FAHRİYYE

فخرية

Klasik Şark edebiyatlarında bir edebî eserde sanatkârın kendini övdüğü kısım.

Fahriyye kelimesi, eski Arap şiirinde kasidenin iç planındaki şiir konularından olan “övünme, büyüklenme” anlamındaki fahr’dan (iftihar) gelir. Genellikle methedilen kimseden bir caize almak amacıyla yazılan ve nesîb veya teşbîb, girizgâh, methiye, tegazzül ve dua gibi beş veya altı ana bölümden meydana gelen kasidenin şairin kendisini övdüğü birkaç beyitle sınırlandırılmış bölümüne fahriyye adı verilir. Ayrıca şairlerin sahip oldukları yüksek sanat gücü yanında kendi fazilet ve üstünlükleriyle de övünmek maksadıyla kaside şeklinde yazdıkları müstakil manzumelere de fahriyye denilmiştir.

Divan şiirinin bir özelliği olarak şairlerin lutfunu gördükleri veya kendisinden bir caize umdukları kimseleri övmeleri yanında kendi öz değerleriyle de övünmelerinin bir gelenek haline geldiği bilinmektedir. Nitekim Enderunlu Vâsıf, “Eş‘âr ile fahr eylemeyi istemem amma/Fahriyyece söz âdet-i erbâb-ı beyândır” derken buna işaret eder (Levend, s. 543). Divan şairleri fahriyyelerinde de methiyede olduğu gibi mübalağalı ifadeler kullanmışlardır. Böylece onların “mucize kabilinden sözler söyleyen papağan”, “ilâhî feyizlerin ilham edildiği bir kalp sahibi”, “temiz gönlü şiirin levh-i mahfuzu olan kimse” gibi abartılmış vasıflarla söz sanatındaki ulaşılmaz güçlerini sayıp dökerek Arap, Fars ve diğer Türk şairlerine karşı övündükleri görülmektedir. Şairi buna sevkeden esas unsurun, zengin hayal dünyasını gerçek dünyasıyla birleştirebilmesindeki ustalık ve maharetin verdiği bir “kabına sığamama” duygusu olduğu söylenebilir. Sözlerinin “gayb âleminin rüzgârının armağanı” olduğunu ileri süren şairin bu gibi ifadeleri, aslında zengin ve taşkın hayallere müsait olan şiirin bile her zaman kolayca kabullenemeyeceği mübalağa sanatının ölçü tanımayan terennümleridir (Banarlı, II, 656). Bu tavırlarıyla şairler bir bakıma methiye sundukları kimsenin sıradan bir şair tarafından değil büyük bir sanatkâr tarafından övüldüğünü de anlatmak isterler (Dilcin, s. 157). Bunun en belirgin örneği, Nefî‘nin IV. Murad gibi sert mizaçlı bir hükümdara söylediği, “Sen ne büyük bir hükümdarsın ki benim gibi bir şair tarafından methediliyorsun” ifadesinde görülebilir (Banarlı, II, 656).

Nefî‘ gibi şairler nâdir de olsa bazı kasidelerine, gelenek halini almış kaside planından ayrılıp doğrudan fahriyye ile başlamışlardır. Böyle kasidelerin nesîb bölümü yoktur. Öte yandan bazı şairlerin önce kendilerini övmeleri, yine övdükleri kimseye karşı başka bir yoldan yapılmış methiye anlamı taşır. Divan şairleri arasında fahriyyeye en fazla yer veren Nef‘î’dir. Nitekim Muallim Nâci fahriyyede Nef‘î nin seviyesine erişmiş, hatta yaklaşmış bir şairin bulunmadığını söyler (Istılâhât-ı Edebiyye, s. 163).

Türk edebiyatında Orhun âbidelerinden itibaren Dede Korkut hikâyeleri, Yûnus Emre ve Fuzûlî divanları dahil mensur-manzum pek çok eserde, değişik mahiyet ve ölçülerde de olsa fahriyye niteliğini taşıyan parçalara rastlamak mümkündür. Fuzûlî’nin Türkçe divanının dîbâcesindeki, “Ben ki sahîfe-i cibilletimde bidâyet-i rûz-ı ezelden... mez-raa-i mizacımda gül-i mezâk-ı şi‘r bitti... az zamanda eş‘‘a-i envâr-ı nazmım ile çok şehirler ve vilâyetler doldu” sözleri mensur fahriyyenin tanınmış örneklerindendir.

Şair fahriyyede kendisinden sadece birinci şahıs olarak değil ikinci veya üçüncü şahıs gibi de bahsedebilir. Ayrıca sanatkârın güçsüzlüğünü, zavallılığını ifade eden ve fahriyyenin zıddı olarak kabul edilebilecek “tazallüm” türünde (Levend, s. 552) fahriyyeler de vardır. Ali Şîr Nevâî’nin Bedâyiu’l-bidâye adlı divanının dibacesindeki ifadesi veya Lâmiî Çelebi’nin, “N’eyleyim bu ten-i füsürde ile/Karanu evde şem‘-i mürde ile//Âlemi etti sözlerim gülşen/Olmadı dil sirâcesi rûşen” beyitleri, yoksulluğun köşesinde inleyen Fuzûlî’nin, “Fakîr-i pâdişâh-âsâ gedâ-yı muhteşemem” musammat mısraıyla, “Fakr sultânı benem devletimdir câvidân” mısraı bu hususu ortaya koyan örneklerdir.

Tevhid, münâcât, na‘t, methiye, hatta dua mahiyetindeki şiir veya şiir bölümlerinde de fahriyye niteliğini taşıyan beyitlere rastlanır. Lâmiî’nin, “Hâmem ki bugün kat‘-ı merâhil kıldi/Her hatvede bin tayy-i menâzil kıldı/Ser menzil-i tahkîka eriştir yâ rab/Çün sa’yde tak-lîd-i efâzıl kıldı” rubaisinde, Nef‘î’nin doğrudan fahriyye ile başlayan ve kırk iki beyti fahriyyeden ibaret kırk dört beyitlik “sözüm” redifli na‘t-kasidesinde (Divan, s. 45-47) bu durum görülür. Ahmed Paşa’nın mesnevi şeklindeki divan dibacesinin 71. beytinden sonra gelen ve “tegazzül” diye adlandırılabilecek kısımda yer alan 74, 75. 76. beyitlerle diğer bazı beyitlerde fahriyye niteliği açıkça görülür. Aynı şiirin methiye kısmının 120 ve 121. beyitleri hem methiyeyi hem fahriyyeyi ihtiva etmektedir. Fahriyye ile nasihatin bir arada bulunduğu şiirler de vardır. Meselâ Necâtî Bey, Şehzade Mahmud’u överken nasihatlerde bulunur ve, “Necâtî sözleridir hikmet-âmîz/İbarettir velîkin ibretengîz” beytiyle de övünür.

Fahriyyede değişik vasıflar söz konusu edilebilir. Divan şiirinde ön planda tutulan vasıf ise şairlik yani söz ustalığıdır. Nitekim Yûnus Emre, “Kime kim dost


kapı aça düşmanı elinden kaça/Yûnus ağzı güher saça değme ârif deremeye” derken, “Bu devr içinde benem pâdişâh-ı mülk-i sühan” diyen Bakî veya, “Verildi bana serîr-i iklîm-i sühan” diyen Rûhî-i Bağdadî ile öz olarak aynı söyleyiş içindedir. “Zamanede benem şâir oğlu şâir kim/Baş eğdi nazmıma dünyânın ehl-i irfanı” diyen Nev‘îzâde Atâî ise kendi sanatının kaynağı olarak gösterdiği babasının şairliğiyle övünmektedir. Şairin zaman zaman diniyle, peygamberiyle, tarikatıyla ve şeyhiyle de övündüğü görülür. Yûnus’un, “Tapduk’un tapusunda kul olduk kapusunda/Yûnus miskin çiğ idik pişdik elhamdülillah” diyerek sanatının şeyhinin feyzinden kaynaklandığını belirttiği beyitlerinin sayısı az değildir.

Türk edebiyatında sık sık görülen “zâhid-âşık”, “sûfî-şair” tezadının divan şiirinin son temsilcilerinden Leskofçalı Galib ve Yenişehirli Avni’ye kadar uzandığı, bunun da “mutasavvıfane bir fahriyye edasının benimsenmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Öte yandan Fuzûlî’nin, “...hâk-i Kerbelâ sâir memâlik iksirinden eşref olduğu malumdur ve rütbe-i şi‘rimi her yerde bülend eden hakîkatte bu mefhumdur” şeklindeki sözleri onun memleketiyle övünmeye dinî bir mahiyet verdiğini gösterir. Taşlıcalı Yahya da bu tarz övünmenin yanına ırk unsurunu da katar. Nitekim bilhassa Nef‘î’de görülen ve Nedim’de öz değerini bilmeyenlere karşı bir isyan halini alan kendi sanatıyla övünme tavrı, Türk şairlerinin Arap ve İran şairlerine karşı kazanmış oldukları yüksek seviye ve şahsiyeti, hatta üstünlüklerini haykırmaları şeklinde yorumlanmıştır.

Fahriyyeler tarihe ışık tutma yönünden de önem taşır. Eski Arap toplumunda daha çok melik, hükümdar, vali gibi kimselerin gerek karakter ve davranışları gerekse her türlü icraatı müsbet veya menfî taraflarıyla şiirlerde ortaya dökülür ve neticede bunlar birer vesika mahiyetinde tarihe malolurdu. Bu sebeple şiir, “Araplar’ın bütün ilimlerini ihtiva eden bilgi hazinesi” olarak tanımlanmıştır (Çetin, s. II). Bu da şiirin ana türlerinden olan kasidenin medih, hiciv, fahr ve mersiye bölümleriyle gerçekleşmekteydi. Divan edebiyatında ise şiir ve bu arada kaside zaman, mekân, örf, âdet ve coğrafya değişikliği gibi sebeplerle bu fonksiyonundan çok uzaklaşmıştır. Ancak Nef‘î nin Sultan Ahmed Camii’nin inşası sebebiyle I. Ahmed’e sunduğu methiyenin, “Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sabıkta Dehre devletle gelip yine giden şâhânı” şeklindeki fahriyye beyti, şiirin hâlâ bu tarihî ve sosyolojik önemini koruduğunu veciz bir şekilde ifade etmektedir. Ancak pek çok mübalağalı ifadenin yer aldığı methiyeleri tarih açısından değerlendirirken ihtiyatlı davranmak gerekir (Bk. fahr).

Bazı fahriyyeler Türk mûsikisinde güfte olarak kullanılmıştır. Meselâ Nef‘î’nin, “Tûtî-i mu‘cize-gûyem ne desem lâf değil” mısraıyla başlayan ünlü fahriyyesi Itrî tarafından segah makamında, “Bülbül gibi pür oldu cihan nağmelerimden” diye başlayan bir fahriyye de Zekâî Dede tarafından hicazkâr makamında bestelenmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Muallim Naci. Isttlâhât-ı Edebiyye, İstanbul 1307, s. 161 vd.; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati (İstanbul 1937), İstanbul 1973, s. 43, 44; Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 84-87; Yunus Emre Divanı (Haz. Mustafa Tatçı), Ankara 1990, s. 279, 341; Ali Şîr Nevâî, Bedâyiü’l-bidâye, TSMK, Revan, nr. 802, 804, 806; Ali Şîr Nevâî’nin Birinci Dîvânı: Garâibü’s- sigar (Haz. Günay Alpay, doktora tezi, 1965), Türkiyat Araştırma Merkezi Ktp., nr. T 690; Ahmed Paşa Divanı (Haz. Ali Nihad Tarlan), İstanbul 1966, tür.yer.; Necati Bey Divanı (Haz. Ali Nihad Tarlan), İstanbul 1963, s. 9; Lâmiî, Divan, Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. M, 380; Fuzûlî, Türkçe Divan (Haz. Kenan Akyüz v.dğr), Ankara 1958, tür.yer.; Yahya Bey, Divan (Haz. Mehmet Çavuşoğlu), İstanbul 1977, tür.yer.; Bâkî: Hayatı ve Şiirleri: Divan (Haz. S. Nuzhet Ergun), İstanbul 1935, tür.yer.; Nefî, Divan, İstanbul 1269, s. 2-4; a.e (Haz. Metin Akkuş), Ankara 1993, s. 45-47, 54, 315; Nedim Divanı (Haz. Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul 1972, tür.yer.; Mehmed Rifat, Mecâmiu’l-edeb, İstanbul 1308, s, 193-197; Levend, Divan Edebiyatı (İstanbul 1943), İstanbul 1980, s. 543-551, 552; Hikmet İlaydın, Türk Edebiyatında Nazım, İstanbul 1957, s. 107; Banarlı, RTET, I, 186-190; II, 655-659; M. Nihad Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 107, 80-88; Cem Dilcin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 122-167; Tahir Üzgör, Edebiyat Bilgileri, İstanbul 1983, s. 226; a.mlf., Türkçe Divan Dibaceleri, Ankara 1990, s. 274; İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara 1990, s. 161-162; Halûk İpekten, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri, Ankara 1985, s. 43, 53, 59; Mehmed Çavuşoğlu, “Kaside”, TDL, LII/415 (1986), s. 22; a.mlf., “Avni Bey, Yenişehirli”, DİA, IV, 123-124; F. Krenkow, “Kaside”, İA, VI, 388-389; Abdülkadir Karahan. “Nefî‘”, a.e., IX, 176-178; Pakalın, I, 583-584; “Fahriye”, TDEA, III, 144-145; Öztuna, TMA, I, 281-433, 516; Mustafa Uzun. “Câize”, DİA, VII, 28-29.

Tahir Üzgör