rif Atlasları’nda ve Orta Atlaslar’da yıllık yağış genellikle 750 milimetrenin üzerindedir. Ülkenin kuzey yarısında Atlas Okyanusu kıyıları sulamasız tarıma imkân verecek ölçüde yağış alır. Fakat kıyıdan uzaklaştıkça yağış giderek azalır; aynı zamanda bu iç kesimlerde yıllık sıcaklık farkı da artar ve özellikle yazlar çok daha sıcak geçer (Tâze’de ocak ortalaması 11° C, ağustos ortalaması 28” C). Dağların yüksek kısımlarında ise sıcaklık kışın -20 dereceye kadar düşebilir. Bu kesimde güneye doğru yıllık yağış miktarı giderek azalır ve 400 milimetrenin altına iner. Kuzey ve Orta Fas’ın, dağların doğu yamaçları ile Büyük Sahra arasında kalan plato ve ovalarında karasal etkilerin çok belirgin, yağış miktarının çok daha az olduğu (çok yerde 200 mm. dolayında) Akdeniz iklimi görülür. Yazın Büyük Sahrâ’dan esen ve “şarkî” adı verilen çok sıcak bir çöl rüzgârı zaman zaman dağları aşarak batı bölgelerini de etkiler. Bu sırada sıcaklık 40 dereceye kadar çıkar. Ülkenin Atlas Okyanusu kıyılarında yaz mevsimi, soğuk Kanarya akıntısı üzerinden geçerek gelen meltemler sayesinde nisbeten daha serindir; aynı sebeple bu kıyılarda sık sık sis görülür.

Ülkenin güney kesimini oluşturan Batı Sahrâ’da sıcaklığın daha yüksek (kışın 15-18o C; yazın 25-30° C), karasal etkilerin daha belirgin olduğu ve yıllık yağış tutarının 100 milimetrenin altına indiği mutlak çöl iklimi hüküm sürer. Gerek bu bölgenin gerekse bütün Fas’ın belirtilmesi gereken iklim özelliklerinden biri de yağış miktarında yıldan yıla meydana gelen ve bazan büyük zararlara yol açan oynamalardır. Meselâ 1981 yılındaki şiddetli kuraklık tahıl üretiminin % 50, bütün ziraî üretimin % 25 oranında azalmasına ve hayvanların % 30-40 kadarının da telef olmasına yol açmıştır.

Doğal bitki toplulukları da ülkenin sınırları içinde, özellikle yağış miktarında kendini gösteren büyük iklim farklılaşmalarını yansıtır. Fas’ın doğu ve güney kesimlerinde yılda 100 milimetreden daha az yağış alan bölgeler çöl halindedir. 100-200 mm. yağış alan bölgeler ise kuraklığa dayanıklı seyrek otlar ve çalılardan oluşan steplerle kaplıdır. Buna karşılık yağışın yeterli olduğu yerlerde, özellikle Atlas dağlarının denize bakan yamaçlarında daha gür bir bitki örtüsüyle karşılaşılır. Bu doğal bitki toplulukları yüzyıllar boyunca kesme, yakma ve otlatma gibi sebeplerle tahrip edilmiş olduğu için alanları bugün çok daralmıştır. Bitki örtüsü ovalarda ve dağlarda daima yeşil çalılardan, yabani zeytin, ardıç, bir çam türü olan tuya, katırtırnağı ve cüce palmiye gibi ağaçlardan ve ancak yer yer muhafaza edilmiş olan mantar meşesi korularından oluşur. Daha yükseklerde ise ardıç, köknar ve sedir korularına rastlanır.

Günümüzde 25 milyonu aşan nüfusu ile Fas Mağrib’in en kalabalık devletidir. Binde 26 dolayında olan yüksek nüfus artış oranı sayesinde ülke nüfusu özellikle 1926’dan bu yana hızlı bir şekilde çoğalmış ve 1926’da 4, 2 milyon olan nüfus 1971’de 15 milyona, 1985te de 22.900.000’e, 1992’de 26.239.000’e yükselmiştir. Aynı artış hızı ile nüfusun 2000 yılında 36 milyonu bulacağı tahmin edilmektedir. Hızlı artış sebebiyle nüfusun yarıya yakınını (1985’te % 46) on beş yaşından küçük olanlar meydana getirir. 1956’dan önce ülkede yaşayan ve bir ara sayıları 400.000’i aşan Fransızlar’ın büyük kısmı Fas’tan ayrılmış ve bu sayı günümüzde 100.000 dolayına düşmüştür. Aynı şekilde eskiden sayıları 300.000 kadar olan ve büyük çoğunluğunu İspanya’dan sürülen yahudilerin torunlarının teşkil ettiği Mûsevîler’in sayısı da 1948-1964 yılları arasındaki dönemde esas itibariyle İsrail’e ve Amerika’ya yönelen göçler yüzünden çok azalmış ve bugün 10.000 dolayına düşmüştür. Öte yandan iş imkânlarının kısıtlı, buna karşılık nüfus artışının hızlı olması 1 milyondan fazla Faslı’nın dış ülkelere göç etmesine yol açmış bulunmaktadır.

Tabiat şartları, ekonomik gelişme seviyesi ve iş imkânları bakımından mevcut büyük bölgesel farklar, Fas’ta nüfusun dağılışında göze çarpan büyük dengesizliklerin başlıca sebepleridir. Ortalama nüfus yoğunluğu 31’dir. Fakat bu yoğunluk, nüfusun en büyük kısmının toplandığı kuzeybatı bölgesinde, özellikle kıyı şeridinde ve başlıca tarım alanları olan ovalarda çok daha yüksektir. Dârülbeyzâ bölgesinde 2000’i, Tanca’da 600’ü, Agâdîr vilâyetinde 70’i geçen nüfus yoğunluğu iç kısımlara doğru azalır ve Merakeş vilâyetinde 50’ye düşer; ülkenin doğu ve güney kesimindeki stepler ve çöller ise boş denecek kadar tenhadır. Kırsal nüfus oranı, iş imkânlarının daha fazla olduğu şehirlere doğru giderek kuvvetlenen iç göçler yüzünden hızla azalmaktadır. Ülkenin en kalabalık şehirleri de kuzeybatıda, özellikle kıyı kesiminde yer alır. Bunların başlıcaları kıyı kesiminde başşehir Rabat (hemen kuzeyindeki Selâ ile birlikte 1.009.000 [1987], 1926’da 38.000), ülkenin en büyük şehri olan Dârülbeyzâ (Kazablanka, 1926’da 106.000, 1987’de 2.573.000), Vücde ile (1926’da 20.000, 1987’de 579.000) Tanca (1987’de 363.000), Orta Atlaslar’ın batısındaki Fez (1926’da 81.000, 1987’de 631.000) ve Yüksek Atlaslar’ın batı eteklerindeki


tarihî Merakeş’tir (1926’da 149.000, 1987’de 543.000). Ülkenin tenha güney kesiminde büyük şehirler yoktur; bu bölgedeki en önemli merkezler kıyıda Tarfâye ile el-Uyûn’dur.

Prehistorik çağlardan beri meskûn olan Fas milâttan önce 2000 yıllarında, bugünkü Sâmî Berberîler’le ırkî yakınlığı olan İberler tarafından kolonize edilmişti. Girilmesi güç dağlık alanlarda çoğunlukla tahkim edilmiş köylerde yaşayan Berberîler Fas nüfusunun 1/3 kadarını oluştururlar. VII. yüzyıl sonlarından başlayarak müslüman Arap kuvvetlerinin akınlarına uğrayan Fas, VIII. yüzyıl başlarında Mûsâ b. Nusayr kumandasındaki müslümanlar tarafından fethedildi. Yerli halkı oluşturan Berberîler’in İslâmiyet’i kabulü ile bölge bir müslüman ülkesi haline geldi. Daha sonra özellikie Berberî asıllı Murâbıt ve Muvahhid sülâlelerinin hükümranlıkları döneminde (XI-XIII. yüzyıllar) İslâmiyet ülkenin güneyindeki geniş bölgelere yayıldı. Muvahhidler döneminin sonlarında Arap asıllı bedevîler Fas topraklarına sokulmaya başlamıştı. Bu gelişmelere paralel olarak Fas zamanla, Arap dili ve kültürünün özü Berberî olan ve bu sebeple bazı özellikler gösteren bir parçası haline geldi. Bugün nüfusun % 65 kadarını daha çok ovalarda, tarım alanlarında ve özellikle şehirlerde toplanmış Arapça konuşan, ancak aslında büyük bir kısmı Araplaşmış Berberîler’den oluşan insanlar meydana getirir. Ülkenin resmî dili Arapça’dır. Nüfusun hemen tamamı (% 99.95’i) Sünnî müslüman olup çoğunluğu Mâli mezhebindendir. Ülkede çoğu Katolik olmak üzere 43.000 kadar da hıristiyan vardır; Mûsevîler ise çok küçük bir azınlık oluştururlar.

Kişi başına 500 dolar civarında olan millî geliriyle Fas ekonomik bakımdan fakir ülkeler arasında yer alır. Ülkenin güneye doğru genişlemesi üzerine Cezayir’in desteklediği Polisario gerillaları ile doğu ve güney sınırı boyunca sürdürülen uzun savaşın ağır masrafları ve önemli ölçüde yakıt ve besin maddeleri ithal etmek zorunluluğu dolayısıyla yapılan dış harcamalar ekonomiyi olumsuz yönde etkiledi. 1988-1992 yıllarını kapsayan kalkınma planı çerçevesinde ekonomiyi yeniden düzenlemek gayesiyle ülkede köklü reformlar yapıldı.

Günümüz Fas’ında çalışan nüfusun en büyük kısmı (% 40 kadarı) tarımla uğraşır. Fakat tarımın millî gelirdeki payı düşüktür (% 15). Buna karşılık faal nüfusun % 26 kadarının istihdam alanı olan endüstrinin milli gelirdeki payı % 25, çalışan nüfusun % 3’ünün meşgalesi olan madenciliğin payı da % 5’tir. Halkın büyük kısmının geçim kaynağı olan tarım aynı zamanda ihracatın değerce % 30 kadarını sağlar. Tarıma elverişli topraklar, büyük kısmı çöllerle kaplı olan ülke yüzölçümünün ancak % 11 kadarını teşkil eder. Ayrıca kurak iklim şartları, sulama tesislerinin yetersizliği ve yağışların düzensizliği gibi olumsuz etkenler bunun ancak çok küçük bir kısmında (yaklaşık, % 6 kadar) sürekli olarak tarım yapılmasına imkân vermektedir. Bundan dolayı 1988-1992 kalkınma planında özellikle baraj ve sulama tesisleri yapımına önem verilmiştir. Başlıca tarım ürünleri tahıl (buğday, arpa ve mısır), turunçgiller, patates, domates, baklagiller ve zeytindir. Ayrıca şeker pancarı ve şeker kamışı (Garb bölgesinde), yer fıstığı, pamuk, çeşitli sebzeler ve üzüm gibi ürünler de yetiştirilir. Buğday üretimi, yağış şartlarına bağlı olarak yılda 1, 5-3, 5 milyon ton arasında değişir. Hayvancılık özellikle göçebelerin başlıca geçim kaynağıdır. En çok beslenen hayvanlar koyun (yaklaşık 18 milyon baş), keçi (6 milyon baş), sığır (3, 5 milyon baş) ve devedir (yaklaşık 200.000 baş). Kuraklık hayvancılığı da olumsuz yönde etkiler. Balıkçılık ülkenin çok uzun kıyılara sahip olmasına rağmen gelişmiş değildir; yılda ancak ortalama 500.000 ton kadar balık avlanır.

Fas yer altı kaynakları bakımından oldukça zengin bir ülkedir. Bu kaynaklar arasında en önemlisi ve ülke ekonomisinde en büyük rolü oynayanı fosfattır. Dünya fosfat rezervinin yaklaşık 2/3 kadarı Fas’tadır. Başlıca yataklar Harîbce, Yûsufiye ve güneyde Batı Sahra bölgesinde Bûkrâ’da bulunmaktadır. Ülke, ortalama 21 milyon tonla fosfatlı kaya üretiminde Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyada önemli bir yer tutar. Fosfat kayası ve sülfürik asit ihracatı ülkenin en önemli gelir kaynağıdır. Daha büyük gelir sağlamak için fosfatlı kayaların ülke içinde işlenerek fosforik asit, fosforlu gübreler gibi mamul maddeler halinde ihracı maksadıyla yeni tesisler kurulmasına özen gösterilmektedir. Fas henüz değerlendirilmeyen birçok yer altı kaynağına da sahiptir. Üretim yapılan madenlerin başlıcaları 1984 yılı üretimi olarak manganez (30.000 ton), kurşun (99.000 ton), barit (561.000 ton), flüor (65.900 ton), kaya tuzu (70.000 ton), demir (96.000 ton), bakır (118.100 ton) ve maden kömürüdür (838.000 ton). Buna karşılık petrol bakımından fakir olan ülkede ham petrol üretimi ancak 17.000 ton kadardır.

Fas’ta endüstrinin karşılaştığı en büyük zorluk enerji sorunudur. Bu bakımdan ülke büyük ölçüde dışa bağımlı olup önemli miktarda kömür ve ham petrol ithal etmektedir. Elektrik üretimi de azdır; 6, 8 milyar kilovat saat olan yıllık elektrik üretiminin % 77 kadarı termik santrallerden elde edilir. En gelişmiş endüstri kolları, fosfat kayalarını işleyen gübre ve fosforik asit fabrikaları, petrol arıtma tesisleri, dokuma, çimento, şeker ve konserve endüstrileridir. En önemli endüstri tesisleri ülkenin kuzeybatı bölgesinde, özellikle Dârülbeyzâ ve Asfi arasındaki Atlas Okyanusu kıyı şeridiyle kuzeyde Akdeniz kıyısının doğu kesimindeki Nâdûre yöresinde toplanmıştır.

Tabiat şartlarındaki bölgesel farklılaşma ulaşım şebekesinin gelişme derecesinde de kendini gösterir. Karayollarının toplam uzunluğu 59.000 kilometreyi geçer. Bunun yarıya yakını sert yüzeyli iyi yollardır. Demiryollarının toplam uzunluğu 1900 kilometreye yakındır; ancak bunun 161 km. kadar küçük bir kısmı çift hatlıdır. Gerek karayollarının gerekse demiryollarının en sık olduğu bölge Fas’ın kuzeybatı kesimidir. Ülkede on dokuz havaalanı mevcut olup bunların sekizi milletlerarası hizmet vermektedir; en işlek olanları Tanca ve Rabat hava limanlarıdır. Yaklaşık 3500 km. uzunlukta bir kıyıya sahip olmasına rağmen Fas’ın 700.000 tonilatoyu bulmayan zayıf bir deniz ticaret filosu vardır. En işlek limanlar Dârülbeyzâ, Asfi, Muhammediye, Agâdîr, Tanca, Kuneytıra, Tantân ve güneyde Dâhle ile Nâdûre’dir.

Fas’ın dış ticareti ve ödemeler dengesi her yıl açık verir. Bu açığı kapatmak hususunda gösterilen çabalar arasında özellikle turizm faaliyetleri büyük önem taşır. Çoğu Fransız olmak üzere ülkeye gelen turist sayısı yılda 1, 5 milyon kişi dolayındadır. 1985’te turizm, toplam ihracat tutarının % 27’sine eşit bir döviz girdisi sağlamıştı. Fas’ın ihraç ettiği başlıca mallar fosfatlı kayalar ve fosfat ürünleriyle (ihracatın değerce % 50 kadarı) başta turunçgiller olmak üzere bazı tarım ürünleridir (ihracatın % 25 kadarı) ithalâtta en büyük yeri sıvı ve katı yakıtlarla (ithalâtın değerce % 29 kadarı) besin maddeleri (% 13) tutar. En çok ticaret yapılan ülke Fransa’dır (ihracatın % 23,


ithalatın % 24 kadarı); onu petrol alımı dolayısıyla Suudi Arabistan takip eder. İspanya, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya dış ticarette önemli yeri olan diğer ülkelerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

A. Bernard, “Le Maroc”, Geographie universelle, Paris 1937, XI, 116-177; J. L. Miège, Le Maroc, Paris 1962; Morocco, Pysical and Social Geography, New York 1987, s. 613-625; The Middle East and North Africa 1988, London 1987, s. 613-640; G. Joffe, The Maghreb or Western Arab World, New York 1988; D.-M. Frémy, Quid, Paris 1990, s. 975-977; EBr., XII, 444-451; Büyük Larousse, İstanbul 1988, VII, 3979-3986.

Sırrı Erinç





II. TARİH

1. İslâm Öncesi Dönem. Fas’ın ilk sakinleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Milâttan önce III. binyılın sonlarında doğudan (muhtemelen Yemen, Mısır veya Kuzey Afrika’nın diğer yerlerinden) buraya bazı kabileler gelerek yerli halkla karışmışlardır. Fas’ta yaşayan Berberî topluluğu Masmûde, Zenâte ve Sanhâce adlı üç büyük kabileden oluşmakta ve çeşitli tabiat güçlerine inanan bu insanlar avcılık ve ziraat yapmakta idiler; Fenikeliler’in Fas sahillerinde görünmesiyle yavaş yavaş ticarî hayata da alıştılar. Önceleri İber yarımadasıyla önemli bir ticaret ilişkisi içinde olan Fenikeliler, Fas sahillerinde başlangıçta iskele vazifesi gören, fakat sonradan birer ticaret merkezi haline gelen bazı koloniler kurdular. Milâttan önce IX. yüzyılın sonunda bu koloniler, Lübnan’daki Sûr şehrinden ayrılarak Tunus’ta Kartaca’yı kuran ve kısa sürede önemli bir güç haline gelen Kartacalılar’ın eline geçti. Kartacalılar Berberîler’le ticaretin yanı sıra dostane ilişkiler de geliştirerek onlardan ordularının asker gücü ihtiyacını karşıladılar. Daha sonra Fas topraklarının güney ve batısında üç Berberî krallığı kuruldu; bunlar Kartacalılar’la uzunca bir süre dayanışma içinde varlıklarını sürdürdüler, Bu dayanışma Kartaca ile Roma arasında çıkan I. Pön Savaşı’nda da (m.ö. 264-241) devam etti. Fakat II. Pön Savaşı’nın (m.ö. 218-201) sonlarında Berberî krallıklar saf değiştirerek Kartacalılar’ın yenilmesine sebep oldular. Ancak Berberîler bu tarihten itibaren Romalılar’ın nüfuzu, milâttan sonra 40 yılında da fiilen yönetimi altına girdiler. Yaklaşık dört asır süren Roma hâkimiyeti sırasında ormanlar kesilip tarım arazileri genişletilmiş ve çeşitli sulama tesisleri geliştirilerek verim arttırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde Berberîler’in büyük bir kısmı tarımla uğraşırken bir kısmı da orduda görev almıştır; ancak yabancı hâkimiyetini kabullenemeyen Berberîler sürekli problem çıkarmışlardır.

430 yılında Vizigotlar tarafından İspanya’dan çıkarılan Vandallar, merkezî otoriteye karşı gelen Romalı kumandan Boniface’nin de yardımıyla Fas’taki Roma hâkimiyetine son verdiler ve yaklaşık bir asır yaşayan bir devlet kurdular. Yeteri kadar insan gücünden ve yöneticilik yeteneğinden yoksun olan Vandallar Berberî topluluklarını kendi hallerine bıraktılar. Bu dönemde bayındırlık işlerinde duraklama, buna karşılık tarım, hayvancılık ve ticaret alanlarında gelişme görüldü. Düzenli bir ordu ve disiplinli bir idareleri bulunmayan Vandallar VI. yüzyılda gelen Bizans saldırılarına karşı koyamadılar ve Fas’ın kuzey kısmı Roma İmparatorluğu’nun birliğini sağlamak isteyen Bizans’ın eline geçti; geri kalan kısımlar Berberîler’de kaldı. 100 yıl kadar süren Bizans döneminde Fas yoğun askeri ve dinî faaliyetlere sahne olmuştur. Hıristiyanlığı yaymada hırslı davranan Bizanslılar devlete verilen verginin yanı sıra bir de kilise vergisi koydular. Buna rağmen Fas’ta Hıristiyanlığın başarısı sınırlı kalmış ve Berberîler’in çoğunluğu İslâm’a girinceye kadar tabiat unsurlarına inanmaya devam etmiştir.

2. İslâmî Dönem. Müslümanlardan, Mağribü’l-aksâ dedikleri Fas’a ilk ayak basan lider Ukbe b. Nâfi‘dir. Kuzey Afrika’daki ilk valiliği döneminde (666-674) müslümanların Tunus’taki varlığını korumak için askerî ve dinî bir üs olarak Kayrevan’ı kuran Ukbe, 682’de başlayan ikinci valiliği döneminde batıya doğru ilerleyerek önce Tanca’ya, vali Julianus’un ona tâbi olmayı kabul etmesinin ardından da güneye yönelerek Dirâ’ vadisi yoluyla Sûs’a ulaştı. Buralarda önemli bir mukavemetle karşılaşmayınca ordusunun bir kısmını yanına alarak Kayrevan’a dönmeye karar verdi; ancak dönüşte Biskire yakınlarında Berberî kabile reislerinden Kuşeyle b. Lemzem’in saldırısına uğradı ve birçok adamıyla birlikte öldürüldü (683). Bunun üzerine Kayrevan’da bıraktığı vekili Züheyr b. Kays sağ kalan askerleri geri çekti ve üç yıl sonra Zenâte Berberîleri’nin de katkısıyla, bir Berberî krallığı kurmuş olan Küseyle’yi ardarda yenilgilere uğratarak iç kısımlara kadar ülkeyi ele geçirdi. Ancak Küseyle’nin yenilgisi Kuzey Afrika’daki mukavemetin sonu olmadı ve müslümanlar yirmi yıl boyunca Bizanslılar, yahudi kabileleri ve yine Küseyle liderliğindeki Berberîler’le mücadele etmek zorunda kaldılar. Züheyr b. Kays’ın 690’a kadar sürdürdüğü mücadele bu tarihten itibaren Hassan b. Nu‘mân’la devam etti. Onun ölümü üzerine Mûsâ b. Nusayr Kayrevan’daki müslüman ordusunun başına geçtiğinde etraftaki Bizans ve Berberî gücü kırılmış durumdaydı. Dolayısıyla Mûsâ b. Nusayr hiçbir güçlükle karşılaşmadan batıya doğru ilerledi ve Ukbe b. Nâfi‘in yolunu takip ederek önce Tanca’yı İslâm hâkimiyetine soktu. Tanca’nın sorumluluğunu Berberî reisi Târık b. Ziyâd’a bıraktıktan sonra güneye doğru yola çıktı ve Dirâ‘ vadisini geçerek Tefilâlt’e ulaştı. Yol boyunca Berberî kabileleri İslâm’ı ve müslümanların otoritesini kabul ettiklerini bildirdiler; böylece bugünkü Fas’ın sınırları içinde kalan topraklar müslümanların eline geçmiş oldu.

Mûsâ b. Nusayr’dan sonra bölgeye gönderilen bazı valilerin sert politikaları ve vergi toplamada gösterdikleri katı tutum, özellikle Hâricî fikirlerin etkisinde kalmış olan kabilelerin isyanına yol açtı. Emevîler tarafından cezalandırılmaktan korkarak Arap yarımadasını terkedip VII. yüzyılın sonunda Fas’a kadar giden bir grup Hâricî bazı kabileler arasında fikirlerini yaymayı başarmıştı. Neticede farklı bir dinî ve siyasî anlayış kazanan Hâricî Berberî kabileleri Emevî valilerinin sert uygulamalarıyla karşılaşınca Tanca’da Matgara kabilesi reisi Meysere’nin önderliğinde isyan ettiler ve Emevî yönetimine son verip İdrisî Devleti’nin kuruluşuna kadar kendi bölgelerinde ayrı ayrı hüküm sürdüler.

İdrisî Devleti’nin kurucusu İdrîs b. Abdullah (I. İdris), 786’da Mekke yakınlarında Hz. Hüseyin taraftarları ile Abbasîler arasında meydana gelen Fah Savaşı’ndan sonra Arap yarımadasını terketmiş ve 788’de Fas bölgesindeki Velîle kasabasına yerleşmişti. Burada Evrebe Berberî kabilesiyle iyi ilişkiler kuran İdrîs 789 yılında bu kabilenin dinî ve siyasî lideri olarak kabul edildi. Hem Hz. Ali soyundan gelmesi hem de dinî konularda geniş bilgi sahibi olması sebebiyle kısa süre içinde Fas ile Miknâs arasındaki Berberîler’e de kendini benimseten İdrîs, 789’da sakinlerinin çoğunu hıristiyan ve yahudilerin oluşturduğu Tâdlâ’yı ele geçirdi. 791 yılında öldürülünceye kadar kıyı şeridi hariç Kuzey Fası ve


güneyde Bû-Râkrâk nehrine kadar olan bölgeyi kontrolü altına aldı. Oğlu II. İdrîs döneminde devletin gücü daha da arttı. Kurtuba (818) ve Tunus’ta (824-826) çıkan ayaklanmalardan kaçıp başşehir Fas’a gelen Araplar’dan bazılarının üst kademelerde görevlendirilmesiyle devletin Arap karakteri güçlendi ve çok geçmeden Fas halkının çoğunluğu Arapça konuşmaya başladı. Hâricîler’e karşı başarılı bir mücadele veren II. İdrîs 828’de öldüğünde devletin sınırları doğuda Selif nehrine (Cezayir) ve Güney Fas’ta Sûs’a kadar uzanmaktaydı. Ancak II. İdrîs’in ölümü devletin parçalanmasına yol açtı. On üç oğlundan dokuzu ayrı emirlikler kurdular; fakat zahirde bütün kardeşler Fas’ı yöneten büyük ağabeyleri Muhammed’e bağlı idiler. Çok geçmeden bölge Hâricîler’in, Endülüs Emevîleri’nin ve Fâtımîler’in mücadele alanı haline geldi. Bu arada Zenâte Berberîleri otorite tesis etmiş ve XI. yüzyılın ikinci yarısında Murâbıtlar kuvvetli bir devlet kuruncaya kadar siyasî gelişmelere yön vermişlerdir.

Murâbıtlar, bölgedeki Haricî ve Şiî eğilimlere karşı Mâlikî mezhebine dayanarak geliştirilen dinî fikirlerin itici gücüyle Abdullah b. Yâsîn’in liderliğinde önce güneyde Sicilmâse ve çevresinde hâkimiyet kurmuşlar, daha sonra da özellikte Yûsuf b. Tâşfîn liderliğinde kuzeye doğru yayılmışlardır. 1080’lere gelindiğinde Murâbıtlar bugünkü Fas sınırları içinde kalan bütün bölgelerin yanında günümüz Cezayir’inin batısına ve İspanya’nın güneyine de hâkim olmuşlardı. Murâbıtlar Merakeş’i başşehir yaptılar ve Fas tarihinde ilk defa kuzeyle güneyi aynı yönetim altında birleştirmeyi başardılar. Yine bu dönemde Fas tarihinde ilk defa İslâm’ın nüfuzu devlet idaresinde ciddi mânada hissedilir hale geldi. Özellikle Yûsuf b. Tâşfîn (1061-1106) ve oğlu Ali (1106-1143) dindar kişilerdi; saltanatları süresince İslâm hukukunun prensiplerini devlet idaresinde tatbik ettiler. Bu amaçla başşehir Merakeş’te fakihlerden bir meclis teşkil ederek bu meclisin Mâlikî mezhebine göre aldığı kararları uygulamaya çatıştılar. Ayrıca fakihler vilâyetlerde valilerin danışmanı olarak görevlendirildi; hatta sefere çıkılırken birlikte götürülmüş ve önemli kararlar öncesinde görüşlerine başvurulmuştur. Murâbıtlar kuruluş döneminde karşılaştıkları kabilelerin nüfuzlarını kırarak 100 yılı aşkın bir süre Fas’ta birlik, banş ve sükûneti sağlamışlar, bu durum ülkenin imarı ve maddî kalkınmasında önemli rol oynamıştır.

Murâbıtlar’ın Fas’taki hâkimiyetine son veren Muvahhidler de dinî reform adına ortaya çıktılar. Görevli fakihlerin Mâlikî mezhebinin uygulanışında katı davranmaları sebebiyle devletin kurucu kabilesi olan Lemtûne’nin yönetimine muhalefet eden Muhammed b. Tûmert 1125’ten itibaren Murâbıtlar’a karsı bir mücadele başlattı. Başlangıçta dinî konulardaki fikir ayrılığından kaynaklanan bu karşı çıkış giderek siyasî otoriteyi hedef aldı. İbn Tûmert fikirlerini önce kendi kabilesi olan Masmûde’nin ileri gelenlerine kabul ettirmiş ve diğer kabilelerin de desteğini sağladıktan sonra Murâbıtlar’ın elinde bulunan yerleşim merkezlerine çeşitli saldırılar düzenlemiştir. İbn Tûmert’in 1130’da ölümü üzerine yerini alan ve onun fikirlerine sımsıkı sarılan Abdülmü‘min el-Kûmî ardarda gerçekleştirdiği başarılı akınlarla Murâbıtlar’ı zayıflattı ve 1147’de de başşehir Merakeş’i ele geçirerek hâkimiyetlerine son verip yine Merakeş başşehir olmak üzere Muvahhidler Devleti’ni kurdu. Abdülmü‘min önce yeni devleti teşkilâtlandırmaya çalışarak kabile reislerinden elli kişilik bir meclis oluşturdu, icraatlara dinen cevaz verecek bir şeyh tayin etti ve önemli görevlere de oğullarını getirerek hânedanının temelini attı. Oğlu Ebû Ya‘kūb el-Muvahhidî döneminde (1163-1184) Gumâre gibi bazı küçük kabilelerin muhalefeti de kırılarak Fas’ta genel hâkimiyet sağlanmış ve bu durum XIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Muvahhidler Fas’ın dinî, kültürel ve ekonomik hayatında derin izler bırakmışlardır. İnançta katı bir tevhid anlayışına sahip olan ve Murâbıtlar’ın bazı âyetlerin zahirî mânalarını esas almalarına şiddetle karşı çıkan İbn Tûmert’in fikirlerinden taviz vermeyen Muvahhidler de Mâlikî mezhebine tâbi idiler. İslâm felsefesinin önemli simalarından İbn Rüşd ve İbn Tufeyl Muvahhidî hükümdarlarının himayesinde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Sultanların XII. yüzyılın sonundan itibaren tasavvufa karşı tavır değiştirmesi, Ebû Medyen ve İbn Meşîş gibi Mağrib’in iki önemli mutasavvıfının yüzlerce taraftarlarıyla birlikte Merakeş’e yerleşmesini sağlamıştır. Yine bu dönemde Avrupa ülkeleriyle ticaretin geliştirilmesi ülkenin tarım ve zenaat sektöründe canlanmaya yol açmıştır.

XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Muvahhidler’in askerî gücünün giderek zayıfladığını gören merkeze uzak bölgelerdeki kabileler devletten kopuşun başını çektiler. Önce bugünkü Tunus (1229-1230) ve daha sonra bugünkü Cezayir (1239) toprakları Muvahhidler’in elinden çıktı. 1210’lardan itibaren Kuzeydoğu Fas’ta küçük çaplı ayaklanmalar gerçekleştiren Zenâte kabilesine mensup Merînîler 1244’te Meknes, 1248’de Fas (şehir), 1255’te Sicilmâse ve 1269’da başşehir Merakeş’i ele geçirerek Muvahhidler’in yerine Merînî Devleti’ni kurdular. Merînî hâkimiyeti başlıca iki döneme ayrılır: Güçlenme ve yayılma (1269-1358), gerileme ve çöküş (1358-1465). Birinci dönemin sultanları uzun süre görevde kalmışlar, askerî seferlerin yanı sıra hâkim oldukları bölgelerin imarına da önem vererek Fâsülcedîde ve Mansûre gibi yeni şehirler kurup buraları çok sayıda cami, medrese, kütüphane ve zaviye ile donatmışlardır. Özellikle sultanların ön ayak olduğu vakıf faaliyetleri sayesinde medreseler gelişmiştir. İdarî merkez olarak Fas şehrini seçen Merînîler seleflerinin bıraktığı demografik, sosyal ve idarî yapıyı devam ettirmişler, bu arada taşra dil, din ve kültür bakımından Berberî özelliklerini korurken şehirlerin İslâmlaşma ve Araplaşma süreci önemli mesafe katetmiştir. Sultan, askerî meselelerin Merînî kabile liderlerinden oluşan bir mecliste tartışılmasından sonra kararını verirdi. Bu dönemde tarım, endüstri ve ticaret sektörü önemli ilerlemeler kaydetmiş, özellikle Afrika ve Avrupa ile ticaret bir hayli gelişmiştir. 1358’den sonrası siyasî yapının yavaş yavaş erozyona uğradığı, iç çekişmelerin ve toprak kaybının çok olduğu bir dönemdir. Bu dönemin sultanları, Arap ve Berberî kabilelerinin isyanı ve iç çekişmeler sebebiyle çok kısa sürelerle tahtta kalabilmişler ve idarî güç vezirlerin eline geçmiştir; merkezî otoritede görülen bu zayıflık da başşehire uzak bölgelerin teker teker elden çıkmasına zemin hazırlamıştır. 1415’te Sebte’yi zapteden Portekizliler’in 1465’te Kasrüssagīr’i ele geçirmeleri ve aynı yıl Sultan Abdülhakk’ın öldürülmesiyle Merînîler dönemi sona erdi.

XV. yüzyılın ikinci yarısında Portekiz saldırılarına rağmen içeride hâkimiyet kavgaları devam ediyordu. Merînîler’in son yıllarında vezirlik ve zaman zaman da sultan nâibliği yapan Ebû Zekeriyyâ’nın oğlu Muhammed 1472’de Fas’a hâkim olarak Vattâsîler dönemini başlattı; ancak Fas topraklarının tamamına hükmünü geçiremedi. Saltanatı döneminde


(1472-1505) Fas’taki Portekiz yayılması devam etti. Vattâsîler’in Portekizliler’e karşı direnmeyip hatta onlarla uzlaşmaları bölgede giderek etkin bir duruma gelen şerif ailelerinin ve onların nüfuzunda olan sûfilerin sert tepkisine yol açtı. 1510’lardan itibaren Sûs bölgesinde güçlenmeye başlayan Sa‘dîler 1524’te Merakeş’i ele geçirerek Vattâsîler’e büyük bir darbe vurdular. Güçlü oldukları Kuzey Fas’a bile tamamen hâkim olamayan Vattâsîler güneyde gelişmekte olan Sa‘dîler’i kontrol edecek durumda değillerdi. Özellikle Sa‘dî Sultanı Muhammed’in 1539-1540’ta kardeşi Ahmed el-A‘rec’i saf dışı bırakması ve 1541’de de Agādîr’i ele geçirmesi Fas’taki nüfuzunu bir hayli arttırdı. Portekizliler aynı yıl Azemmûr’u, 15S0’de de Kasrussagīr ile Asîlâ’yı boşaltmak zorunda kaldılar. Bunların yanında Fas şehri de 1550’de Sa‘dîler’in eline geçti. Bu başarılarına rağmen Muhammed Vattâsî hâkimiyetindeki Kuzey Fas’ı alamadı; çünkü Vattâsîler Cezayir bölgesine hâkim olan Türkler’in desteğini sağlamışlardı ve ordularında görevli birçok Türk bulunmaktaydı. Muhammed’in 1557’de öldürülmesinden Ahmed el-Mansûr’un 1578’de tahtı ele geçirmesine kadar hüküm süren sultanlar mevcut durumu korumaya çalışmışlar ve Merakeş’i başşehir yaparak Fas şehrini ikinci derecede önemli bir merkez haline getirmişlerdir. Ahmed el-Mansûr (1578-1603), içinde Türkler’in de görev yaptığı disiplinli bir ordu ve kuvvetli bir idare kurmasına rağmen saltanatı süresince 1591’deki Batı Sudan seferi hariç hiçbir askerî harekâtta bulunmadı. Böylece gerçekleştirdiği barış ve siyasî istikrar ortamı aynı zamanda ticarî ve ekonomik hayatın canlandığı bir dönem oluşturdu. Bu dönemde Merakeş’te yapılan görkemli bir sarayla çeşitli âbideler dikkat çekmektedir. Ahmed el-Mansûr’un ölümünden (1603) sonra oğulları arasında meydana gelen taht kavgası sonucu 1613’te ülke Kuzey ve Güney Fas olmak üzere ikiye bölündü. 1620’lerden itibaren Orta Atlas bölgesinde, Rabat civarında ve batıda isyanlar patlak verdi. Fakat muhalif grupların hiçbiri ülke genelinde hâkimiyet kuramadı. Bu karışıklıklar Alevî şeriflerinin (Filâlîler) büyük bir güç olarak ortaya çıkışına kadar devam etti.

XIII. yüzyılda Sicilmâse’ye gelerek yerleşen Alevî şerifleri XV. yüzyılın başından itibaren giderek nüfuzlarını arttırdılar; ancak XVII. yüzyıla kadar siyasî ihtiras göstermediler. 1630’lardan itibaren Mevlây Muhammed liderliğinde Tefilâlt’te siyaset alanına çıkıp 1664’te başa geçen Mevlây Reşîd döneminde Merakeş ve Fas gibi önemli şehirleri ele geçirdiler ve müteakip yirmi yıl içinde ülkenin çeşitli yerlerinde kendilerine direnen muhalif kabileleri birer birer yenerek bugüne kadar devam eden Filâlî yönetimini kurdular. Mevlây Reşîd’in (1664-1672) halefi Mevlây İsmâil (1672-1727) Meknes’i başşehir yaptı; çoğunluğu zencilerden oluşan düzenli bir ordu kurdu ve ülkede siyasî istikrarı sağladı. İktidarı sırasında Avrupalılar’ın (Portekiz, Hollanda, İngiltere) elinde bulunan Mehdiye, Lârîş, Asîle ve Tanca’yı geri aldı; ancak Sebte’deki İspanyol varlığına son veremedi. Mevlây İsmâil’in ölümünden sonra ülke yine iç karışıklıklara mâruz kaldı. Fas toplumu güçlü kabilelerden oluştuğu için ancak kuvvetli bir şahsiyet ülkede birliği sağlayabiliyordu. Bu sebeple Mevlây İsmâil’in ölümü ve oğullarının meydana gelen otorite boşluğunu dolduramamaları mahallî güçlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Ordu Meknes’te İsmâil’in oğullarından istediğini tahta çıkarırken Tanca ve civarında ise İsmâil’in torunu Ahmed b. Ali hâkimiyetini sürdürdü. 1740’larda Mevlây Abdullah ordunun ve bazı kabilelerin desteğini sağlayarak ülkenin en kuvvetli lideri haline geldi. 1743’te Ahmed b. Ali’yi iki defa yenme başarısını gösterdi ve ikincisinde Ali öldürüldü. 1757’de ölen Abdullah’ın yerine sırasıyla oğulları Mevlây Muhammed (1757-1790), Mevlây Yezîd (1790-1792) ve torunu Mevlây Süleyman (1792-1822) geçti. Bunların dönemi nisbeten istikrarlı idi ve ticarî hayat az da olsa canlandı. İngiltere, Danimarka, Fransa gibi çeşitli Avrupa ülkeleriyle anlaşmalar yapılarak dış ticaret geliştirilmeye çalışıldıysa da bu sahada önemli bir gelişme sağlanamadı. Devletin esas gelir kaynağı yine vergilerdi; bu ise fakirleşen halkın nazarında sultanların itibar kaybetmesine sebep oldu. Sultanların güç kaybı kabileler arası çekişmelerin daha da yoğunlaşmasına yol açtı. Sonuç olarak Avrupa yayılmacılığının artmaya başladığı XIX. yüzyılın ilk yarısında Fas kuvvetli bir merkezî otoriteden yoksun, yer yer kabilelerin hâkimiyet kurduğu ve iç çekişmelerin devam ettiği bir ülke durumundaydı.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Abdülhakem, Fütühu İfrîkıyye ve’l-Endelüs, Cezayir 1948, s. 72-80, 110-122; Bekrî, el-Mesâlik (nşr. de Slane), Paris 1965, s. 74-160; Abdülvâhid el-Merrâküşî, el-MuǾcib fî telhîsi ahbâri’l-Mağrib, Kahire 1368/1949; İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrîb, I, 44-49; İbn Ebû Zer, ez-Zahîretü’s-seniyye fî târîhi’d-devleti’l-Merîniyye, Rabat 1972; a.mlf., Ravzü’l-kırtâs, Rabat 1973; İbnü’l-Hatîb, AǾmâlü’l-aǾlâm (nşr. E. Levi-Provençal), Beyrut 1956; İbn Haldûn, el-Ǿİber, Beyrut 1959, I-VII; Zerkeşî, Târîhu’d-devleteyni’l-Muvahhidiyye ve’l-Hafsiyye, Tunus 1966; ez-Zahîretü’s-seniyye (nşr. İbn Ebû Şeneb), Cezayir 1339/1920; Muhammed b. Ali es-Senûsî, ed-Dürerü’s-seniyye, Beyrut 1986; Selâvî, Kitâbü’l-İstiksâ, I-IX; Marcus, Histoire des Vandales, Paris 1836; Ch. Diekl, L’Afrique byzantine, Paris 1896; Les Sources inédites de l’histoire du Maroc (nşr. H. de Castries v.dğr), Paris 1905-61, I-XXVII; J. Carcopino, Le Maroc antique, Paris 1943; H. Terrasse, Histoire du Maroc, Casablanca 1949; J. Despois, L’Afrique du nord, Paris 1949, s. 191-197; Emin er-Reyhânî, el-Mağribü’l-Aksâ, Kahire 1952; Bosch Villa, Historia de Marruecos, Tetuan 1956; Hasan Ahmed Mahmûd, Kıyâmü devleti’l-Murâbıtîn, Kahire 1956; Gselle, Histoire ancienne de l’Afrique du nord, Paris, ts.; M. Tarradell, Marruecos Punicos, Tetuan 1960; İbn Yûsuf el-Hakîm, ed-Devhatü’l-müştebike, Madrid 1960; İbrâhim Harekât, en-Nizâmü’s-siyâsî ve’l-harbî fî Ǿahdi’l-Murâbıtîn, Dârülbeyzâ 1964; a.mlf., el-Mağrib Ǿabre’t-târîh, Dârülbeyzâ 1405/1985, I-III; M. I. Cohen - L. Hahn, Morocco: Old Land New Nation, London 1966; Hasan es-Sâlih, DifâǾ Ǿani’s-sekâfeti’l-Mağribiyye, Dârülbeyzâ 1968; a.mlf, el-Hadâretü’l-İslâmiyye fi’l-Mağrib, Dârülbeyzâ 1406/1986; Ebû Bekir b. Ali es-Sanhâcî, Ahbârü’l-Mehdî b. Tûmert ve bidâyetü devleti’l-Muvahhidîn, Rabat 1971; Abdülazîz el-Fiştâlî, Menâhilü’s-safâ (nşr. Abdülkerîm Küreyyim), Rabat, ts.; Abdülkerîm Küreyyim, el-Mağrib fî Ǿahdi’d - devleti’s-SaǾdiyye, Rabat 1398/1978; J. M. Abu’n-Nasr, A History of the Maghrib, London 1980; İsmâil el-Arabî, Devletü’l-Edârise mülûkü Tilimsân ve Fâs ve Kurtuba, Beyrut 1403/1983; Salâh el-Akkâd, el-Mağribü’l-ǾArabî, Kahire 1985, s. 495-554; Muhammed Mezzîn, Fâs ve bâdiyetühâ, Rabat 1986, I-II; Roger le Tourneau, Fâs kable’l-himâye (trc. Muhammed el-Ahdar - Muhammed Haccî), Beyrut 1406/1986, I-II; Abdülhâdî et-Tâzî, et-Târîhu’d-diblûmâsî li’l-Mağrib, Muhammedîye 1986, X, 191-230; Muhammed Âbid el-Câbirî, el-Mağribü’l-muǾâsır, Dârülbeyzâ 1988; Mahmûd İsmâil, el-Edârise fi’l-Mağribi’l-aksâ, Küveyt 1409/1989; G. Yver, “Fas”, İA, IV, 477-483; a.mlf., “al-Maghrib”, EI² (Fr), V, 1178-1182.

İbrâhim Harekât





3. Osmanlı - Fas Münasebetleri.

Osmanlı Devleti’nin Mağrib ülkeleriyle teması, müslümanları Endülüs’ten çıkardıktan sonra Haçlı zihniyetiyle hareket eden İspanyollar’ın Cezayir taraflarında


Mersâ el-Kebîr, Vehrân (Oran) ve Bicâye’yi ele geçirerek Kuzey Afrika için tehlike oluşturmasından sonra başladı. Ünlü Türk denizcileri Oruç Reis ile Hızır Reis’in bu bölgelerde Türk hâkimiyetini tesis etmeleri 1516’da Cezayir şehrini ele geçirmeleriyle kesinleşti. Türkler’in bölgeye gelişinden sonra hıristiyan ilerlemesi durdu. Böylece Afrika’daki müslümanlar kendilerine bir hâmi buldular. Oruç Reis’in ölümünden (1518) sonra Osmanlılar’ın hizmetine giren Hızır Reis sağladığı maddî ve mânevî destekle Avrupa’dan sarkan Haçlı akınlarına karşı çıkmıştır. Osmanlı Devleti ile Fas Sultanlığı arasındaki münasebetler Kanûnî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) başlamış ve bir süre yoğunlaşarak devam etmiştir. Daha sonraları ise karşılıklı iyi niyet elifleri ve hediye teâtisinden öteye geçmeyen bu münasebetler Osmanlı Devleti’nin Cezayir’deki gücü ile orantılı olarak gelişme göstermiştir.

XVI. yüzyılın ilk yarısında Fas’ın büyük kısmına hâkim olan ve bu süreyi daha çok İspanyol ve Portekiz güçlerine karşı mücadele ile geçiren Vattâsîler’den sonra yönetimi ele alan (1550) Merakeş dolaylarındaki Sadî şeriflerinin sultanı Mevlây Muhammed eş-Şeyh hâkimiyetini bütün ülkeye yaymak istiyor, ancak Cezayir’deki Türkler’in kendisine engel olacaklarını düşünüyordu. Mevlây Muhammed bu duruma bir önlem olmak üzere Türkler’e karşı harekete geçti ve bu sırada Barbaros’un oğlu Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa’nın dikkatini İspanyollar’ın elinde bulunan Vehrân’a çevirmesinden faydalanarak Tilimsân şehrini zaptedip (1550) buradaki Türkler’i Cezayir’e sürdü. Fas şehrinin yolu üzerinde bulunan Tilimsân’ın ülke topraklarında tam bir hâkimiyet kurabilmek için bugün de olduğu gibi büyük bir stratejik önemi vardı. Hasan Paşa Tilimsân’a derhal bir ordu gönderdi ve şehri tekrar ele geçirdi. Ancak bu arada İstanbul’a çağrılarak yerine paşa unvanıyla Barbaros’un yetiştirmesi Sâlih Reis getirildi. Sâlih Paşa’nın ilk işi, Fas’ın Sa‘dîler tarafından ele geçirilişi sırasında şehirden çıkarılan Ebû Hassûn el-Vattâsî ile temasa geçmek oldu. Çünkü yönetim Mevlây Muhammed es-Sa‘dî’nin Merakeş’te, Ebû Hassûn el-Vattâsî’nin de Fas şehrinde sultanlık yapmasını istiyor, böylece bir süre önce olduğu gibi Fas’ta iki sultan bulunacağını, bunun sonucunda da ülkeye daha kolay müdahale edileceğini düşünüyordu. 1553 yılı sonlarına doğru Osmanlı kuvvetleri Fas şehrine giden yol üzerindeki Tâze şehrini ele geçirdiler; 8 Ocak 1554 günü de beraberlerinde Ebû Hassûn el-Vattâsî olduğu halde halkın coşkulu tezahüratı arasında Fas’a girdiler. Ancak Türkler’in Cezayir üssüne dönmelerinin ardından Merakeş’e çekilmiş olan Muhammed eş-Şeyh tekrar hücuma geçerek şehri aldı ve Ebû Hassûn öldürüldü (23 Eylül 1554). Böylece Fas şehri 1554 yılı içinde sadece dokuz ay kadar Türk hâkimiyetine bağlı kalmış oldu. Muhammed eş-Şeyh Osmanlı Devleti’ne karşı duramayacağını bildiği için derhal Lizbon ve Madrid’e elçiler göndererek Türkler’e karşı Portekiz ve İspanyollar’dan yardım istediyse de ancak üç yıl hüküm sürebildi ve 23 Ekim 1557’de öldürüldü.

Muhammed eş-Şeyh’in yerine geçen oğlu Mevlây Abdullah’a “Gālib-Billâh” lakabıyla biat edildi. Öldürülen Sultan Muhammed eş-Şeyh’in Sicilmâse şehrinde yaşayan diğer oğulları Ebû Mervân Abdülmelik, Ebü’l-Abbas Ahmed ve Abdülmü’min durumdan endişelenerek Türkler’in nüfuz bölgesi olan Tilimsân’a geçtiler. 1574’te Mevlây Abdullah’ın ölümünden sonra tahta oğlu Muhammed el-Mütevekkil çıktı. Bunun üzerine sultanlıkta hak iddia eden amcası Abdülmelik ile onun küçüğü Ahmed önce Cezayir’e, daha sonra İstanbul’a gittiler ve III. Murad’la görüşerek ondan yardım istediler. Ertesi yıl zaten tahta Ebû Mervân Abdülmelik’i çıkarmayı düşünen padişahın emriyle harekete geçen Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa Miknâs civarında Muhammed el-Mütevekkil’i mağlûp ederek Fas’a girdi ve Abdülmelik’i tahta çıkardı (8 Mart 1576). Abdülmelik daha sonra kendi askerini topladı ve Türkler’den aldığı takviye ile Muhammed el-Mütevekkil’in çekildiği Merakeş’e girerek (16 Temmuz 1576) halktan biat aldı. Böylece Abdülmelik “Mu‘tasım-Billâh es-Sa‘dî” lakabıyla bütün Fas ülkesinin sultanı oldu.

Yeni sultan döneminde Osmanlı nüfuzunun Fas’a yayılması Portekizliler’i ve İspanyollar’ı rahatsız ediyor. Öte yandan Tanca dolaylarına kaçan Muhammed el-Mütevekkil de onlardan devamlı şekilde yardım istiyordu. Nihayet 1578’de 80.000 kişilik ordusuyla Fas sahillerine çıkan Portekiz Kralı Don Sebastiyan, beraberinde eski sultan Muhammed el-Mütevekkil olduğu halde Tanca yakınlarındaki Vâdilmehâzin (Kasrülkebîr) denilen yerde Osmanlı desteğindeki Sultan Abdülmelik’in ordusuyla karşılaştı (4 Ağustos 1578). Bazı kaynaklarda Vâdisseyl veya Ma‘reketü’l-mülûki’s-selâse gibi adlarla da anılan bu savaşta Portekiz ordusunun hemen tamamı imha edilirken Don Sebastiyan ve Muhammed el-Mütevekkil ile birlikte Ebû Mervân Abdülmelik de öldü. Abdülmelik tarafının galip çıktığı bu savaş hem Fas hem de Portekiz tarihi açısından çok önemlidir. Zira bu savaştan sonra Portekizliler bölgedeki üstünlüklerini kaybettikleri gibi kendi ülkeleri de bu yenilgiyi fırsat bilen İspanya Kralı II. Philip tarafından veraset bahanesiyle işgal edildi ve bu durum altmış yıl kadar sürdü.

Abdülmelik’in yerine daha önce veliaht tayin ettiği ve Vâdilmehâzin Savaşı’na da katılmış olan kardeşi Ebü’l-Abbas Ahmed geçerek Ahmed el-Mansûr adını aldı. Yeni sultan diğer İslâm ülkelerine olduğu gibi İstanbul’a da bir heyet gönderip hem elde edilen zaferi, hem de ölen kardeşinin yerine kendisinin geçtiğini bildirdi. Ancak Ahmed el-Mansûr’un, Osmanlı padişahının Kur’ân-ı Kerîm ve bir kılıçtan oluşan tebrik hediyelerini az bularak teşekkür cevabını geciktirmesi iki devletin arasının açılmasına, hatta Kılıç Ali Paşa kumandasındaki bir donanmanın Fas’a doğru yola çıkarılmasına sebep oldu. Fakat Ahmed el-Mansûr’un hatasını anlayarak kıymetli hediyelerle birlikte en önemli adamlarını İstanbul’a göndermesi üzerine donanma geri çağrıldı. Daha sonra III. Murad ile Ahmed el-Mansûr arasında, kazandıkları bazı zaferleri müjdeleyen karşılıklı tebrikleşme heyetleri gönderildi. 1582 yılında da Fas elçileri III. Murad’ın şehzadelerinin sünnet düğününde bulundular ve gelirken çok değerli hediyelerle birlikte 4000 altın getirdiler. Bu dönemde Osmanlı-Fas ilişkileri, Ahmed el-Mansûr’un yakaladığı fırsatları Osmanlılar


aleyhine değerlendirmesi ve şeriflerden olduğunu ileri sürerek Hz. Peygamber’in soyundan geldiği için halife unvanını kendisinin taşıması gerektiğini söylemesi gibi sebeplerle zaman zaman gerginleşmişse de aralarında herhangi bir sürtüşme çıkmamıştır. Karşılıklı gidip gelen heyetler içinde özellikle 1589 Ağustosunda İstanbul’a varan ve Osmanlı padişahı tarafından çok iyi karşılanan Ali et-Temgrûtî (Temcrûtî) ve Muhammed el-Fiştâlî’den oluşan heyetin ziyaretleri çok başarılı geçmiş ve Temgrûtî bu seyahatinden sonra en-Nefĥatü’l-miskiyye fi’s-sefâreti’t-Türkiyye adlı kitabını kaleme almıştır.

Sa‘dî şeriflerinin iktidarını 1660’ta Hasanî şerifleri ele geçirdiler. 1672’de sultan olan Mevlây İsmâil 1691de Tilimsân’ı Türkler’den almaya yeltenmişse de başarılı olamamış. 1699 Nisanında da II. Mustafa’ya bir mektup göndererek Cezayirliler’i şikâyet etmiştir; ancak kendisine Osmanlı Devleti’nin Cezayir’deki donanmasına yardımcı olmadığı için şikâyete hakkı bulunmadığı bildirilmiştir. 1703te Tilimsân’a tekrar saldıran Mevlây İsmâil yine şehri alamamış, 1708’de ise Avrupa’da Osmanlı şehzadesi olduğunu iddia eden ve oradan Fas’a geçen bir kişiyi İstanbul’a göndermeye teşebbüs ederek payitahtta nifak çıkarmak istemiş, fakat gemi Sakız adasında durdurularak bu kişinin katledilmesiyle girişimi önlenmiştir.

1757’de tahta çıkan III. Muhammed zaman zaman İstanbul’a hediyeler ve elçiler göndererek kendisinden önce iyice zayıflamış, hatta birçok defa gerginleşmiş olan Osmanlı-Fas münasebetlerini kuvvetlendirmek istedi. 1766 Ağustosunda, Fas donanmasının Akdeniz’de korsan gemileriyle mücadele sırasında ele geçirdiği Dubrovnik ticaret gemilerini padişahın araya girmesiyle serbest bıraktı. Bu münasebetle İstanbul’a giden ve kışı orada geçiren Fas heyeti 1767 Mayısında ülkesine padişahın verdiği kıymetli hediyelerle döndü. Bunlar arasında toplarla donatılmış ve içinde bol miktarda değişik tekne levazımatı bulunan bir gemi ile otuz kadar gemi inşa ve top döküm ustası da yer alıyordu. Fas tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanan bu ustalar ölünceye kadar orada kaldılar ve Selâ şehrinde bulunan tersanenin ihyâsı işinde çalıştılar.

III. Muhammed, Osmanlı Devleti ile daima iyi ilişkiler içinde bulunmaya özen göstermiş olmasına ve sık sık elçilik heyetleriyle İstanbul’a değerli hediyeler göndermesine rağmen, dönemin padişahı I. Abdülhamid’in bu iyi ilişkilere güvenerek aradığı malî desteği öteki Mağrib ülkelerinin de yaptığı gibi yeterince sağlamamıştır. 1785’te Fas sultanının damadının başkanlığında gelen bir heyet Cezayir’deki Osmanlı idaresinin kötü davranışlarından şikâyette bulundu. I. Abdülhamid de mukabil hediyelerle birlikte cevabî mektubunu götüren bir heyet yolladı ve şikâyet konusu durumun düzeltileceğini bildirdikten sonra Osmanlı Devleti’nin o sırada Kırım’ı kurtarmak amacıyla Ruslar’a karşı girdiği savaş için Fas’tan yardım beklediğini belirtti. Yardımın gecikmesi üzerine aynı yıl içinde ikinci bir heyet gönderildiyse de Cezayir meselesi halledilmediği gerekçesiyle yine yardım gelmedi; ancak daha sonra geç kalmış olmakla birlikte iki gemi gönderildi. 1789 yılındaki Rusya ve Avusturya savaşları sırasında ise III. Muhammed dört fırkateyn ile Malta korsanlarının elinden kurtardığı 536 müslüman esiri gönderdi; yine aynı seferle birlikte Fas’tan İstanbul’a Dubrovnik gemileriyle 3000 kantar güherçile ve 1000 kantar barut geldi. Fas sultanı ayrıca yolladığı mektupta Hicaz’a gönderilen surreye kendisinin de katkıda bulunmak istediğini bildirdi. Padişahın muvafakatı üzerine Fas’tan Haremeyn ahalisine dağıtılmak üzere her biri yarım keselik 1000 adet altın külçesi gönderildi. Bunun üzerine sultana külçelerin dağıtım için sikke haline getirilmesi gerektiği haberi iletildi. Ancak bu arada vefat eden III. Muhammed’in yerine geçen oğlu Mevlây Yezîd’in altınları geri istemesi üzerine yardım gerçekleşmedi ve darphânede sikke yapılmak üzere bekletilen külçeler geri gönderildi (Aralık 1789).

1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir’i işgal edince daha önceleri Fas’a bağlı olan, fakat 300 yıldır Cezayir’deki Osmanlı idaresinin elinde bulunan Tilimsân şehrinin ahalisi Türkler’in bölgeden çekilmesiyle hamisiz kaldı ve gönderilen bir heyetle Fas Sultanı Mevlây Abdurrahman’dan biatlarının kabulü istendi. Kendilerinin Osmanlı padişahına tâbi olmaları dolayısıyla durumu Fas ulemâsından soran sultan müsbet cevap alınca Tilimsânlılar’ın biatlarını kabul etti ve böylece Osmanlı Devleti’nin bölge ile mevcut organik bağı kesilmiş oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MD, nr. 24, s. 87; nr. 28, s. 129; nr, 30, s. 147, 182, 208, 348-467, 489-492; nr 35, s. 475; nr. 36, s. 110; nr. 48, s. 31; BA, İspanya Defteri, s. 7; BA, Cevdet-Hariciye, nr. 4052; BA, Cevdet-Askerî, nr. 9162/2; TSMA, nr. E 1607, 4034, 4905, 4932, 4994, 4999, 7209, 9055; Vezzân ez-Zeyyâtî, Vasfü İfrîkıyye, I, 283-285; II, 242; Feridun Bey, Münşeat, II, 153-154; Selânikî, Târih (İpşırli), II, 133; II, 586; Müneccimbaşı, Sahâifü’l-ahbâr, III, 537-538; Naîmâ, Târih, II, 169; Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), II, 104; Çeşmîzâde Mustafa Reşid, Târih (nşr. Bekir Kütükoğlu), İstanbul 1959, s. 38; İfrenî, Nüzhetü’l-hâdî bi-ahbâri mülûki’l-karni’l-hâdî, Rabat 1972, s. 46, 61-66, 74; Vâsıf, Târih (İlgürel), s. 54; Cevdet. Târih, II, 256, 366; III, 272; IV, 9, 51; VIII, 356-361; Selâvî, Kitâbü’l-İstiksâ, IV, 160-163; V, 59-65, 85, 91, 95-97; VIII, 21-23, 44, 119-122; IX, 26-32; A. Cour, L’Etablissement des dynasties des chérifs an Maroc et leurs rivalités avec les Turcs de la Régence d’Alger, Paris 1904, s. 105 vd.; a.mlf., “Sa‘dîler”, İA, X, 41 vd.; Ch. A. Julien, Histoire de L’Afrique du nord, Paris 1931, s. 146; Said Talat, Umman ve Hint Denizleri Hakimiyeti ve Türkler, İstanbul 1934, s. 127; Q. Velloso, D. Sebastiao, Lizbon 1935, s. 337 vd.; Aziz Samih İlter, Şimalî Afrika’da Türkler, İstanbul 1936-37, I-II, tür.yer.; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II/2, s. 222, 268-269; IV/2, s. 243; Ziriklî, el-AǾlâm, II, 311-312; W. E. D. Ailen, Problems of Turkish Power in the Sixteenth Century, London 1963, s. 32-33; Abdülazîz el-Fiştâlî, Menâhilü’s-safâ (nşr. Abdülkerîm Küreyyim), Rabat 1972, s. 46, 61-66, 74; Abbas b. İbrâhim, el-İǾlâm bi-men halle Merakeş ve Agmat mine’l-aǾlâm, Rabat 1976, V, 140-150; Abdülkerîm Küreyyim, el-Mağrib fî Ǿahdi’d-devleti’s-SaǾdiyye, Rabat 1398/1978, s. 30-35, 75-116, 124, 135-136, 142-144, 181-182, 192-194; F. Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (trc. M. Ali Kılıçbay). İstanbul 1990, II, 316-317, 342-343, 354-358; Mustafa Bilge, “II. Abdülhamid Döneminde İslâm Birliği Çağrısı ve Fas”, II. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri, İstanbul 1992, s. 45-64; G. Dastagne. “La Bataille d’Alkassar el-Kebır”, RAfr., LXII (1918), s. 130 vd.; Cengiz Orhonlu, “Osmanlı-Bornu Münasebetine Aid Belgeler”, TD, sy. 23 (1969), s. 111-113; Abderrahman el-Mouddeen, “The Sharif and the Padishah: Some Remarks on Moroccan-Ottoman Relations in the 16th Century”, Studies on Ottoman Diplomatic History, V, İstanbul 1990, s. 27-34; a.mlf., “The Sharif and the Padishah: Three Letters from Murad III to Abd al-Malik”, Hesperis Tamuda, sy. 1, Rabat 1991, s. 113-127; G. Yver, “Cezayir”, İA, III, 136; Bekir Kütükoğlu, “Murad III”, a.e., VIII, 621-622; Ziya Kazıcı, “Abdülmelik b. Muhammed el-Mehdî”, DİA, I, 271; Hulûsi Yavuz, “Ahmed el-Mansûr”, a.e., II, 98-100.

Mustafa L. Bilge





4. Himaye Dönemi ve Bağımsızlık.

XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Fas dış dünyaya kapalı yaşamıştır. Avrupa ile temastan kaçınan Mevlây Süleyman herhangi bir ihtilâfa meydan vermemek için korsanlığı yasakladı (1817) Dinî sebepler ileri sürerek Avrupa’ya ihracattan kaçındı ve ithalâta % 50 gümrük vergisi koyarak Avrupa mallarının ülkeye girişini azaltmaya


çalıştı, 1830’larda Tanca, Rabat, Tıtvân ve Suveyre (Mogador) gibi sahil şehirlerinde sadece 248 Avrupalı vardı. Bu arada Vücde yakınlarındaki Isli vadisinde Fransızlar’la girişilen ve Tanca ile Suveyre limanlarının bombalanmasına yol açan silâhlı çatışmada (14 Ağustos 1844) Fas’ın mağlûbiyeti dış güçlerin ülkeye bakışını değiştirdi ve bu çatışma Fas ile Avrupalı güçler arasındaki münasebetlerde âdeta bir dönüm noktası teşkil etti. Bu tarihten sonra Fransızlar’ın bölgedeki nüfuzunun artacağını düşünen İngiltere Fas’ın bağımsızlığını koruma bahanesiyle diplomatik girişimlerde bulundu ve 1856’da bir ticaret anlaşması imzalamayı başardı. Bu anlaşma ile Fas İngiltere’ye ticarette öncelikli ülke statüsü vererek Fransız tehdidini ve giderek artan nüfuzunu dengelemiş oluyordu. Mevlây Abdurrahman tarafından başlatılan Avrupalı güçler arasındaki rekabeti kullanarak ayakta kalma politikası, Sîdî Muhammed (1859-1873) ve Mevlây Hasan (1873-1894) dönemlerinde de aynen takip edildi. Mevlây Hasan ülke içindeki birliği korumak ve dünyada gelişen ekonomiye ayak uydurmak için gerekli olan reformları yaparak başarılı bir yönetim ortaya koydu. Bu arada İspanya’nın bölgede ağırlığını duyurmak amacıyla Fas’a gönderdiği kuvvetler önce Sebte’yi (Ceuta), ardından da Tıtvân’ı işgal ettiler (Ocak 1860). Mevlây Hasan İspanya ile önce askerî, arkasından da bir ticarî antlaşma imzalamak zorunda kaldı (Mart 1860, Kasım 1861) ve bu antlaşmalara göre İspanyollar’a 1856 yılında İngilizler’e tanınan haklar aynen tarandıktan başka birçok Fas limanını kullanma, açıklarda balıkçılık yapma hakları da verildi; işgal altında kalan Tıtvân’ın boşaltılması ise Fas’ın savaş tazminatı ödemesine bağlandı. Fas bu tazminatı ödeyebilmek için Londra’da bir borç antlaşması imzalamaya mecbur oldu ve Avrupalı komiserlerin malî denetimini kabul etti. Bu durum Avrupalılar’ın ülkeye nüfuz etmelerini sağlayan bir gedik oluşturdu ve her geçen gün bu gedik genişledi. 1880’de Madrid’de toplanan konferansta Fas’ın toprak bütünlüğü ve diğer ülkeler için ticaret eşitliği prensibi kabul edildi. 1860’tan itibaren Fas’a nüfuz etmeye çalışan devletlerden İngiltere iktisadî imtiyazlarını ve Cebelitarık Boğazı üzerindeki kontrolünü korumak isterken Fransa Cezayir sömürgesinin batı sınırının güvenliğine, İspanya Fas’la ilgili tarihî emellerinin gerçekleşmesine, Almanya ise yeni ticarî imtiyazlar ve mahreçler kazanmaya önem veriyordu. Bundan dolayı Fas XIX. yüzyılın ikinci yarısında büyük devletlerin şiddetli nüfuz mücadelesine konu olmuştur, Mevlây Hasan’dan sonra başa geçenler iyi yetişmemiş oldukları için dünya siyasetinde ciddi bir devlet politikası takip edemediler; yerine geçen Mevlây Abdülazîz (1894-1908) tahta çıktığında henüz on dört yaşında idi.

Avrupalılar’ın Fas’taki yayılmaları sadece askerî ve siyasf alanlarla sınırlı kalmamış, ayrıca kültür, din ve sağlık işlerinde de etkinlikleri giderek artmıştır. Katolik papazları, özellikle Fransisken mezhebine mensup olanlar asırlarca ülkedeki hıristiyanlara dinî hizmet verme adı altında siyasî faaliyet göstermişler ve Afrika’nın bu bölgesinde İspanyol nüfuzunun yayılmasında son derece önemli rol oynamışlardır. Protestanlar ise ancak XIX. yüzyılın son çeyreğinde Fas topraklarında çalışmaya başlamışlardır. Tanca, Arsila, Fas, Tıtvân ve Darülbeyzâ (Kazablanka) gibi şehirlerde Kitâb-ı Mukaddes Cemiyeti’nin şubeleri etkinlik gösterdi. Baştan beri Fas’ta büyük bir hürriyet içinde faaliyetlerini sürdürmüş olan yahudiler, daima Amerikan ve Avrupa yahudi gruplarıyla iş birliği içinde bulunmuşlardır. İngiliz Yahudi Cemiyeti Tanca’da okul ve hastahane kurarken Fransız yahudileri de Paris’teki Alliance Israélite Universelle vasıtasıyla Tıtvân, Tanca, Suveyre ve Âsfâ’da (Safî) okul açmışlar ve bu gruplar misyonerlik faaliyetlerini daima askerî ve siyasî alanlardaki çalışmalarla koordineli bir şekilde yürütmüşlerdir.

Mevlây Hasan döneminde birçok alanda başlatılan yenilik hareketleri sonraki sultanlar döneminde de devam ettirildi. Mevlây Abdülazîz zamanında Kahire, Paris ve İstanbul’a öğrenciler gönderildi; eğitim alanındaki yenilikleri ekonomi ve tarım alanlarındaki yenilikler takip etti. Arkasından maliye işlerine el atıldı ve köklü bir vergi reformu yapılarak öşür ve zekât yerine tek tip vergi getirildi; ayrıca vergiden muaf olan şerifler, şeyhler ve kâidler de mükellefler arasına alındı. Ancak vergi reformuna rağmen devlet gelirlerinin arttırılamaması, özellikle sultanların aşırı harcamaları halk arasında hoşnutsuzluğa yol açtı; hatta Vücde şehri yakınlarında Cilâlî b. İdrîs ez-Zerhûnî’nin (Bû Hamâre) başlattığı isyan sultanı zor durumda bıraktı.

Yayılmacı ve sömürgeci politikaları sebebiyle dünyanın pek çok bölgesinde çatışma halinde bulunan İngiltere ve Fransa'nın Fas üzerindeki nüfuz yarışı XX. yüzyılın başında imzalanan bir antlaşma ile (8 Nisan 1904) çözümlendi. Fransa, 1882'de Mısır'a yerleşen İngiltere'yi burada serbest bırakarak Fas'ta rahat hareket edebilme imkânına kavuştu. En-tente Cordiale adı verilen bu antlaşmayla iki devlet sömürge bölgelerindeki anlaşmazlıklarına son verirken henüz sö-mürgeleştirilmemiş olan Fas'ın durumuna da açıklık getirdiler. Bu arada Fas üzerinde emelleri olan İspanya'ya da 3 Ekim 1904 tarihli Fransa - İspanya antlaşmasıyla Akdeniz kıyısındaki Sebte ve Tıtvân bırakıldı. Fransa'nın Entente Cor-diale'i yürürlüğe koymak için harekete geçmesi üzerine Almanya'nın karşı atağa kalkması birinci Fas buhranının ortaya çıkmasına sebep oldu. Fransa Kasım 1904'ten itibaren sultan üzerindeki baskılarını arttırarak onu Fas ordusun-daki subayların Fransız subaylarınca yetiştirilmesi ve maliyenin Fransa tarafından kontrol edilmesi için sıkıştırmaya başladı. Fransa'nın bu politikasına karşı çıkan Alman İmparatoru II. VVilhelm 31 Mart 1905'te Tanca'yı ziyaret ederek sultana destek verdi ve buna güvenen sultan da Fransa'nın isteklerine karşı direnerek meselenin milletlerarası bir konferansta ele alınmasını savundu. Ancak konferansın toplanmasını çaresiz olarak kabul eden Fransa, on üç ülkeden (Fransa, ingiltere, Almanya, Fas, Avusturya-Macaristan, Belçika, İspanya, Amerika Birleşik Devletleri, italya, Rusya, Portekiz, Hollanda, İsveç) gelen temsilcilerin iştirakiyle İspanya'nın Algeciras (Cezîretülhadrâ) şehrinde toplanan konferansta büyük bir zafer kazandı (Ocak 1906). Almanya'nın yalnız kaldığı konferansın sonunda sultanın hâkimiyeti, Fas'ın toprak bütünlüğü ve ülkede ticaretin serbestiyeti prensipleri kabul edildi ve imzalanan Fas'ın idaresinin, maliyesinin ve gümrüklerinin düzenlendiği 123 maddelik antlaşma ile Fas'ta güvenlik ve barışın korunması görevi Fransa'ya verildi. Bu konferansta Fas'ın belli bir devletin hâkimiyeti altında kalması önlenmişse de Fransa'ya verilen imtiyazlar ülkenin bağımsızlığını giderek tehlikeye sokmuştur. Bir bakıma kapitülasyonlar demek olan Algeciras Antlaşması'nın maddelerini kabul etmek zorunda bırakılan sultan, ülkesinin hızla Fransa ve İspanya'nın nüfuzu altına girmesine engel olamadı. Özellikle polis teşkilâtında Fransız görevlilerin çalıştırılması ülke içinde


karışıklıklara sebep oldu ve bu karışıklıklar dış güçlerin askerî müdahalelerine zemin hazırladı. Bir Fransız doktorunun öldürülmesini (19 Mart 1907) fırsat bilen Fransa olaydan birkaç gün sonra Vücde şehrini işgal etti; ardından da Dârülbeyzâ’da başlayan karışıklıkların bastırılması için savaş gemileri göndererek karaya 3000 asker çıkardı. İspanya da benzer bahanelerle 1908’de Melîle’ye (Melilla) ve komşu bölgelere müdahale ederek askerî bakımdan önemli gördüğü yerleri işgal etti.

Öteden beri kardeşi Sultan Abdülazîz’in tutumunu beğenmeyen Merakeş Valisi Abdülhâfız’ın 1907 Ağustosunda baş kaldırması üzerine öldürüleceğinden korkan Abdülazîz Rabat’a giderek Fransız himayesine sığındı. Nisan 1907’den itibaren Dârülbeyzâ civarında bulunan Fransızlar güneye doğru yayılarak Sittat, Binahmed, Bûşirûn ve Ezemmûr gibi yerleri ele geçirip oralarda kontrol noktaları tesis ettiler. Mevlây Abdülazîz, Temmuz 1908’de Sittat bölgesindeki kabilelerin de ayaklanması karşısında çaresiz kaldı ve yine Fransızlar’ın yardımıyla kurtulabildi: arkasından da sultanlıktan ayrılarak Tanca’ya gidip oraya yerleşti.

Mevlây Abdülazîz’in yerine geçen kardeşi Abdülhâfız’ın dış devletler tarafından tanınması önemli bir mesele oldu ve ancak Algeciras Antlaşması ile kendisinden önceki sultanlar tarafından imzalanan diğer antlaşmaları kabul ettiğine dair teminat verdikten sonra tanınabildi; Almanya ise onu hemen tanıdığını açıkladı. 1911 yılında Fas, Fransa ile Almanya arasında yeni bir buhranın ortaya çıkmasına yol açtı. Ülkesinde otorite kurmakta zorlanan Mevlây Abdülhâfız yönetimine karşı ayaklanan bazı Arap ve Berberî kabilelerin başşehre kadar ilerlemeleri üzerine ülkenin iç durumu iyice karıştı. Bu fırsatı değerlendirerek Algeciras Antlaşması’nın verdiği hakkı kullanan Fransa yabancıların hayatını koruma bahanesiyle Fas’a asker çıkardı ve sultanı isyancılardan kurtardıktan sonra bazı şehirleri de işgal etti (Nisan 1911). Bunun ardından İspanya da benzer bir bahaneyle Haziran 1911’de ülkenin kuzeyine asker soktu ve Lansen ile el-Kasra girdi. Bu gelişmeler karşısında Fas’ın Fransa ile İspanya arasında paylaşılmasına karşı çıkan Almanya’nın Agādîr Limanı’na savaş gemisi göndermesiyle (1 Temmuz 1911) bir anda çatışma tehlikesi belirdi. Dört ay devam eden görüşmeler sonunda 4 Kasım 1911’de imzalanan antlaşmaya göre Almanya, Fransa’nın Kongo topraklarından verdiği 275.000 km2’lik bir arazi karşılığında Fas ile ilgisini tamamen keserek Fransa’yı burada serbest bıraktı. Böylece Agādîr buhranı barışçı bir yolla son bulurken Fas için yeni bir dönem başlamış oldu.

Alman desteğini kaybettikten sonra Fransız ve İspanyollar’ın karşısında tamamen çaresiz duruma düşen Sultan Abdülhâfız, 30 Mart 1912 tarihinde Fransa’nın ülkesi üzerindeki himayesini kabul eden antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Himaye antlaşmasıyla sultanın içerideki hâkimiyeti kabul ediliyor, ancak Fas’ın menfaatlerinin yurt dışında Fransız elçilik ve konsolosluklarınca korunacağı, ayrıca ülkede idarî, adlî, malî ve askerî ıslahat yapılacağı hükme bağlanıyordu. Fransız himayesi dışında kalan İspanya’nın nüfuzundaki bölgeler ise ayrı bir antlaşma ile bu devletin himayesine verildi. Diğer taraftan önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi olan Tanca şehri ve civarına da milletlerarası bir statü getirildi. Böylece uzun süredir bağımsız kalmayı başaran Fas, XX. yüzyılın başında kuzey, güneybatı ve İfni bölgeleri İspanya’nın, diğer kısımları Fransa’nın hâkimiyetinde kalacak şekilde iki devlet arasında paylaşılarak sömürgeleştirilmiş oldu. Himaye idaresinin kurulmasından sonra sultan kukla durumuna düştü ve gerçek iktidar Fransız genel valisi ile İspanyol yüksek komiserinin eline geçti. Bununla birlikte sömürgeciler dağlık bölgelerdeki halka boyun eğdirmede çok zorlanmışlar ve buralarda başlayan silâhlı mücadele uzun zaman devam etmiştir. Sultan Abdülhâfız’ın teslimiyetçi politikasına karşı çıkan askerler 17 Mayıs 1912’de Fas şehrinde ayaklandılarsa da Fransızlar müdahale ederek şehre hâkim oldular; arkasından da Abdülhâfız’ın tahttan çekilmesini ve yerine kendileriyle iş birliğine daha yakın buldukları kardeşi Mevlây Yûsuf’un geçmesini sağladılar.

Himaye idaresi döneminde ülkede reformların gerçekleştirilebilmesi için sultanla şeriflerin otoriteleri güçlendirildi ve İslâmî hayatın yaşanması serbest bırakıldı; arkasından da ülkede idarî, adlî, iktisadî ve askerî alanlarda çeşitli reformlar yapıldı. Bu arada idareye karşı mücadele halinde bulunan yerleşik halk ve göçebe kabilelerin merkezî yönetime bağlılıklarının sağlanabilmesi için büyük çaba harcandı ve I. Dünya Savaşı’ndan önce özellikle Fas, Miknâs, Merakeş gibi şehirlerin civarında başarı kazanıldı. 1914’ten itibaren idarenin iç bölgelerle ilgilenememesinden faydalanan direnişçiler mücadelelerini sürdürdüler; savaş bittiğinde Atlas dağlarının orta kesimlerinde Fransız himayesini ve iş birlikçilerin yönetimini kabul etmeyen birçok yer vardı. 1924’e kadar Fransızlar’ın desteğiyle devam ettirilen çarpışmalar sonunda, Rif bölgesi hariç ülkenin ekonomik ve stratejik yönden önem taşıyan hemen hemen bütün kesimleri merkezî otoriteye bağlandı. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında İspanyollar’a karşı silâhlı mücadele veren, babasının yerine Uriyagel (Vuryâgel) kabilesinin şeyhi olan Muhammed b. Abdülkerîm el-Hattâbî, 22 Haziran 1921 günü Annoual’da İspanyollar’ı büyük bir yenilgiye uğrattı ve arkasından İspanyol himayesindeki bölgenin önemli bir kısmını kurtararak bağımsızlığını ilân etti (19 Eylül 1921). Bunu takip eden birkaç yıl içinde Abdülkerîm el-Hattâbî’nin, Rif Cumhuriyeti adını verdiği devletin hâkimiyetini pekiştirdikten ve siyasî teşkilâtlanmasını sağladıktan sonra dışarıda da tanınması için çaba harcamaya başlaması üzerine durumdan tedirginlik duyan Fransa ile himayesindeki eski toprakları geri almaya çalışan İspanya güçlerini birleştirip Hattâbî’nin kuvvetlerini yendiler ve Abdüikerîm el-Hattâbî’yi esir alarak (21 Mayıs 1926) devletine son verdiler.

1927’de ölen Mevlây Yûsuf’un yerine küçük oğlu Sîdî Muhammed, V. Muhammed unvanıyla sultanlığa getirildi ve 1930’lara doğru son direnişlerin de kırılmasıyla ülke tamamen dış güçlerin idaresine girmiş oldu. Daha sonraki yıllarda ülkede bir taraftan sindirme hareketleri sürdürülürken diğer taraftan idarî kademelerde yeni düzenlemeler yapıldı. Çeşitli krediler sağlanarak yol, liman, tren yolları gibi alt yapı çalışmalarına hız verildi ve kırk yılda Fas toprakları Afrika ticareti için Batılı iş adamlarına uygun bir hale getirildi; buna bağlı olarak da Avrupa ülkelerinden buralara göç edenlerin sayışı Fransız bölgesinde 350.000’e, İspanyol bölgesinde ise 100.000’e ulaştı.

Sultan V. Muhammed’in yönetimi altında ülkedeki sömürge idaresine karşı bağımsızlık duyguları gelişti ve özellikle II. Dünya Savaşı sırasında güçlenen milliyetçilik akımı, Allâl el-Fâsî tarafından sultanın da desteklediği İstiklâl Partisi’nin kurulmasına (1944) zemin hazırladı. Arkasından parti ileri gelenleri Fas’ın


bağımsızlığını gündeme getirdiler. Fransa buna şiddetle karşı çıkarak yapılan teklifleri reddettiyse de Amerika Birleşik Devletleri destek verdi ve bu destek milliyetçilik hareketini, özellikte de V. Muhammed’in durumunu, esasen II. Dünya Savaşı sırasında zayıflamış olan himaye idareleri karşısında güçlendirdi. Fransa’da savaştan sonra kurulan Dördüncü Cumhuriyet yönetimi sömürgelere ve himaye altındaki ülkelere karşı takip edilen politikalarda bazı olumlu değişiklikler yapmış, fakat buralara bağımsızlık verilmesi yönünde herhangi bir adım atmadığı gibi milliyetçilik akımlarını da hür dünyaya karşı yürütülen yıkıcı hareketler şeklinde göstermeye başlamıştı. Bu durumu reddeden V. Muhammed Fransız idaresine karşı tavır aldı ve bağımsızlık hareketinin başına geçti. Ancak daha sonra Fransızlar’ın kendisine karşı kışkırttıkları Berberîler’in baskısıyla İstiklâl Partisi ile olan ilişkilerini kesmek zorunda kaldı. 1952’de Mısır’da, İngiltere’nin hegemonyası altında bulunan krallık yönetimine son vererek yerine bağımsız bir cumhuriyet kuran Cemal Abdünnâsır’ın başarısı ve temsil ettiği fikirler Fas milliyetçilerine güç verdi. Aynı yıl sultanın, hâkimiyetin kendisine iadesi için Fransızlar’a yaptığı başvurunun reddedilmesi üzerine ülkede başlayan Fransız karşıtı gösteriler polisle çatışma noktasına geldi. Fransızlar, Berberi halkın yönetiminden memnun olmadığını ileri sürerek kendilerine zorluk çıkaran ve milliyetçileri destekleyen V. Muhammed’i, 20 Ağustos 1953’te önce Korsika’ya, daha sonra da Madagaskar’a sürgüne gönderdiler ve yerine Alevî ailesinden Sîdî Muhammed b. Arafe’yi getirdiler. Olay ülkede karışıklıklara yol açtı. Faslı milliyetçi liderler Kahire’de toplanarak Fransızlar’a karşı mücadele kararı aldılar; Mısır yönetimi de gerekli silâh ve bilgi yardımı yapacağına dair söz verdi. Kasım 1954’te Cezayir’de sömürge idaresine karşı başlayan ayaklanma Fransa’yı Faslı liderlerle uzlaşmak zorunda bıraktı. Görüşmeler sonunda V. Muhammed’in ülkesine dönmesine ve tekrar başa geçmesine izin verildi. 2 Mart 1956 tarihinde bağımsızlık antlaşması imzalandı; ardından İspanya da Fas’ın bağımsızlığını tanıyarak İfni, Sebte ve Melîle dışında kalan topraklarındaki himayesini kaldırdı (5 Nisan 1956). Ekim 1956’da Tanca’nın milletlerarası statüsüne son verildi; böylece Fransız ve İspanyol himayesindeki bölgelerle Tanca’nın Fas Devleti çatısı altında resmen birleşmesi üzerine kırk dört yıl devam eden sömürge idaresi İfni, Sebte ve Melîle dışında son bulmuş oldu. İfni 30 Haziran 1969’da Fas’a devredilirken Sebte ve Melîle’deki İspanyol sömürge yönetimi halen devam etmektedir. 12 Kasım 1956 tarihinde Birleşmiş Milletler teşkilâtına kabul edilen Fas için yeni bir dönem başladı. Sultan V. Muhammed Ağustos 1957’de kral (melik) unvanını aldı; 26 Şubat 1961’de vefat etmesi üzerine de tahta oğlu II. Hasan geçti.

Aralık 1962’de kabul edilen anayasa ile şahsî ve siyasî hakları garanti altına alan bir monarşi kuruldu. Ülkeyi sömürge yönetiminden kurtarmada V. Muhammed ile birlikte çalışan ve ilk hükümetlerde görev alan İstiklâl Partisi Mayıs 1963 seçimlerinden önce parçalanarak muhalefete düştü. Seçimlerden sonra teşekkül eden iktidar muhalefeti ortadan kaldırmaya yöneldi. Mecliste iktidar yanlılarıyla muhalefet arasındaki sert tartışmaları bazı şehirlerdeki kanlı gösteriler takip etti. Bir millî birlik hükümeti kurma çabalarında başarı sağlayamayan II. Hasan meclisi dağıtarak (7 Haziran 1965) bütün yetkileri kendinde toplama yoluna gitti ve parlamenter kurumların tekrar kurulabilmesi için anayasanın kısmen değiştirilmesi gerektiğini açıkladı. Fas’ın yeni bir anayasaya kavuşması ancak 1 Mart 1972’de mümkün oldu. Halen yürürlükte bulunan bu anayasa öncekinden önemli oranda farklıdır. Bu anayasaya göre hem parlamenter rejime hem de başkanlık sistemine benzeyen siyasî yapı içerisinde milletin ve devletin temsilcisi olan kral geniş yetkilerle donatılmış ve yasama yetkisi altı yıl için seçilen üyelerden oluşan Meclisü’n-nüvvâb’a verilmiştir. Bu meclisin üçte iki üyesi genel ve eşit oyla halk tarafından, üçte biri ise mahallî idarelerin meclisleriyle meslek kuruluşlarınca seçilir.

1963 yılında Fas ile Cezayir arasında silâhlı çatışma çıktı. Tinduf bölgesindeki bu çatışma Afrika Birliği Teşkilâtı’nın olaya müdahalesi ve aracılığı ile sona erdirildi (20 Şubat 1964). Benzer bir karışıklık da Moritanya sınırında ortaya çıktı; ancak kan dökülmeden her iki ülkenin temsilcileri tarafından kısa zamanda çözümlendi.

1970’!i yılların başından beri Fas’ın yönetimini meşgul eden en önemli konu hâlâ çözümlenememiş olan Batı Sahra, meselesidir. İspanya’nın işgalindeki Batı Sahra Fas ile İspanya, Cezayir ve Moritanya devletleri arasında anlaşmazlığa ve zaman zaman silâhlı çatışmaya varan gerginliklere sebep olmuştur. 1970’te Moritanya, Cezayir ve Fas Batı Sahrâ’daki sömürge kuvvetlerinin burayı terketmesini istemiş, fakat bölgenin geleceği konusunda anlaşamamışlardı. 1974’te Lahey Milletlerarası Adalet Divanı’na intikal eden meseleye bir çözüm getirilemeyince II. Hasan hükümet ve kamuoyunun da desteğini alıp buranın Fas’a ilhak edilmesi için 350.000 kişilik bir grupla meşhur “yeşil yürüyüş”ü (el-mesîretü’l-hadrâ) gerçekleştirdi (6-9 Kasım 1975). Bunun ardından İspanya’nın Moritanya ve Fas’la anlaşarak Batı Sahrâ’dan çekilmesi ve burayı bu iki devlete bırakması, bölgenin bağımsızlığını savunan Cezayir’le ilişkilerin bozulmasına ve silâhlı çatışmaya girmelerine sebep oldu (geniş bilgi için bk. BATI SAHRÂ). 1976 yılı başlarında Cezayir ve Moritanya ile diplomatik ilişkilerini kesen Fas dışarıda Batı Sahrâ meselesiyle uğraşırken içeride işçilerin, kötü ekonomik gidişi protesto etmek ve ücret artışı talebinde bulunmak amacıyla düzenledikleri grev ve gösterilere sahne oldu. 1973’te hükümet bir kısım sanayi ve hizmet sektörünü devletleştirirken yabancıların elindeki toprakları da millileştirerek köylülere dağıttı. Ancak bu uygulama toprak sahiplerinin çoğunun Fransız olması sebebiyle Fransa ile ilişkilerin bozulmasına yol açtı.

1965’te kral tarafından kapatılan meclis için yeni seçimler ancak Şubat 1977’de yapılabildi ve bu gelişme ülkeye bir yumuşama havası getirdi. II. Hasan’ın 1981’de Batı Sahrâ’nın geleceğinin belirlenmesi için referandum yapılması prensibini kabul etmesi meselesinin çözümüne katkıda bulunmadı ve Batı Sahrâ’nın bağımsızlığı için çalışan Polisario cephesinin sürgünde hükümetini kurduğu (1976, Cezayir) Sahrâ Arap Demokratik Cumhuriyeti’nin Afrika Birliği Teşkilâtı’na kabul edilmesi (Ocak 1982), Fas’ın bu teşkilâttan ayrılmasına kadar varan bir dizi gelişmeye sebep oldu. Fas yönetimi bölgede güçlü hale gelebilmek için Libya ile Arap Afrika Birliği adı altında bir konfederasyona gittiyse de (Ağustos 1984) bu girişim uzun ömürlü olmadı. Fas 29 Ağustos 1986’da konfederasyonu bozarak Cezayir ile Tunus’a Mağrib Birliği’nin kurulmasını önerdi ve bu yeni birlik Şubat 1989’da gerçekleştirildi. Merkezi Rabat’ta bulunan birliğin


temel amacı, tek pazar haline gelecek olan Avrupa Topluluğu karşısında ortak tutum takınmak ve üyelerden birine yapılacak bir saldırının diğerlerine de yapılmış olduğunu kabul ederek ortak düşmana birlikte karşı koymak şeklinde belirlendi.

1989’dan itibaren dünyada yaşanan yumuşama Fas’ı da etkiledi ve bu çerçevede birçok siyasî tutuklu serbest bırakıldı. Komşu ülkelerle ve Arap dünyasıyla iyi ilişkilerin geliştirilmesine önem verildi. Suriye ile 1986’da kesilmiş olan ilişkiler yeniden kurulurken Mısır’ın Arap Birliği ve İslâm Konferansı teşkilâtlarına geri dönmesi yönünde politika takip edildi. Cezayir’le 1972’de imzalanmış olan sınır antlaşması onaylanarak yürürlüğe kondu (1989). Fas, Körfez Savaşı (1991) sırasında Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğindeki koalisyon kuvvetlerine destek verdiyse de halkın bu politikayı protesto etmesi ve binlerce kişinin katıldığı çeşitli gösterilerin yapılması üzerine daha ılımlı bir yol takip etmek zorunda kaldı.

BİBLİYOGRAFYA:

R. Landau, Târîhu’l-Mağrib (trc. N. Ziyâde), Beyrut 1963; H. Cambon, Histoire du Maroc, Paris 1952, s. 88-379; M. I. Cohen - L. Hahn, Morocco: Old Land New Nation, London 1966; Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara 1975, s. 171-195; Fahir H. Armaoğlu, Siyasî Tarih: 1789-1960, Ankara 1975, s. 237-240, 246-249; Mohamed Lahbabi, Le Gouvernement marocain a l’aube du XXe siècle, Casablanca 1975; Abdülazîz b. Abdullah, el-MevsûǾatü’l-Mağribiyye: maǾlemeti’l-müdün ve’l-kabâǿil, Muhammediye 1977, II, 210-211; J. M. Abu’n-Nasr, A History of the Maghrib, Cambridge 1980, s. 284-303, 354-377; M. Morsy, North Africa 1800-1900, London 1984, s. 202-216, 312-314; İbrâhim Harekât, el-Mağrîb Ǿabre’t-târih, Dârülbeyzâ 1405/1985, III, 120-571; N. C. Chatterji, History of Modern Middle East, New Delhi 1987, s. 204-208, 274-277, 518-524; R. Hallett, Africa Since 1675, New Delhi 1989, s. 203-227; I. M. Lapidus, A History of Islamic Societies, Cambridge 1989, s. 703-711; The Middle East and North Africa 1993, London 1992, s. 695-710; G. Yver, “Fas”, İA, IV, 483-487; a.mlf., “al-Maghrib”, EI² (İng.), V, 1192-1196; EBr., XV, 849-851.

Davut Dursun





III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

1. Dinî Hayat, Mezhep ve Tarikatlar. Fas’ta İslâm öncesi dinî inançlar hakkındaki bilgiler yetersizdir. Yahudiliğin erken zamanlardan beri mevcut olduğu bölgeye Hıristiyanlığın ne zaman ve nasıl girdiği kesin şekilde bilinmemektedir; II. yüzyıldan itibaren ve ancak bazı şehirlerde yayıldığı görülür. Hıristiyanlık öncesi bazı Roma ve Kartaca tanrıları da uzun zaman Kuzey Afrika şehirlerinde takdis edilegelmiş, böylece Yahudilik, Hıristiyanlık ve putperestlik İslâm hâkimiyetine kadar bir süre birlikte yaşamıştır.

Fas’ta 62-63’te (681-682) Ukbe b. Nâfi‘ ile başlayan İslâm fetihleri 92 (711) yılında Mûsâ b. Nusayr ile tamamlandığında İslâm dini Berberîler’in direnmesi sebebiyle henüz halkın içine tam olarak nüfuz edememişti. Ayrıca arazinin engebeli oluşu ve merkezden çok uzakta bulunan bölgelere yeterli ordu gönderilememesi de İslâm’ın yayılmasını bir süre geciktirmiştir. Buna karşılık Berberîler’in kendi aralarında bir dinî ve siyasî birlik oluşturamamaları ve Bizans İmparatorluğu’nun halkı baskı altında tutarak yönetmesi gibi sebepler fethi kolaylaştırdı. Özellikle Mûsâ b. Nusayr’ın davranışları Berberîler’i İslâm’a kazandırmada başarılı oldu. Mûsâ onları Endülüs’ün fethi sırasında orduya alarak kendilerinden faydalandı. Ancak bir taraftan da Hâricîler bölgede Berberîler arasında taraftar bulmaya başladılar. Bunlardan Bergavâta kabilesine mensup Sâlih b. Tarîf adlı bir kişi peygamberlik iddiasında bulunup yeni bir kitap ve birtakım kurallar ortaya koydu. İslâm’ın Berberîler arasında yayılmasında olumsuz tesirleri olan ve Yahudilik’le de irtibatı bulunan bu hareket Murâbıtlar (1056-1147) zamanına kadar varlığını sürdürdü. Hâricîler’in bu ve benzeri menfi tutumlarına rağmen sahih İslâm esasları Berberîler arasında yayılmaya devam etti. İdrisîler döneminde (788-985), hükümdarlar Hz. Ali soyundan geldikleri iddiasında bulunduklarından daha çok Şîa mezhebine meylettiler. Devlet desteğine sahip olmamasına rağmen bu dönemde Endülüs yoluyla gelen Mâlikî mezhebi tanınmış âlimler vasıtasıyla Fas’ta etkisini göstermeye başladı. Daha sonra bölgede hâkimiyet kuran Murâbıtlar zamanında dinî, siyasî ve ilmî amaçlarla tesis edilen ribâtların çoğaldığı, gittikçe yayılan Mâlikî mezhebinin devletin resmî mezhebi halini aldığı ve Mağrib’de ilk olarak tasavvufî hareketlerin ortaya çıktığı görüldü. Düşman saldırılarından zamanında haberdar olup karşı koymak için genellikle sınır boylarında inşa edilen ribâtlar aynı zamanda ülkedeki iç karışıklıklardan uzakta inzivaya çekilenler için ibadethane, dinî ilimleri öğrenmek isteyenler için birer mektep durumunda idi. Ribâtların yaygınlaşması İslâm’ın yerleşmesinde önemli rol oynadı. Murâbıtlar Devleti’nin kuruluş safhasında bölgede Şîa ve Mâlikî mezhepleri yanında Bergavâta hareketi de hâlâ sürüyordu. Bu dönemde ortaya çıkan tasavvufî hareketlere karşı fıkıh âlimlerinin mücadele başlattıkları da görülmektedir.

Fas’ta Muvahhidler döneminde (1130-1269) İbn Tûmert ile başlayan tevhid hareketi sonucunda her çeşit Râfızîlik izleri ortadan kalkmış, bu arada Mâlikî mezhebi de ülkeye iyice yerleşmişti. Muvahhidler Devleti’nin kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî Mâlikî mezhebini korumuşken Ya‘kūb el-Mansûr Zâhirîliği benimsedi ve onun zamanında bu mezhebin nüfuzu gittikçe arttı. Ya‘kūb el-Mansûr daha sonra da Şâfiî mezhebine döndü. İbn Tûmert ve Muvahhidî hükümdarlarının çoğu amel bakımından Zâhirî olmakla birlikte bu mezhep Mağrib ulemâsı arasında fazla rağbet görmedi. Tasavvuf henüz kendine has bir şekilde kurumlaşmamıştı; ancak Murâbıtlar döneminin İbn Hirzihim, Ebû Şuayb es-Sanhâcî ve Ebû Ya‘zâ b. Meymûn gibi önemli mutasavvıfları hayatlarının bir kısmını Muvahhidler zamanında geçirdiler. İleride tesirleri görülecek Ebû Medyen Şuayb el-Ensâri, Abdüsselâm b. Meşîş ve Ebü’l-Abbas es-Sebtî gibi sûfîler ise bu dönemde yetiştiler. Ardından gelen Merînîler yönetimi (1196-1465), tasavvufî hareketlerin çoğalmasıyla Fas’ın dinî hayatına yeni bir çehre kazandırdı. Bu devirde Ebü’l-Abbas İbn Âşir gibi bazı mutasavvıflar dünya hayatından uzak durup münzevî bir zühd hayatı yaşarken Ebû Abdullah el-Cezûlî gibi bazıları da kendilerine has bir tarikat kurarak sosyal hayata daha faal şekilde katıldılar ve dış düşmanlara karşı yürütülen cihad hareketinde önemli rol oynadılar. Bunlar arasında önde gelen bir şahsiyet de Şâzelî tarikatının kurucusu Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’dir. Merînîler zamanında Mâlikî mezhebi Murâbıtlar dönemindeki hâkim durumuna yeniden kavuşurken ribâtlar önemlerini kaybederek yerlerini tasavvuf ağırlıklı zaviyelere bıraktılar. Vattâsîler zamanında (1471-1549) bu zâviyelerin sayısı tarikatların yayılmasıyla birlikte daha da arttı. Bu dönemin en meşhur âlim ve mutasavvıfları arasında Abdülazîz et-Tebbâ‘ ve Ahmed Zerrûk yer alır. Tasavvuf çevreleri, bölgeye saldırıya geçen Portekizli sömürgecilere karşı direniş hareketlerine önemli ölçüde destek sağladılar.


Bu durum, Sa‘dîler döneminde de (1511-1659) bazı mutasavvıfların devletle birlikte cihada katılmalarıyla devam etti. Ancak zamanla yönetimi tasvip etmeyen ve devletten baskı gören bazı dinî çevreler cihad konusunda müstakil davranmaya başladılar ve iç muhalefet de gittikçe şiddetlenerek yer yer ayaklanmalara dönüştü. Ahmed b. Mûsâ el-Cezûlî, Abdullah b. Hassûn el-Hâlidî, Yûsuf b. Muhammed el-Fâsî, Ahmed b. Abdullah b. Ebû Mahallî döneme damgasını vuran başlıca âlim ve mutasavvıflardır.

Muvahhidler’in sonu, din âlimleriyle tarikat çevrelerinin ümmetin mânevî gelişmesini sağlamada yarıştıkları yeni bir sürecin başlangıcı olmuş ve bu durum sömürge çağına kadar sürmüştür. Bugün de devam etmekte olan Alevî (Filâlî) yönetimi geçen yüzyıllardan pek farklı bir durum sergilememiş, dinî otoriteyi elinde tutmaya ve şartlara göre değişmekle birlikte toplumu İslâmî çerçevede yönlendirmeye gayret göstermiştir; bu konuda sultanın kişiliğinin ve dine bağlılığının büyük önem taşıdığı görülür. Bu uzun dönemde, çeşitli sultanlar zamanında az çok farklı tavırlar ortaya konulmuş olmakla birlikte dinî düşüncede Mevlây Muhammed’in (1759-1790) takip ettiği yöntem, bir taraftan Batı kültürüne hayranlık duyup idarî, iktisadî ve askerî açıdan Avrupa’yı örnek almak, bir taraftan da teşri konusunda taklitten sakınıp bu hususta Mâlikî mezhebine aşırı bağlılıktan uzaklaşmak şeklinde ortaya çıkan siyasetle sıkı bir irtibat gösterir. Bu sultan zamanında ulemâ yönetime yakın olduğu ölçüde siyasî ve maddî imtiyazlardan faydalanırken genelde devletten uzak durmayı tercih eden tasavvuf çevreleri hissedilir bir şekilde güçlerini kaybettiler. Mevlây Süleyman (1794-1822) mutedil bir dinî siyaset takip etti. Mevlây Muhammed zamanında görülen taklitten uzaklaşıp dinin temel kaynaklarına yönelme tutumu bu dönemde de devam etmekle birlikte fıkıh öğretimi de aynı ölçüde rağbet buldu. Bu sırada Vehhâbîiiğin de Fas’ta nisbeten etkili olmaya başladığı görülür. Mevlây Süleyman’ın bu mezhebi benimsemediği bilindiği halde onun tasavvuf çevrelerindeki bazı âdet ve uygulamalara getirdiği sınırlamalarda Vehhâbîliğin izlerini görmek mümkündür.

Merinîler’in son zamanlarında güçlü bir şekilde ortaya çıkan şeriflere saygı konusu, tarikat ve zâviyelerin çoğalmasına paralel olarak Alevîler döneminde daha derin boyutlar kazandı. Halk şeriflere büyük saygı gösterdi, devlet kendilerine vergi muafiyetleri ve bazı imtiyazlar tanıdı. Bu yıllarda ayrıca ulemâ ve evliya türbelerine saygı da büyük ölçüde arttı. İçlerinde bazı selefî-meşrepliler görülmekle birlikte sultanlar halkın da teveccühünü göz önüne alarak genelde bu türbelerin inşa ve onarımına katkıda bulundular. Zaman zaman bazı siyasî muhaliflere sığınak olan bu türbe ve zâviyelere karşı tedbirler alınırken de yöneticiler bu mekânların saygınlığına halel getirmemeye gayret gösterdiler. Bazı türbe ve zâviyeler ise doğrudan siyasî muhalefete kaynaklık etmiştir. Bu dönemde zâviye erbabını ve mutasavvıfları yönetimle ilişkileri bakımından mutedil tarafsızlar ve siyasî bir tavır sahibi olanlar şeklinde iki grupta toplamak mümkündür. İlk grup genelde devlete karşı baş kaldırmayanlardır; ancak bunlardan bazılarının sömürgecilere karşı tavır almış oldukları görülür. İkinci grup ise devlete karşı şartların veya temel ilkelerin çerçevelediği bir muhalefet içerisindedir. İlk gruba giren Nâsıriyye, Fas’ta en yaygın ve en zengin mülke sahip olan tarikatlardan biri idi. Faaliyetleri XIX. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Şeyh Ahmed et-Ticânî tarafından kurulan ve Halvetîliğin bir kolu olan Ticâniyye tarikatı ise mutedil bir yol tutmakla beraber sömürgeciliğe karşı mücadeleci tavrıyla tanındı. Tarikat mensupları XIX. yüzyılda sömürgeci kuvvetlere ve putperest kabilelere karşı büyük bir mücadele verdiler. Fâsiyye tarikatı da devletle iyi ilişkiler içinde faaliyetlerini sürdürdü. Bazı kadın mutasavvıflar ve tabileri de bu grup içinde mütalaa edilebilir. İkinci grup tarikatlar siyasî alanda etkin roller aldılar. Bunlardan bazıları yönetimin yanında sömürgecilere karşı da mücadeleye girişirken bazıları sömürgecilerle anlaşma yoluna giderek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Yönetime karşı siyasî tavır alanların başında Selâ’da zâviyesi bulunan Şeyh Ahmed b. Abdülkādir et-Testâvetî gelir ve onu Mahmûd eş-Şinkītî takip eder. Temayül ve tesirleri farklı olmakla birlikte dönemin iç siyasî olaylarına etki eden diğer önemli tarikatlar da Reysûniyye, Vezzâniyye, Şerkāviyye, Derkāviyye, Kettâniyye ve Kādiriyye’nin kolu Fâdıliyye’dir. Bu tarikatların bazan yönetimle ilişkileri iyi gitmiş, bazan da kendilerinden veya yönetimin tavrından kaynaklanan sebeplerle araları bozulmuştur.

Dinî düşünce sömürge idaresi döneminde Selefiyye ile milliyetçiliğin bağdaştırılması yönünde bir gelişme göstermiştir. Diğer İslâm ülkelerindeki dinî ve fikrî akımların da etkisiyle dinin esaslarını Selef’in anlayıp uyguladığı şekilde anlama, hâkimiyet, bağımsızlık ve eğitim konularında millî değerleri öne alma temayülleri gittikçe güçlenmiştir. Ülkenin bağımsızlığını kazanmasının ardından çağdaş ideolojilerin önü açılarak onlar için her türlü hareket serbestisi sağlanmış, çeyrek asır boyunca da dinî düşünce ve harekette bir duraklama gözlenmiştir. Daha sonra ise bu donukluğa bir reaksiyon olarak İslâmî uyanış doğmuş ve toplum içindeki bütün grupları içine alan bu uyanışa İslâm âleminde yaygınlık kazanmaya başlayan akımlar da etki etmiştir. Fas’ta bugün ibadet ve muamelâtta yalnızca Mâlikî mezhebi esas alınmıştır; ancak ahvâl-i şahsiyye konularında diğer mezheplerden de faydalanılmaktadır. Ülkede müslüman toplum ve resmî merciler evlenme, boşanma, miras, vakıf, hibe, vasiyet, aile hakları, ana baba hakları vb. konularda şer‘î hükümleri uygulamaktadır.

2. İlmî Hayat. İslâmî dönemle birlikte Fas’ta canlanan ilmî hayat fıkıh, hadis, tefsir, dil, edebiyat, tarih ve coğrafya alanlarında hızla gelişti. İdrîsîler döneminde devletin fazla zengin olmaması. İslâm’ın yayılışıyla meşgul bulunması ve sosyal hayattaki sadelik parlak bir ilmî ve fikrî faaliyetin görülmemesinin başlıca sebepleridir; ancak dinî ilimlerde nisbeten bir canlılık hissedilir. Murâbıtlar döneminde fikrî ve ilmî hayat daha da canlandı. Fıkıh sahasında çalışmalar Mâlikî mezhebi üzerinde yoğunlaştı. Abdülmün‘im b. Abdullah el-Mahzûmî ile İbrâhim b. Ca‘fer el-Levâtî dönemin önde gelen fakihleridir. Kādî İyâz fıkhın yanında hadiste de Murâbıtlar döneminin en önemli şahsiyetlerindendir. Tarih alanında günümüze ulaşan en önemli eser, Beydak lakaplı Ebû Bekir b. Ali es-Sanhâcî’nin Aħbâru Mehdî b. Tûmert’idir. Dönemle ilgili vesika değeri taşıyan bu eserden başka Kādî İyâz’ın Mâlikî ulemâsının biyografilerine dair Tertîbü’l-medârik adlı eserini de anmak gerekir. Büyük coğrafyacı ve Nüzhetü’l-müştâķ’ın müellifi İdrîsî de Murâbıtlar döneminde yetişen büyük âlimlerdendir.

Muvahhidler zamanı Fas’ta fikrî hayatın zirveye çıktığı dönemdir. Bunun başlıca sebeplerinden biri Endülüs’ten buraya çok sayıda âlim, fakih ve edibin


göçmesidir. Devlet de ilmî çalışmaları himaye ediyordu. Esasen Abdülmü‘min b. Ali, Ebû Yûsuf Ya‘kūb el-Mansûr ve İdrîs el-Me’mûn gibi hükümdarlar da birer büyük âlimdiler. Muvahhidî hükümdarlarının fıkha ve Mâlikî mezhebine karşı takındıkları menfi tavır sebebiyle bu dönemde pek meşhur fakih yetişmemekle birlikte Ebü’l-Hasan er-Recrâcî ve Abdullah b. Îsâ et-Tâdelî anılabilir. Buna karşılık kelâm ilmi rağbet gördü. Ömer b. Neccâr el-Fâsî, Muhammed b. Abdülkerîm el-Fendlâvî gibi kelâmcılar önde gelen âlimlerdir. Muvahhidler’in dinî anlayışlarında hadis en önemli yeri işgal ettiğinden hadis çalışmaları İbnü’l-Kattân diye tanınan Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Kettânî, Abdülcelîl b. Mûsâ el-Kasrî gibi meşhur muhaddislerle zirveye çıktı. Ayrıca teşrîin ilk kaynağını teşkil etmesi bakımından Kur’an’ın kıraat ve tefsirine olan ilgi de gelişti. Ebü’l-Haccâc Yûsuf b. İmrân el-Mezdagī, Ebü’l-Abbas Ahmed b. Fertût es-Sülemî, Ali b. Ahmed et-Tücîbî dönemin önemli müfessirleri arasındadır. Muvahhidler zamanında dinî ilimlerin yanı sıra tarih ve coğrafya alanlarında da gelişmeler gözlendi. İdrîsî ile başlayan coğrafya çalışmaları, yazarı meçhul el-İstibśâr fî Ǿacâǿibi’l-emśâr adlı eserle devam etti. Ebû Mervân Abdülmelik b. Ebü’l-Kāsım el-Kerdebûsî’nin el-İktifaǿ fî ahbâri’l-hulefâǿ, İbn İzârî’nin el-Beyânü’l-muġrib fî aħbâri’l-Endelüs ve’l-Maġrib, Abdülvâhid el-Merrâküşî’nin el-MuǾcib fî telħîśi aħbâri’l-Maġrib’i gibi eserler o günlerin önemli tarih çalışmalarıdır. Yine bu dönemde matematik ve tıp gibi ilimlerde de bazı gelişmeler kaydedilmiştir.

Fas’ta Merînîler’in hüküm sürdüğü yıllarda fikrî hayat gerek dinî ilimlerde gerekse diğer ilimlerde parlak bir dönem yaşadı. Genellikle kültürlü birer insan olan hükümdarlar âlimleri himaye ettiler ve kurdukları medreselerle ilmin yaygınlaşmasını sağladılar. Mâlikî mezhebi tekrar rağbet ve himaye görmeye başladı ve Mâlikî fıkhıyla ilgili teliflerde bir artış oldu. İbn Mansûr el-Mağrâvî’nin el-Menâsikü’l-fıķhiyye, İbnü’l-Hâc el-Abderî’nin el-Medħal, İbn İmrân el-Abdûsî’nin Taķyîd Ǿale’l-Müdevvene ve Zenâtî’nin Şerĥu’l-Muvaŧŧaǿı bunlardan birkaçıdır. Fıkhın yanında hadis, kıraat ve tefsir ilimleri de ilerledi. İbnü’l-Bakkāl’ın el-Ecvibe fi’t-tefsîr ve’l-uśûl, Meymûn el-Fahhâr’ın et-Tuĥfe fi’l-ķırâǿe, Ebü’l-Kāsım es-Selevîile Muhammed b. Ali ed-Dükkâlî’nin Tefsîrü’l-Ķurǿân adlı eserleri bu çerçevede sayılabilir. En çok revaçta olan ilim dalları ise tarih ve coğrafya idi. Müellifi meçhul el-Ĥulelü’l-mevşiyye, İbn Ebû Zer’in el-Enîsü’l-muŧrib, yine aynı müellife nisbet edilen (bazılarına göre müellifi meçhul) eź-Źaħîretü’s-seniyye fî târiħi’d-devleti’l-Merîniyye, İbnü’l-Ahmer’in Ravżatü’n-nisrîn fî devleti Benî Merîn, İbn Abdülmelik el-Merrâküşî’nin eź-Źeyl ve’t-tekmile ve şüphesiz İslâm âlemi için çok büyük önem arzeden İbn Haldûn’un el-Ǿİber’i tarih; İbn Rüşeyd’in Milǿü’l-Ǿaybe, Ebû Muhammed el-Abderî’nin er-Riĥletü’l-Maġribiyye ve İbn Battûta’nın Riĥle’si de coğrafya eserlerinin en ünlüleridir. Matematik ve astronomi dallarında yazılan en önemli eserler ise İbnü’l-Bennâ el-Merrâküşî’ninkilerdir.

Vattâsîler döneminde bazı yönlerden bir gerileme söz konusu olmakla birlikte fikri ve ilmî hayattaki canlılık devam etti. İbnü’z-Zekkāk Tuĥfetü’l-ĥükkâm, Ebû Abdullah İbn Gāzî Şifâǿü’l-ġalîl bi-şerĥi Ħalîl ve Ahmed b. Yahyâ el-Venşerîsî el-MiǾyârü’l-muǾreb adlı kitaplarıyla tanınmış fıkıh âlimleridir. Orijinal tarih kaynakları bakımından son derece fakir sayılan Vattâsîler devriyle ilgili bilgiler daha çok sonraları yazılmış eserlerden elde edilmektedir. Orijinal tarih kitaplarından sadece müellifi meçhul Meşâhîru büyûtâti Fâsi’l-kübrâ ile Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Muaskerî’nin bugüne ulaşmamış bulunan Źeylü’l-ķırŧâs fî mülûki Benî Vaŧŧâs adlı eserleri önemlidir. Coğrafya alanındaki önde gelen isim ise Vaśfü İfrîķıyye adlı eseriyle tanınan Hasan el-Vezzân’dır (Afrikalı Leon).

Sa‘dîler’le birlikte dinî ilimlerde önemli gelişmeler oldu ve özellikle kıraat üzerine birçok eser yazıldı. Bunlar arasında Ahmed b. Şuayb’ın İtķānü’ś-śanǾa fi’l-ķırâǿâti’s-sebǾa ve Muhammed es-Summâtî’nin Taķyîdü vaķti’l-Ķurǿân’ı sayılabilir. Büyük müfessir ve kıraat âlimi Ebü’l-Kāsım b. İbrâhim ed-Dükkâlî de bu dönemde yaşamıştır. Kadılık görevinde bulunan Ebû Mâlik Abdülvâhid b. Ahmed el-Hâmidî, Ebü’l-Kāsım Ali b. Mes‘ûd eş-Şâtıbî, Ebü’l-Abbas Ahmed b. Ali el-Mencûr ve İbn Âşir el-Fâsî devrin tanınmış fakihleridir. Fakihler daha çok hâşiye ve şerh ağırlıklı eserler telif ettiler. Tasavvuf sahasında ise el-Ĥikemü’l-ǾAŧâǿiyye’nin şârihi Ebü’l-Abbas Ahmed et-Tâdelî es-Savmaî anılabilir.

3. Dil ve Edebiyat. Fas’ta bugün Berberîce ile Arapça konuşulmakta ve bunlardan ikincisinin İslâm fetihlerinin başladığı VII. yüzyıldan itibaren aynı zamanda yazı dili olduğu görülmektedir. Klasik edebiyatın hemen bütün ürünlerinin bilindiği İdrîsîler döneminde hükümdarlar arasında da II. İdrîs gibi edip ve şairler vardı. Murâbıt yönetimi süresince Fas’ta ünlü şair İbnü’l-Kettânî’nin dışında edebiyat ve dil sahasında önemli bir şahsiyet çıkmadı. Muvahhidler döneminde ise dil ve edebiyata ilgi oldukça arttı ve Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Hişâm el-Lahmî, Ebû Mûsâ el-Cezûlî, İbnü’l-Murahhil ve Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ma‘t gibi dilcilerle Ebü’l-Abbas el-Cerâvî ve İbn Habbâze gibi şairler yetişti. Dil sahasında altın çağ olarak nitelendirilen Merînîler döneminde Arapça’ya daha fazla ağırlık verildi. Fas’taki medreselerde okutulan Arapça ile ilgili eserlerin en önemlileri bu yıllarda kaleme alınmıştır. Kitâbü Sîbeveyhi’nin İbn Rüşeyd’e ait şerhi, Ebû Hazm el-Gırnâtî’nin Maķśûre’sine Muhammed es-Sebtî’nin yaptığı şerh, İbn Âcurrûm’un meşhur Âcurrûmiyye’si, İbn Mâlik’in Teshîlü’l-fevâǿid adlı eserine İbn Hânî es-Sebtî’nin yaptığı şerh ve İbnü’l-Murahhil’in el-Basŧ ve’t-taǾrîf fî Ǿilmi’t-taśrif’i bunların en önemlileridir. Bu parlak günlerden sonra sönük geçen Vattâsîler zamanında bir gerileme gözlenmekle birlikte ardından gelen Sa‘dîler’in dil ve edebiyatı yeniden canlandırdıklarına şahit olunmaktadır. Devrin tanınmış edip ve şairleri arasında Ebû Fâris Abdülazîz b. İbrâhim el-Fiştâlî’den başka Muhammed b. Ali en-Nâbiga, Abdülhâlik b. Muhammed ed-Dilâî, Muhammed b. Muhammed ed-Dilâî el-Murâbıt ve Muhammed b. Hasan b. Ardûn’un adları anılabilir.

Fas edebiyatında XX. yüzyılın başlarından itibaren siyasî makale, hikâye ve roman türünde eserler verildiği görülür. Edebiyatta Allâl el-Fâsî, Muhammed b. Hassan el-Vezzân ve Saîd Hiccî’nin yazılarında 1940’lı yıllarda toplumun kültürel ve fikrî alanda uğradığı gerilemenin bir sonucu olarak hüzün ve elem hissedilir. Muhammed b. Abbâs el-Kibâc’ın derlediği antolojideki şiirler millî birlik ve geçmişe özlem duygularını yansıtmaktadır. Roman türünün temsilcilerinin başında Kāsım ez-Züheyrî, Abdurrahman el-Fâsî ve Abdülkerîm Gallâb gelmektedir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda serbest şiir akımı başlamış, ancak oldukça yaygınlaşmasına rağmen sonradan gerilemiştir. Bu yıllardan itibaren gençliğin Rus, Doğu Avrupa ve Latin Amerika


edebiyatlarından yapılan tercümelere rağbet ettiği görülmektedir. Halvî ve Sülemî gibi sömürge döneminde adlarını duyuran edipler yanında hikâye, roman ve edebî tenkit alanında bağımsızlıktan sonra Rebî Mübarek, Abdülcebbâr es-Sühaymî, İdrîs el-Hûrî ve Muhammed Zefzâr gibi yeni isimler ortaya çıkmıştır.

4. Mimari. Fas’ta Roma ve Bizans mimarisini yansıtan eserlerin kalıntıları bugün hâlâ görülmektedir. İdrîsîler döneminde Fas şehrinde Câmiu’l-eşyâh ve Câmiu’ş-şürefâ yanında birçok han ve hamam inşa edildi: Fas’ın halen mevcut en önemli ve büyük camii olan Karaviyyîn’in yapımına da bu devirde başlandı. Murâbıtlar’a kadar ülkede Bizans sanatından etkilenmiş Berberî sanatı hâkim iken bu devirden itibaren Endülüs etkisi hissedilmeye ve bir Mağrib-Endülüs sanat üslûbu oluşmaya başladı. Endülüslü âlimler gibi sanatkârlar da devletin himayesinde idiler. Murâbıtlar döneminde mescid, sur, kale ve saray gibi yapılarda süsleme unsurlarından çok sağlamlığa önem verilmiştir. Merakeş’te yaptırılan Ali b. Yûsuf Camii, Alevîler zamanında Mevlây Süleyman tarafından yenilendiği için Murâbıt özelliğinden birşey taşımamaktadır. Yine Ali b. Yûsuf b. Tâşfîn tarafından 536’da (1141-42) Tilimsân’da yaptırılan ulucami aslî şekliyle bugüne ulaşabilmiş tek Murâbıt camiidir.

Muvahhidler yapıların büyüklük ve sağlamlığına önem vermekle birlikte süsleme konusunda daha fazla Endülüs sanatının etkisi altında kaldılar. Ya‘kūb el-Mansûr zamanında yapımına başlanan Rabat’taki Hassan Camii tamamlanabilseydi Kuzey Afrika’nın en büyük ulucamii olacaktı. 183 x 139 ebadındaki on altı kapılı caminin ancak bazı bölümleri yanında yine tamamlanamamış minaresi zamanımıza ulaşmıştır. Bugün Burcu Hassan diye anılan ve yüksekliği 67, 5 m., duvar kalınlığı 2, 5 m. olan tamamen yontma taştan yapılmış minare 16, 20 x 16, 20 m. boyutlarındaki bir tabana oturtulmuştur. Merakeş’teki Kütübiye Camii, Mansûr Camii, Tâzâ Ulucamii ve Tinemlel Camii varlıklarını bugüne kadar koruyabilmiş önemli Muvahhidî eserleridir.

Endülüs sanatının en güzel örneklerinin verildiği Merînîler döneminde medrese yapımı yaygınlaştı; Fas’ta Hulefâiyyîn, Beyzâ, Sihrîc, Attârîn, Misbâhiyye, Bû İnâniyye, Selâ’da Tâlia medreseleri bunların başlıcalarıdır. Tilimsân yakınlarındaki Mansûre Camii, Ubbâd veya Sîdî Bü Medyen Camii ile Sîdî el-Halvî Camii de bu devrin diğer önemli dinî yapılandır. Mimari faaliyet bakımından nisbeten sönük geçen Vattâsîler devrinden sonra yeniden bir canlanma görülür. Endülüs tesirinin yanında Türk tesirinin de varlığını hissettirdiği Sa‘dîler döneminde Merakeş’teki Kasrü’l-bedîden başka yine aynı şehirdeki Mevâsîn ve Bâbü Dükkâle camileri önemli yapılardır. XVII. yüzyılın hemen başlarında İspanya’dan çıkarılan son müslümanların da gelmesiyle Fas’ta Endülüs mimari ve süsleme sanatı daha fazla yaygınlık kazandı. Uzun süren Alevîler devrinde eski binaların yenilenmesi ve tamiri yanında yeni eserler de yapılmıştır. Özellikle Mevlây İsmâil ve Muhammed b. Abdullah zamanında inşa edilen birçok kale, sur ve burçtan başka Miknâs’taki Zeytûne, Sîdî Saîd, Bâbü’l-Berdaiyyîn, el-Câmiu’l-ahdar, Dârülbeyzâ’daki el-Mescidü’l-atîk, Tıtvân’daki el-Câmiu’l-kebîr, Rabat’taki Ebü’l-Ca’d, Süveyka ve Fas’taki Rasîf, Dîvân, Ebü’l-Hasan b. Gālib camileri bu dönemde yapılan eserlerden bazılarıdır.

5. Eğitim. Dinî eğitimin medreseler yanında zaviyelerde de yapıldığı Fas’ta bugün çoğu resmî olmak üzere birçok meslekî öğretim kurumu bulunmakta ve ülkede ilkokuldan üniversite sonuna kadar ücretsiz bir eğitim sistemi uygulanmaktadır. Kayıtlı öğrenci sayısı 4.000.000 civarında olup aralarında birçok siyah Afrikalı ve Asyalı da bulunmaktadır. Eğitim dili Arapça olmakla birlikte bazı yüksek öğretim kurumlarında dersler sömürge dönemindeki gibi yine Fransızca verilmektedir. Fas, lise ve üniversite seviyesinde yabancı dil öğretimini ilk planda tutan ülkelerin başında gelmektedir. Okullarda değişik oranlarda din öğretimine yer verilmesi yanında edebiyat fakültelerinde de İslâmî araştırmalar yapılmaktadır. Aynı zamanda Fas, Merakeş, Tıtvân ve Agādîr şehirlerinde çeşitli fakülteleri bulunan Karaviyyîn Üniversitesi de İslâmî öğretime devam etmektedir.

Üniversitelerin sayısı ona ulaşmıştır ve bunların başlıcaları I. Muhammed, V. Muhammed, II. Hasan, Sîdî Muhammad Ben Abdullah, Karaviyyîn ve Kādî İyâz üniversiteleridir. Ayrıca çeşitli enstitüler bulunmakta, bu kurumlarda oldukça seviyeli bir şekilde matematik, mühendislik, tıp, tarım, madencilik ve veterinerlik eğitimi yapılmaktadır. Araştırma enstitülerinin hemen tamamı başşehirde olup bunların en üst düzeylisi el-Ekādîmiyyetü’l-melekiyye’dir.

Başşehirde gelecekte millî kütüphane olması tasarlanan bir genel kütüphane bulunmakta ve en önemli kısmını çoğunluğunu Arapça eserlerin meydana getirdiği yazmalar ve vesikalar bölümü teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra Fas’taki Karaviyyîn, Merakeş’teki İbn Yûsuf ve Tıtvân’daki millî kütüphaneler de önemli birer yere sahiptir ayrıca çok sayıda da özel kütüphane vardır. Buralardaki Arapça yazma eserler açısından Fas İslâm dünyasının en zengin ülkelerinden biri sayılır.

BİBLİYOGRAFYA:

H. Lavoix, Catalogue des monnaies musulmans, Paris 1891; V. Piquet, Les Civilisations du nord de l’Afrique, Paris 1917; E. Laoust, Mots et choses berberes, Paris 1920; P. Champion, Le Maroc et ses villes d’art, Paris 1927; E. Berth, Le Judäisme nord-africain, Constantine 1931; A. Bel, La Religion musulmane en Berbérie, Paris 1938; Bousquet, L’lslam maghrébin, Alger 1946; Muhammed b. Tâvît - Muhammed Sâdık Afîfî, el-Edebü’l-Mağribî, Beyrut 1960; Muhammed Haccî, ez-Zâviyetü’d-delâǿiyye, Rabat 1964; a.mlf., el-Hareketü’l-fikriyye bi’l-Mağrib fî Ǿahdi’s-SaǾdiyyîn, Rabat 1977-78, I-II; Hasan es-Sâih, DifâǾ Ǿani’s-sekâfeti’l-Mağribiyye, Dârülbeyzâ 1968; a.mlf., el-Hadâretü’l-İslâmiyye fi’l-Mağrib, Dârülbeyzâ 1406/1986; Ahmed Ziyâd, Lemehât min târîhi’l-hareketi’l-fikriyye bi’l-Mağrib, Dârülbeyzâ 1973; A. G. Hopkins, An Economic History of West Africa, London 1973; Abbas b. İbrâhim, el-İǾlâm, I-X; Mohammed Benchekroun, La Vie intellectuelle marocaine sous les Mérinides, Rabat 1974; Muhammed el-Menûnî, Varakât Ǿani’l-hadâreti’l-Mağribiyye fî Ǿasri Benî Merîn, Rabat 1979; Abbas el-Cerârî, el-Edebü’l-Mağribî min hilâli zevâhirih ve kadâyâh, Rabat 1979; Abdülhâdî Ahmed el-Hüseysin, Mezâhirü’n-nehdati’l-hadîsiyye fî Ǿahdi YaǾkub el-Mansûr el-Muvahhidî, Tıtvân 1402/1982; İbrâhim Harekât, el-Mağrib Ǿabre’t-târîh, Dârülbeyzâ 1405/1985, I-III; a.mlf., et-Teyârâtü’s-siyâsiyye ve’t-fikriyye bi’l-Mağrib kable’l-himâye, Dârülbeyzâ 1985; a.mlf., es-Siyâse ve’l-müctemeǾa fi’l-Ǿasri’s-SaǾdî, Dârülbeyzâ 1408/1987; Ali Hâmid el-Mâhî, el-Mağrib fî Ǿasri’s-Sultân Ebî Ǿİnan el-Merînî, Dârülbeyzâ 1986; Muhammed b. Ali ed-Dükkâlî, el-İthâfü’l-vecîz (Târîhu’l-ǾAdveteyn) (nşr. Mustafa Bûşa’rek), Selâ 1406/1986.

İbrâhim Harekât