ELİFBÂ

Arap dilinin seslerini ve yazı sistemini gösteren harfler dizisi.

Alfabenin Tarihçesi. İnsanın duygu ve düşüncelerinin ifade vasıtası olan dil ancak yazıyla hayat kazanır. Bir dilin varlığına işaret eden, bir dille kültür birikiminin ortaya konulmasını sağlayan, onu koruyan ve gelecek nesillere aktaran en önemli unsur yazıdır. Yazının tarihiyle ilgili olarak kesin bilgi verilememektedir. Bununla beraber değişik zamanlarda dilciler, tarihçiler ve sanat tarihçileri yazının doğuşu, gelişmesi ve yayılması konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Elde çok eski devirlere ait yeterince yazılı belgenin bulunmaması, bulunanların da tam anlamıyla çözülememesi, ilim adamlarını şimdilik kesin bir sonuca varmaktan alıkoymaktadır. İlmî araştırmalardan önce kültür ve medeniyet hayatı için çok önemli olan yazının doğuşu tanrılarla, peygamberlerle veya ilâhî güce sahip olduğuna inanılan kişilerle açıklanmaya çalışılmıştır. Dil bilimi, arkeoloji-sanat tarihi ve tarih konuya titizlikle yaklaşmakta, en küçük bulguları dahi değerlendirerek ortaya inandırıcı bir çözüm koymaya uğraşmaktadır. İnsanoğlunun en önemli buluşlarından biri olan yazı bugünkü fonetik sisteme ulaşmak için uzun bir dönem geçirmiş ve bu devreler madde yazısı, resim yazısı, fikir yazısı, hece yazısı ve ses yazısı şeklinde birbirini takip etmiştir.

İnsan önce eşya vasıtasıyla anlaşmaya çalışmıştır. Gidilen mahalli göstermek için yere eğik bir sopanın dikilmesi, sayı belirtmek için ipe düğüm atılması veya sopaya çentik açılması ilk anlaşma şekillerinden birkaçıdır. Daha sonra resim-yazı dönemi (pictographic) başlamıştır. İlk kullanımının 10.000 yıl kadar önceye gittiği tahmin edilen bu yazı daha çok nesnelerin resimlerinden oluşmaktaydı. Mağara duvarlarında ve kayalarda rastlanan resimlerin de en azından bir kısmının estetik anlayıştan ziyade anlaşma amaçlı olduğu sanılmaktadır. Yazının üçüncü safhası resmin daha basit çizgilerle ifade edilmiş şeklidir (ideographic). Başlıcalarını Mısır, Hitit ve Maya-Aztek hiyerogliflerinin teşkil ettiği bu sistem, birbirine bağlı bir dizi resimden oluşan ve bir olay anlatan yazıdır. Dördüncü safha resimlerin tamamen çizgiye dönüşmesi, yani bir anlamda yazının ses kazanması devridir (logographic). Bu sistemde çizilen her şekil ünsüz ve ünlüyü birlikte karşılayan bir hece değerindedir; en önemli örnekleri çivi yazısı ile hiyerogliflerin ikinci aşaması ve bugünkü Çin, Japon yazılarıdır. Son safhasında,


hece yazısındaki ünlülerin düşmesi ve şeklin tek bir sesi karşılar hale gelmesiyle ses-yazı dönemine geçilmiştir (phonographic). Sesleri karşılayan şekiller stilize edilmiş, varlığın isminin ilk fonemi şekle (harf) ad olmuş ve tek şekil - tek ses esasına dayalı bugünkü fonetik - alfabetik yazı sistemine ulaşılmıştır.

Seslerin itibarî şekillerinden oluşan alfabetik yazıyı hangi kavmin bulduğu konusu kesin olarak çözülebilmiş değildir. Bugün genellikle kabul edildiğine göre alfabe milâttan önce 1700’lerde Batı Sâmîleri’nden Ken‘ânîler tarafından icat edilmiştir. İlk örneklerine, Tûrisînâ’nın güneyindeki Serâbîtülhâdim harabelerinde bulunan bakır eşya ve tapınak duvarları üzerinde rastlanan Ken‘ânî yazısı başlangıçta göçler sebebiyle iki ayrı yöne gitmiş ve güneyde Maîn - Sebe, Himyerî, Habeş yazılarının, kuzeyde ise Kuzey Sâmî alfabe sisteminin aslını oluşturmuştur. Kuzey Sâmî alfabe sistemine bağlı yazıların en önemlileri, dünyadaki pek çok alfabenin aslını teşkil eden Fenike ve yine ondan geliştirilmiş olan Ârâmî yazılarıdır (bk. ÂRAMÎCE).

Arap Elifbâsı. Önceleri “müsned” dedikleri Güney Arabistan yazısını kullanan Araplar, muhtemelen III. yüzyılın sonlarından veya IV. yüzyılın başlarından itibaren, Ârâmî yazısından geliştirilmiş olan Nabatî alfabesinden faydalanarak düzenledikleri yirmi iki harfli alfabeyi kullanmaya başladılar (geniş bilgi için bk. ARAP [Yazı]). Elifbânın biri başlangıçtan hicrete, diğeri hicretten günümüze kadar devam eden iki dönemi vardır. Birinci dönemde, Nabatîler’den alınan alfabeye Arap diline has olan bazı sesleri karşılamak için önceleri noktasız kullanılan (ث، خ، ذ، ض، ظ، غ) harfleri ilâve edilmiş, ancak böylece sayıları yirmi sekize çıkarılan harflerin dizimi değiştirilmeyerek diğer Sâmî alfabelerde de ortak olan orijinal sıra aynen korunmuştur (bk. EBCED). Bazı dilcilerin sayıyı yirmi dokuza ulaştırdığını kabul ettikleri “lâmelif”in ise (لا) VI. yüzyılda Tamaralılar’dan alındığı sanılmaktadır.

Tarihi kesin olarak tesbit edilemeyen bir dönemde, harflerin bir kısmının ayırt edilemeyecek kadar diğerlerine benzemesinin yol açtığı karışıklıkları gidermek için Süryânî ve İbrânî yazıları örnek alınarak bazı harflerin noktalanması (i‘câm, rakş) yoluna gidilmiştir. Önceleri yalnız gerekli durumlarda ve (ب، ت، ث، خ، ذ، ز، ش، ن، ى [ـيـ]) harflerinde kullanıldığı anlaşılan bu noktalar daha sonra çoğaltılarak (ب، ت، ث، ج، خ، ذ، ز، ش، ض، ظ، غ، ف، ق، ن) ve yerine göre (ة، ي [ـيـ]) harflerinin tamamı noktalı hale getirilmiştir (hurûfü’l-menkūta, -mu‘ceme). Noktalama işleminin ne zaman yapıldığı tesbit edilememekle birlikte Hz. Peygamber’in sağlığında vahiy kâtiplerinin zaman zaman bu yola başvurdukları bilinmekte ve buradan söz konusu işlemin en geç Asr-ı saâdet’te veya daha kuvvetli bir ihtimalle Câhiliye devrinde başladığı sonucuna varılmaktadır.

Hicretle başlayan ikinci devre, yazının harekelenmesi ve işlek hale getirilmesi dönemidir. İslâm’ın ilk yıllarında Şam ile Hicaz’da yuvarlak ve köşeli olmak üzere iki ayrı yazı üslûbu gelişmiş ve İbnü’s-Sîd el-Batalyevsî’den öğrenildiğine göre yuvarlak hatlı yazıya Enbâr’da “meşk”, Hîre’de “cezm”, Şam’da “celî” veya “Şâmî”, köşeli olana da “ma‘kilî” veya “Hicâzî” denilmiştir. Mevcut en eski nüshalarından Kur’an’ın önceleri ma‘kılî tarzda yazıldığı anlaşılmaktadır.

Elifbâdaki bütün harfler ünsüz olup bunlardan “hurûfü’l-med” (uzatma harfleri) denilen (ا، و، ي) uzun ünlüleri (sırasıyla), “fetha” (üstünَ ), “kesre” (esre ِ) ve “zamme” (ötre ُ) denilen işaretler de (hareke) kısa seslileri (sırasıyla) belirtmek için (vocalisation) kullanılır. Yalnız Kur’an yazısına has olmak üzere bazan (و) ile (ى) ’nın (ا) görevi yaptığı da görülür ve bu duruma işaret etmek için o harfin üzerine, aslında küçük bir eliften başka bir şey olmayan kısa, dik bir çekme işareti konulur; meselâ حيوة (hayâten), موسى (Mûsâ) ve: عِيسى (Îsâ) gibi. Farsça’da ve Türkçe’de harfleri seslendirmek için hurûfü’l-medden başkaه/ة (he) de kullanılmakta ve bununla yalnız kelime sonlarında olmak üzere a, e sesleri elde edilmektedir; meselâ Farsça ديده (dîde), جامه (câme), داروغه (dârûga); Türkçe دده (dede), قوشمه (koşma), جيقمه (çıkma) gibi. Aslında Farsça’da ve Türkçe’de “he”nin kelime sonlarında fetha görevi yapması ve önüne geldiği ünsüze kısa a, e sesini vermesi, bu sadasız gırtlak sürtünücüsü (rihve mehmûse) harfin Arapça’da kelime sonlarında sükûn halinde iken zayıf telaffuz edilme özelliğinden kaynaklanmaktadır; meselâ منارة (minareh > minare), اقامة (ikameh > ikame) gibi. İranlılar Arap alfabesini kabul ederken “he”nin bu özelliğinden onu bir seslendirici harf olarak kullanmak suretiyle faydalanmışlar ve sonu sesiyle biten kendi kelimeleriyle ويوده (voyvoda) gibi yabancı kökenli kelimeleri onunla yazmışlardır. Daha sonra Arap yazısını İranlılar aracılığıyla alan Türkler de bu durumu aynen benimsemişlerdir. “He” seslendirici harflere dahil edildiği halde ötekilerden farklı olarak önüne geldiği sessizleri kısa okutmasından dolayı hurûfü’l-med kapsamına alınmamış ve (ا، و، ه، ى) harflerinin dördüne birden, diğer harfleri okutup onlara birer hece karakteri kazandırdıkları için “hurûf-i hecâ” denilmiştir.


Arapça’da ise bu tabirin taşıdığı anlam biraz farklıdır ve alfabenin bütün harflerine, kelimeleri hecelerine ayırmalarından dolayı “hurûfü’l-hecâ” denilmektedir.

Harflerin harekelenmesi de noktalanmasında olduğu gibi yine Süryânî ve İbrânî yazıları örnek alınarak gerçekleştirilmiştir. “Naktü’l-mushaf” denilen bu sistemin ilk defa Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından uygulandığı bilinmektedir. Harekeler önceleri nokta şeklinde ve harflerin noktalarıyla karıştırılmaması için renkli mürekkeple konulmuş, VIII. yüzyılın sonlarına doğru da şimdiki biçimlerine dönüştürülmüştür. Kabul edildiğine göre harekeleri bugünkü şekillerine kavuşturan kişi, ünlü Kitâbü’l-ǾAyn’ın yazarı Halîl b. Ahmed’dir (ö. 175/791). Halîl b. Ahmed, nokta halindeki fethayı verev çizilen küçük bir elife, kesreyi başı çok küçük yazılıp eteği çekilen (keşîdeli) küçük bir yaya ve zammeyi de küçük bir vava çevirmiş, böylece hareke olarak yine hurûfü’l-meddi kullanmıştır. Ancak bunu yaparken onları stilize ederek hem metin içindeki asıl elif, vav, yâ harfleriyle, hem bu harflerin hurûfü’l-med halleriyle, hem de hurûfü’l-menkutanın noktalarıyla karıştırılmalarından kurtarmış, ayrıca küçüklükleriyle hurufü’l-medden farklı olduklarını, yani kısa seslendirme yaptıklarını göstermiştir. Halîl b. Ahmed’in getirdiği diğer okutma işaretlerinden, üzerine konulduğu harfi iki defa okutturan (reduplication) “şedde” de ( ّ) noktasız yazılan küçük bir “şın” (ش) harfinden ibarettir. Aynı şekilde tenvini (nunation) gösterebilmek için zammenin eteğinin bir kıvrımla bitirilmesi de ( ٌ) işaretin sonuna yine noktasız yazılan bir sonda nun (ن) harfinin eklenmesiyle elde edilmiş olsa gerektir. Halîl b. Ahmed’in ilgili kelimelerin remzi mahiyetinde ortaya koyduğu okutma işaretleri sistemi zamanla geliştirilip Kur’an imlâsında “alâmâtü’l-vakf” denilen ve bir tür noktalama işareti yerine kullanılarak âyetlerin okunurken durulacak veya durulmayacak yerlerini gösteren işaretler meydana getirilmiştir. Aynı şekilde hat sanatında da okunması zor harflerin üstlerine veya altlarına o harflerin küçük birer mücerret örneği konulmaktadır.

Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân zamanında (685-705) elifbânın ebced tertibindeki dizilişi değiştirilerek yerine bugünkü birbirine benzeyen harflerin arka arkaya getirildiği tertip kabul edilmiştir. Arap harfleri diğer Sâmî alfabelerinde olduğu gibi sağdan sola doğru yazılır. Harflerin bitişip bitişmeme özellikleri vardır; bitişenler kelimenin başında, ortasında ve sonunda şekil değişikliğine uğrar. Başa ve ortaya geldiğinde bir sonraki harfe bitişmeyenler (veا، د، ذ، ر، ز، و، لا)’tir: sonda ise bütün harfler birleşir. Harfler arasında majüskül ve minüskül farkı bulunmamakta, yalnız hat sanatında Allah adına mahsus olmak üzere elif üç nokta boyu daha uzun yazılarak majüskül denilebilecek bir hale getirilmektedir.

İslâmiyet’le beraber yayılan ve Kur’an yazısı olmasından dolayı “İslâm yazısı” adıyla anılan elifbâ, kullanıldığı ülkelerin fonetik özelliklerine göre küçük değişiklikler göstererek çeşitlenmiş ve zamanla “ümmet yazısı” haline gelmiştir. Mısır yazısı, İran yazısı, Mağrib yazısı, Osmanlı yazısı gibi isimlerle tanınan bu çeşitler, harflerin şeklinden doğan üslûp özelliklerinin yanında ilâve harflerle de kendini belli etmiştir. Meselâ İranlılar pe(ب) , çe (ج) , je (ز) ve gef (كـ ، ك) harflerini katmışlar, Türkler de elifbâyı bu haliyle İranlılar’dan alarak sadece “kâf-ı Farsî” dedikleri gefe, yerine göre geniz n’si (n, ng). ğ (yumuşak g), v ve y seslerini de vererek bu gibi hallerde adını “sağır kef, kâf-ı yâyî” veya “kâf-ı Türkî” şeklinde söylemişlerdir; meselâ كوكل (gönül), كوكس (göğüs), كوكر جين (güvercin < gögercin) ve كوكنمك (göyünmek, göynümek), كويى (güveyi < güyegü) gibi. Osmanlı elifbâsı sağır kef ve lâmelif ile birlikte otuz üç harften meydana gelir.

Arap elifbası yayıldığı yerlerde bazan mevcut yazının yerine geçmiş (Afrika’da Berberî, Mısır’da Kıptî, Suriye ve Irak’ta Ârâmî, Süryânî ve diğer Sâmî yazıları ile Grek, İran’da Pehlevî, Orta Asya’da Uygur), bazı yerlerde de ilk yazı olarak kullanılmıştır (Afrika Zengibar’da Sevâhilîler, Sudan’da Hevsâlar, Madagaskar’da Malgaşlar, Kafkasya’da Çerkezler, Avrupa’da Boşnaklar ve Arnavutlar). Bu alfabe gizli Yezîdî yazısının ve Keşmir’le Tibet arasındaki alanda kullanılan Baltî yazı sisteminin de esasını oluşturmuştur.

İslâmiyet’in resim ve heykeli yasaklaması müslümanların estetik ilgilerinin yazı üzerinde toplanmasına sebep olmuş ve Emevîler’den itibaren ilk mimarlık eserleriyle el sanatı ürünleri yazılarla bezenirken XII-XIII. yüzyıllarda “aklâm-ı sitte” denilen altı çeşit yazı ortaya çıkmıştır. Özellikle bir merhale teşkil eden Yâkūt el-Müsta‘sımî’nin (ö. 698/1298) eserleri ve öğrencileriyle bu sanat “hüsn-i hat” adıyla güzel sanatların bir kolu olarak İslâm dünyasına yayılmıştır (bk. HAT).

Dünyada Latin alfabesinden sonra en çok kullanılan yazı durumunda olan Arap elifbâsı, bugün İslâmiyet’in yayılış alanı içerisinde Atlas Okyanusu’ndan Endonezya adalarına, Çin’den Afrika ortalarına kadar uzanan geniş bir alanda ve bazı Amerika ülkelerinde tek veya ikinci yazı olarak kullanılmaktadır.

Arap Elifbâsı ve Türkler. Elde yazılı metin bulunmamakla birlikte Arap harflerinin Türkler tarafından İslâmiyet’in kabulünden hemen sonra kullanılmaya başlandığı tahmin edilmektedir. Arap elifbâsının Türkçe’ye uygulandığı bilinen ilk eser, Kâşgarlı Mahmud’un 1072-1074 yılları arasında tamamladığı Dîvânü lugāti’t-Türk’tür. Eserin elde bulunan 1266 tarihli nüshasında metin kısmı Arapça olduğu gibi, verilen Türkçe kelime ve örnekler de Arap harfleriyle yazılmıştır. Önceleri Uygur yazısının yanında yardımcı olarak kullanıldığı anlaşılan Arap elifbâsı bu geçiş döneminden sonra Türkler’in millî alfabesi durumuna gelmiştir. Müslüman Türkler’le birlikte Anadolu’ya giren Arap yazısı Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı devirlerini yaşadıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin inkılâplar çerçevesinde çıkardığı bir kanunla terkedilmiş ve yerine Latin alfabesinden türetilen yeni Türk harfleri alınmıştır. Arap elifbasının bırakılması ve yeni harflerin alınması uzun süren tartışmalardan sonra gerçekleşmiştir.

Tanınmış Türk asıllı hekim ve filozof Bîrûnî (ö. 453/1061 [?]) Arap yazısının, harekeleme ve şeklen benzer harfleri birbirinden ayırmak için nokta konulması zarureti sebebiyle diğer dillerdeki kelimeleri ifadede yetersiz kaldığını söylemiş (Kitâbü’s-Saydele fi’t-Tıb Mukaddimesi, s. 34), Kâtib Çelebi de nokta


ve harekenin Kur’an’ın yazımı başta olmak üzere bazı durumlarda zarurî olduğunu, bunu ihmal etmenin önemli hata ve karışıklıklara yol açacağını belirterek (Keşfü’ž-žunûn, I. 712-713) aynı hususa işaret etmiştir. Fakat asıl alfabe tartışmaları siyasette, kültürde, hukukta ve günlük hayatta köklü değişiklikleri hedef alan Tanzimat hareketiyle başlamıştır. Bu dönemde Batı dünyası ile açılan mesafeyi kapatma, daha vasıflı insanlar yetiştirme düşüncesinden hareket edilerek bu hedeflere ulaşmak için eğitim kurumlarını yenilemekle işe başlanmış, bu arada okuma yazmayı kolaylaştırmak, yaygınlaştırmak, okul kitaplarını modern anlayışa göre düzenlemek ve yayımlamak için de imlâdaki karışıklığın giderilmesi şart görülmüştü. Bu konuda dikkatleri ilk çeken ve yıllarca sürecek bir tartışmanın başlamasına sebep olan Ahmed Cevdet Paşa’dır. Cevdet Paşa Kavâid-i Osmâniyye (İstanbul 1281) adlı eserinde ilk defa, Türkçe’de yer alıp da Arap harfleriyle gösterilemeyen sesleri belirtmek için bir yol bulunması gerektiğini yazmıştı. Yine o yıllarda Münif Mehmed Paşa, kurucusu olduğu Cem‘iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’de verdiği bir konferansta aynı endişeleri dile getirmiş ve bunun giderilmesi için harflerin harekelenmesini, yani ünlülerin belirtilmesini veya harflerin bitiştirilmeden yazılmasını tavsiye etmişti. Bu şekilde başlayan tartışma zamanla farklı bir alfabe arama veya bir yenisini yapma şeklinde boyutlar kazandı.

Tanzimat devri şairi Nâmık Kemal Hürriyet gazetesindeki bir makalesinde (London 9 Ağustos 1869) alfabenin ıslah edilmesi fikrini anladığını, fakat harf değiştirmenin bir dizi mahzurları olduğunu yazmıştı. Bu konu devrin iki önemli gazetesi arasında ateşli tartışmalara sebep oldu. Hayreddin Bey Terakkî gazetesindeki bir makalesinde (nr. 192, İstanbul 31 Temmuz 1869), harfler değiştirilmedikçe ilmî gelişmenin zor olacağını ve okuma yazma öğrenmenin fazla zaman alacağını belirterek ilmî, ticarî ve idarî işlerde kullanılmak üzere sade, kolay bir alfabenin bulunmasını istedi ve bunun için bir komisyon kurulmasını teklif etti. Ebüzziyâ Mehmed Tevfik ise Terakkî (nr. 193-195, 2-4 Ağustos 1869) ve Rûznâme-i Cerîde-i Havâdis’teki (nr. 1225, İstanbul 30 Ağustos 1869) cevabî yazılarında matematik, felsefe, coğrafya ve kimya gibi ilimlerde dünyaya yol gösterenlerin Araplar olduğunu, bu ilimlerin de Arap harfleriyle yazıldığını belirtti ve Arap elifbasını kullanarak gelişmiş olan Endülüs’ü örnek gösterdi. Bu arada Şinâsi de 400 kadar olan matbaa harflerini 112’ye indirerek Arap elifbâsında ilk ıslahatı deneme safhasına koydu. Aynı dönemde Ali Suâvi, Yenişehirli Avni, Ferâizcizâde Habîb, Necip Âsım da (Yazıksız) harflerin ıslah edilebileceğini, fakat yeni bir alfabeye karşı olduklarını belirttiler. Hatta Ferâizcizâde Habîb, Osmanlı alfabesinde yaptığı küçük düzenlemelerle İngilizce, Fransızca, Almanca, Rumca, Ermenice ve İbrânîce bile yazılabileceğini örneklerle ispata çalıştı. Bu arada hazırlanan bazı özel ve resmî raporlarla da Arap veya Osmanlı alfabesinin ıslahı tavsiye edildi. Avrupa’ya kaçan İttihat ve Terakkî Cemiyeti kurucularından İbrahim Temo ise İstanbul’a gelip yönetimi devraldıklarında Latin harflerini Türkçe’ye uydurarak kullanacaklarını söylüyordu.

Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e kadar (1908) geçen yetmiş yıllık süre içerisinde bu konuda yapılan tartışmaların ana noktası, kullanılmakta olan Osmanlı harflerinin yazıda karışıklığı önleyecek şekilde düzeltilmesiydi; yazıyı değiştirip Latin alfabesini almayı düşünenler çok azdı. II. Meşrutiyet’ten sonra gelen nisbî hürriyet havasının yarattığı rahatlık ortamında yapılan tartışmalarda yine genellikle mevcut alfabenin düzeltilmesi fikri ileri sürüldüyse de bu defa Latin harflerini isteyenlerin sayısında hızlı bir artış görüldü. Devrin gazetelerinden Tanin, İctihad ve Hürriyet-i Fikriyye bu görüşün yaygınlaşmasında ve olgunlaşmasında önemli rol oynadılar. Bu tartışmalar da yazının fonetik bir imlâya kavuşturulması dilekleriyle başlamış, bu arada Milâslı İsmâil Hakkı Bey ilk mushafların bitişmeyen harflerle yazıldığını delil göstererek harflerin bitiştirilmeden yazılmasını teklif etmiş, sık sık gündeme getirilen Latin harflerini ise milletin ruhuna uygun düşmeyeceği gerekçesiyle reddetmişti. Celâl Sahir (Erozan) Servet-i Fünûn dergisinde çıkan bir yazısında (c. 37, nr. 953, İstanbul 25 Kânunuevvel 1325/1910), Ismayıl Hakkı (Baltacıoğlu) tarafından da benimsenen bu görüşe katıldığını yazdı: dergi daha sonra bu doğrultuda bir de ilâve verdi. Bu fikirlere karşılık Latin harflerini isteyenler ise bunun korkutacak bir tarafı bulunmadığını, müslüman Arnavutlar’ın Latin asıllı bir alfabe kullandıklarını yazdılar ve özellikle Hüseyin Cahit (Yalçın) Tanin’de. imkânı varsa Latin harflerinin kabul edilmesinin yerinde olacağını belirtti. Hatta bu arada Arnavutça’nın Latin harfleriyle yazılıp yazılamayacağı konusu şeyhülislâmdan sorularak fetva istendi. Fakat olumsuz cevap alındı. Bunun


üzerine yazarlarla aydın ıslahatçılar ve Latinciler şeklinde ikiye ayrıldı. Islahatçıların üzerinde ısrarla durdukları “hurûf-ı munfasıla” veya “hurûf-ı mukattaa” denilen uygulamaya da bu tarihlerde başlandı. Harbiye Nezâreti, 1 Mayıs 1913’ten itibaren yalnız askerî amaçlarla yapılacak her türlü yazışmanın bitişmeyen harflerle olacağını duyurdu ve haritalar, askerî kanunlar, talimatnâmeler, salnâmeler bu yazıyla hazırlandı. Ancak Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın emriyle kullanıma giren ve adına “hatt-ı cedîd, hatt-ı Enverî, Enver yazısı, Enveriye, ordu elifbâsı”, hatta “Alman yazısı” denilen bu yazı bir süre sonra yine Enver Paşa’nın emriyle kaldırıldı.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra yazı konusundaki teşebbüslerin ilki Maarif Nezâreti’nce yapıldı ve bu maksatla Ali Ekrem’in (Bolayır) başkanlığında kurutan Tedkîkāt-ı Lisâniyye Heyeti Sarf ve İmlâ Encümeni’nin çalışmaları hakkında devrin aydınlarının görüşüne başvuruldu. Cenab Şahabeddin verdiği cevapta, Latin harflerinin alınmasını Batı medeniyetine girmenin en kestirme yolu olarak değerlendirirken Veled Çelebi (İzbudak) ile Halit Ziya (Uşaklıgil) harflerin ıslahını teklif ettiler. Ancak bu dönemdeki tartışmalarda Hürriyetçiler’le Türkçüler’in de ağırlık koymalarıyla ibre Latin harflerine doğru kaymaya başlamıştır. II. Meşrutiyet’le Cumhuriyet arasında geçen on beş yıllık sürede Latin harfleri adına, birincisi Maarif Nezâreti’nin kendi bünyesinde kurduğu komisyon tarafından, ikincisi İzmir’de toplanan I. Millî İktisat Şûrası’nda (17 Şubat 1923), üçüncüsü de Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi’nin meclise verdiği önerge ile (Hâkimiyet-i Milliye, Ankara 27 Ağustos 1923) üç resmî teklif yapıldı. Bu tekliflerin ilki ilgi uyandırmamış, ikincisi kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından uygun görülmediği için gündeme alınmamış, üçüncüsü de müzakereye değer bulunmamıştır.

1851’den 1928’e kadar geçen yetmiş yedi yıl boyunca sert tartışmalara yol açan, basının gündeminden düşmeyen, ilim çevrelerini meşgul eden, kabulü için fetvalar istenen, hakkında dernekler kurulan ve dergiler çıkarılan bu konu üzerine birbirinden farklı çeşitli görüşler ileri sürülmüş ve teklifler yapılmıştır. Bu görüş ve teklifleri üç maddede toplamak mümkündür: 1. Kullanılmakta olan harflere devam etmek; 2. Latin harflerini almak; 3. Ortaya yeni ve modern bir alfabe koymak.

Arap asıllı Osmanlı alfabesine devam edilmesini isteyenler konuyu din, millet, siyaset ve kültür açısından değerlendirmişler ve alfabe değiştirmenin kolay bir iş olmadığı, bir kültür değiştirme mânasına geleceği, bunun da pek vahim sonuçlar doğuracağı görüşünde birleşmişlerdi. Mevcut alfabenin devamından yana olanlar da aynen kalmasını ve ıslah edilerek kullanılmasını isteyenler şeklinde ikiye ayrılmıştı. Bunlardan ikinci grubu oluşturanların sayısı diğerlerinden daha fazlaydı. Tartışmalardan çıkan sonuç şu noktalarda ıslahat yapılması şeklinde toparlanabilir: a) Elif, kâf ve vavın üzerine birtakım işaretler koyarak bu harflerle yazılan kelimelerdeki karışıklığın önüne geçmek. Bunu Ahmed Cevdet Paşa, Nâmık Kemal, Ebüzziyâ Mehmed Tevfik, Şemseddin Sâmi, Ahmed Vefik Paşa, Ali Seydi ve İsmâil Şükrü istiyordu. b) Alfabeye ünlü ilâve etmek ve böylece kelimelerin Türk fonetiğine göre yazılmasını mümkün kılmak. Yanyalı Ali Rızâ, Ali Sedad, Hüseyin Kâzım Kadri, Veled Çelebi, Avram Galanti ve Servet-i Fünûn dergisi bu görüşü savunuyordu. c) Türkçe’de karşılığı olmayan Arap harflerinin alfabeden atılması. Daha çok matbaacıların ileri sürdüğü bu görüşü Yanyalı Ali Rızâ, İsmâil Şükrü ve Celâl Esat (Arseven) benimsemişti. d) Harflerin çoğaltılması. Ahmed Midhat Efendi sağlıklı bir yazışma için kırk bir harfe ihtiyaç duyulduğunu belirtmiş, Ferâizcizâde Habîb de yeni harflerin gerekliliğini savunmuştu. e) Harflerin bitiştirilmeden ayrı ayrı yazılması. 1910-1918 yıllarında hâkim olan bu görüş imlâyı düzelteceği, okuyup yazmayı kolaylaştıracağı, matbaacılığı geliştireceği iddiasındaydı. Enver Paşa, Münif Paşa, Milâslı İsmâil Hakkı Bey, Ismayıl Hakkı (Baltacıoğlu), Celâl Sahir ve Ali Nusret’in savundukları bu tez yurt dışında da Mirza Feth Ali Ahundzâde, Melkon Han, Haritanof, İmad Nogaybek, Abdurrahman Burnaşoğlu, Abdullah Alpar, Hâdi Maksûdî, Mehmed İdris, Âlimcan Şeref ile M. Şâkir ve M. Zâkir kardeşler tarafından benimsenmiş ve bu harflerle kitaplar bastırılmıştı. f) Kullanılmakta olan harflerin Latin harfleri gibi soldan sağa doğru yazılması. Bunu sadece Hoca Tahsin Efendi savunmuştur.

Elifbânın bırakılıp Avrupalılar’ın kullandığı Latin harflerinin alınmasını isteyenler, Arap harflerinin aslında İbrânîce için icat edildiğini ve daha sonra birtakım düzenlemelerle Arap fonetiğine uygun hâle getirildiğini öne sürüyorlardı. Yine bu görüş sahipleri, Arap harflerinin çağdaş dillerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu ve okumayı, yazmayı


güçleştirdiği için geri kalmamıza yol açtığını, harflerin dinle, milliyetle ilgisi bulunmadığını, ıslahat teşebbüslerinin ise hiçbir olumlu sonuç vermediğini ve Cumhuriyet’le yeni bir çağın başladığını, bunun gereği olarak da Latin harflerinin kabul edilmesinin lüzumunu belirtiyorlardı. Devrin tanınmış ilim, edebiyat ve siyaset adamlarından Hayreddin Bey, Hüseyin Cahit, Falih Rıfkı (Atay), İbrahim Necmi (Dilmen), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Yunus Nadi, Celâl Nuri (İleri) , Kılıçzâde Hakkı, Tahsin Ömer, İsmet İnönü, Şükrü Saraçoğlu, Cenab Şahabeddin, Mustafa Necati, Mustafa Şekip (Tunç), Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Necip Âsım, Mahmut Esat (Bozkurt), Ahmet Cevat (Emre), Raufpaşazâde Fuat, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Hasan Fehmi (Tümerkan), Reşit Galip, Neşet Ömer (İrdelp), Mehmet Ali Ayni bu iddialarda bulunmuşlardı.

Anlaşıldığı üzere seksen yıla yakın bir süre imlâ ve harf tartışmalarıyla alfabe konusunda bir alt yapı oluşturulmuş, Batılılaşma temposunun hızlanmasıyla Latin harflerini almak isteyenler çoğalmıştı, özellikle Cumhuriyet’ten sonra Latin rakamlarının kabulü (Kanun nr. 1288; kabul tarihi 20 Mayıs 1928), ardından alfabe komisyonunun kurulması (23 Mayıs 1928), bu komisyonun bir rapor hazırlaması ve benimsenecek harfleri tanıtma gezilerine çıkılmasıyla bu yoldaki baskıcı çalışmaların sonuna varılmıştı. Nihayet 31 Ekim 1928 tarihinde başından beri harflerin değiştirilmesine ve bu yolla daha kolay bir kültür değişikliği gerçekleştirileceğine inanan hükümetin alelacele hazırlayıp sunduğu kanun teklifiyle Arap harflerine dayalı Osmanlı alfabesi bırakıldı ve Latin asıllı yeni Türk harfleri kabul edildi (kanun nr. 1353; kabul tarihi 1 Kasım 1928; Resmî Gazete’de yayın tarihi 3 Kasım 1928).

Alfabe ve Sosyoloji. Harfler bir dildeki sesleri yaklaşık olarak karşılayan işaretlerdir. Sesle şekil arasında çoğunlukla ilgi yoktur; bu sebeple harfler duyularak ve görülerek öğrenilir. Milletler, dillerini yazıya dökmek ve kaydetmek için ya kendileri bir alfabe icat etmişler veya komşu dillerden birinin alfabesini alarak kendi dillerine uygulamışlardır. Bunların ilkine “millî alfabe”, ikincisine de “adapte alfabe” denir. Aslında, karakterleri farklı da olsa resim-yazıdan doğdukları kabul edilen bütün alfabelerin birbirlerinden etkilendikleri, birinin diğerinin harflerini alıp yeniden şekillendirerek kullandığı göz önünde tutulursa orijinal alfabe olamayacağı anlaşılır.

Bir dildeki sesleri tam olarak karşılayan alfabeye “zengin alfabe” denir. Dillerin ses zenginliği alfabelerindeki harf zenginliğiyle ölçülür. Ancak çok harfli alfabelerin kullanılması birtakım güçlükler de doğurduğu için benzer seslerin tek harfle gösterilmesi, harf veya şekil kalabalıklığından kaçınılması daha pratik bulunmuştur. Dilciler, bir dildeki ses farklılıklarını göstermek için harflere birtakım işaretler koyarak sesçe zengin bir alfabe meydana getirmişlerdir. Bir dildeki sesleri bütün incelikleriyle yazıya geçirmek için kullanılan alfabeye “fonetik alfabe”, bir parçayı başka bir alfabeye, özellikle Latin alfabesine çevirmek için kullanılan özel işaretli alfabeye “transkripsiyon alfabesi” (çevriyazı) bir dilin ağız özelliklerini gösteren yazılı bir parçayı Latin asıllı bir alfabeye çevirmek için kullanılan alfabeye de “transliterasyon alfabesi” denir.

Sosyoloji, alfabeyle milletlerin dinî ve içtimaî hayatı arasında birtakım ilişkiler kurmuştur. Din bir alfabenin seçiminde önemli bir faktördür ve meselâ Arap yazısı İslâmiyet’i seçen milletler tarafından bu etkiyle kabul edilmiş ve kullanılmıştır. Yine aynı etkiyle Süryânîler mezheplere ayrılınca Nastûrî, Ya‘kūbî ve Melkit alfabeleri türemiş, Katolik Lehler, Çekler, Slovaklar, Vendler, Slovenler ve Hırvatlar Latin; Ortodoks Ruslar, Sırplar, Bulgarlar Kiril alfabesini almışlardır. Kıptî, Got ve Slav alfabeleri de din etkisiyle Bizans ve Yunan alfabelerinden türetilmiştir. Arnavutlar’ın Katolik olanları Latin, Ortodoks olanları Yunan, müslüman olanları da Arap asıllı alfabeyle yazmaktadırlar. Alfabe seçiminde ikinci faktör kültür olmuştur. Milletler hangi kültürün etkisinde iseler ya isteyerek o kültürün yazısını almışlar yahut da buna mecbur bırakılmışlardır. Türkler’in 1928’den sonra Latin asıllı yeni Türk harflerini, Romenler’in Kiril’i terkedip Latin ve Hindistan’daki müslüman Gucerâtlar’ın da Hint asıllı Devanagari alfabelerini almaları kendi arzuları iledir. Uzakdoğu ve Afrika’ya Latin, Orta Asya’ya Kiril alfabelerinin girmesi ise sömürgeci-istilâcı güçlerin kültür etkisi ve zorlamasıyla olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 476-477; İbn Abdürabbih, el-Ǿİkdü’l-ferîd, IV, 240 vd.; Sûlî, Edebü’l-küttâb, s. 28-30; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Flügel). s. 6-7; İbn Fâris, es-Sâhibî fî fıkhi’l-luğa (nşr. Mustafa es-Süveymî), Beyrut 1963, s. 7 vd.; Bîrûnî, Kitâbü’s-Saydele fi’t-Tıb Mukaddimesi (trc. Şerefeddin Yaltkaya), İstanbul 1937 s. 34; Kalkaşendî, Subhu’l-a‘şâ, III, tür.yer.; Keşfü’z-zunûn, I, 712-713; Süheyle Yâsin el-Cübûrî, Aslü’l-hatti’l-ǾArabî ve tetavvüruh, Bağdad 1977, s. 22-77; Ahmet Cevat (Emre) , Alfabenin Menşei, İstanbul 1933; Cl. Huart, Arap ve Arap Dilinde İslâm Edebiyatı (trc. Cemal Sezgin), İstanbul 1944; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri (Ankara 1949), Ankara 1972, s. 149-177, 354-370, 392-405; Faruk Kadri Timurtaş, Osmanlıca Grameri, İstanbul 1964, s. 2-39; A. Dilâçar, Türk Diline Genel Bir Bakış, Ankara 1964, s. 172; Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 186 vd.; III, 436 vd.; Alphabete und Schriftzeichen des Morgen und des Abendlandes (ed. O. Harrassowitz), Berlin 1969, tür.yer.; Nâsırüddin el-Esed, Mesâdirü’ş-şi‘ri’l-Câhilî Kahire 1978, s. 23-103; Şevki Dayf, Târîhu’l-edeb, I, 104-137; R. Tahhan, “el-Luğatü’l-‘Arabiyye ve’l-bünyâniyye”, el-Meşrık, Beyrut 1970, LXI/6, s. 1-12; Z. H. Zülfikar - Zeynep Uzun, Mütâla‘ayı Zebân-ı Urdu, s. 17-28; D. Diringer, The Alphabet, New York 1948, s. 140-176; Ahmet B. Ercilasun, Bugünkü Türk Alfabeleri, Ankara 1977, I; Rekin Ertem, Elifbeden Alfabeye, İstanbul 1991; Yazır, Kalem Güzeli, I-III, tür.yer.; J. R. Strager, Dictionary of Middle Ages, New York 1989, I, 376-378; J. Naveh, Early History of the Alphabet, Jerusalem 1987, tür.yer.; Harf Devrimi’nin 50. Yılı Sempozyumu, Ankara 1981; Bilâl N. Şimşir, Türk Yazı Devrimi, Ankara 1992; Ali Suavi, “Lisân u Hatt-ı Türkî”, Ulûm Gazetesi, sy. 2, İstanbul 1286/1870, s. 69-78; sy. 3, s. 115-134; sy, 4, s. 214-228; Frederick Bodmer, “Alfabenin Tarihi” (trc Vural Ülkü), DTCFD, XXV/3-4 (1970), s. 245-276; Abdussabûr Şahin, “Hz. Muhammed Devrinde Arap Yazısında Hareke ve Nokta” (trc. Tayyar Altıkulaç), Diyanet Dergisi, IX/102-103, Ankara 1970, s. 403-406; Cahit Baltacı, “İslâm Medeniyetinde Yazının Gelişmesi”, a.e., XIX/4 (1983), s. 36-42; Talat Tekin, “Tarih Boyunca Türkçenin Yazısı”, Ulusal Kültür, I/2, Ankara 1978, s. 18-42; Gürkan Tümer, “İnsanlar ve Harfler”, Çağdaş Eleştiri, II/7, İstanbul 1983, s. 30-37; Ali Aktan, “Arap Yazısının Doğuşu, Gelişmesi ve İslâm Yazısı Hâline Gelmesi”, İslâmî Araştırmalar, II/6. Ankara 1988, s. 61-67; Muhammed Hamidullah, “Allah’ın Elçisi (SAV) ve Sahabe Devrinde Yazı Sanatı”, a.e., II/7 (1988), s. 95-102; Midhat Sertoğlu, “Eski Yazının Menşei ve Tekâmülü”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, III/25, İstanbul 1989, s. 11-17; el-Muktetaf, Beyrut 1888, XII, 279-287; “Alfabe”, TA, II, 52-65; B. Moritz, “Arabistan (Yazı)”, İA, I, 498-512; “Alphabet”, Encyclopedia Internationale, I, New York 1970, s. 318-321; The Book of Popular Science (1970), I, 111-118; “Alphabet”, EAm., New York 1970, I, 618-626; H. Fleisch, “Huruf al-Hidjâ”, EI² (İng.), III, 596-600; EBr., I, 618-627; “Alfabe”, ABr., I, 368-369; Nihad M. Çetin, “Arap (Yazı)”, DİA, III, 276-282; Mustafa Uzun, “Ebced”, a.e., X, 68.

Rekin Ertem




Türkçe’nin Yazıldığı Alfabeler. Tarih boyunca Türkçe’ye uygulanan yazı sistemleri


Göktürk (Orhun), Soğd, Uygur, Mani, Brahmî, Nestûrî - Süryânî, Çin, Peçenek, Tibet, Passepa, Arap, Ermeni, İbrânî, Grek, Latin ve Kiril’dir (Slav).

1. Göktürk Alfabesi. Türkçe’nin yazıldığı ilk alfabe, bugünkü bilgilere göre Batı’da “runik eski Türk yazısı” adıyla tanınan Göktürk alfabesidir. Bu yazıya Batı’da “runik” denmesinin sebebi, harflerinin eski İskandinav yazıtlarında kullanılmış olan ve genellikle “runik alfabe” diye adlandırılan yazının harflerine benzemesidir. Runik sözü Eski İskandinav (Old Norse) dilinde run isminden türemiş bir sıfattır ve “esrarengiz” demektir. Göktürk alfabesinin, Danimarkalı dilci Thomsen’in çözdüğü ilk iki Orhun yazıtında (Kültigin, yazılış tarihi 732; Bilge Kağan, yazılış tarihi 735) kullanılan biçimi otuz sekiz harften oluşur; bunların dördü ünlü, diğerleri ünsüz, ikili ünsüz ve hece işaretleridir. Dört ünlü işaretinin her biri iki ayrı ünlüyü gösterir; yani için birer harf vardır. Türkçe’deki ünlü uyumu ve on ünsüzün biri kalın (art), diğeri ince (ön) olmak üzere iki harfinin bulunması, ünlülerinin yazıda kolayca ayırt edilmesini sağlarsa da bu yazıda o ile u’yu ve ö ile ü’yü ayırt etme imkânı yoktur. İçinde yuvarlak bir ünlü bulunan sözleri doğru okuyabilmek için o sözleri Osmanlıca’da olduğu gibi önceden bilmek ve kestirmek gerekir. Ünsüz işaretlerinin yirmisi, on ünsüzün (b, d, g, k, l, n, r, s, t, y) biri kalın, diğeri de ince ünlülü kelimelerin yazımında kullanılan ikili işaretleridir. Diğer bir ifadeyle bu on ünsüzün her biri için iki ayrı işaret vardır. Meselâ iki b işaretinden biri baş gibi kalın ünlülü, öbürü de beş gibi ince ünlülü bir sözdeki b ünsüzünü göstermek için kullanılır. Aynı şekilde kal-fiil kökündeki k ve l ünsüzleri kalın k ve l harfleri ile, kel-fiil kökündeki k ve l ünsüzleri ise ince k ve l harfleri ile yazılır. Alfabenin ç, m, ng (geniz n’si), ny (ön damak n’si), p, ş ve z ünsüzlerini gösteren harfleri kalınlık - incelik bakımından yansızdır; yani bu ünsüzlerin her biri için yalnızca bir işaret vardır. It, nç ve nt ikili ünsüzlerinden birincisi Orhun yazıtlarında yalnızca kalın ünlülü sözlerdeki It ünsüz ikilisini göstermek için kullanılır; diğer iki harf ünlü bakımından yansızdır. Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarında ok/uk, ök/ük, ık ve iç olmak üzere dört tane de hece işareti vardır. Bunlar kelime başında sırasıyla ko/ku, kö/kü, ki ve çi hecelerini yazmak için de kullanılabilir. Ancak kelime başına geldiklerinde kendilerinden sonra ünlü işareti varsa sadece ünsüz görevi yaparlar. Tonyukuk yazıtında bunlardan başka biri aş, diğeri de baş değerinde olan iki hece işareti daha bulunmaktadır.

Yenisey yazıtlarında, Orhun yazıtlarında kullanılmış olan bu kırk işaretten başka şu harfler bulunmaktadır: açık e, kapalı e, kalın ng, kalın s (Orhun yazıtlarındaki kalın s’den ayrı), ş (Orhun yazıtlarındaki ş’den ayrı) ve ayrıca dem ve kış hece işaretleri. Doğu Türkistan’da Turfan kazılarında ele geçmiş olan Göktürk harfli yazma eser Irk Bitig’de biri ot, öbürü de up değerini taşıyan iki hece işareti daha vardır. Başka yazma parçalarında görülen ince ş işareti de hesaba katılırsa Göktürk alfabesindeki harflerin toplam sayısı elliyi bulmaktadır.

2. Uygur Alfabesi. Türkler’in Göktürk alfabesinden sonra ve Arap alfabesinden önce kullanmış oldukları yazı sistemleri içinde en önemlisi Uygur alfabesidir. Buna, uzun bir süre içinde (VIII. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar) yaygın bir biçimde (Doğu Türkistan’dan İstanbul’daki Osmanlı sarayına kadar) benimsendiği için Türk alfabesi adını vermek hiç de yanlış olmaz; nitekim Kâşgarlı Mahmud da Uygur alfabesinden Türk yazısı diye söz etmektedir. Uygur alfabesi Ârâmî kökenli Soğd alfabesinden çıkmıştır. Doğrudan Soğd alfabesiyle yazılmış Uygurca metinler de bulunmakla birlikte bunlar küçük ve çok yıpranmış yazma parçacıklarından ibarettir. Öyle ki üzerlerine bir araştırma yapan Annemarie von Gabain, aralarında bütün halinde tek bir satıra dahi rastlanmadığını söylemekte ve Türkçe’ye örnek olarak ancak birkaç kelime verebilmektedir. Soğdca’yı ve Soğd yazısını öğrenen Uygurlar bu yazının işlek türünden kendileri için yeni bir alfabe geliştirmişlerdir. Genellikle Uygur yazısı olarak bilinen ve onlara mal edilen bu yazının önceleri diğer Türkler’ce de kullanılmış olması mümkündür; IX. yüzyıl ortalarında Koço Uygur Kağanlığı’nda çoğunluğu Uygurlar’ın oluşturması dolayısıyla bu adı almıştır. Ünlülerin gösterilmesi bakımından Soğd ve Uygur yazıları arasında fark vardır. Soğd yazısında kelime içi ünlüleri de çok defa kelime başı ünlüleri gibi “alef”li (elif) yazıldığı halde Uygur yazısında bir tür tasarrufa gidilmiş ve dört yuvarlak ünlü yalnızca bir vav ile, ı ve i ünlüleri de yalnızca yod (ye) ile gösterilmiştir. Uygur yazısında sadece et’öz (vücut) gibi birleşik kelimelerin yuvarlak ünlüleri kelime başı ünlüsü gibi alef, vav ve yod ile yazılır.

Uygur alfabesi Türkçe’nin yazımı için hiç de elverişli olmadığı halde Türkler’ce VIII. yüzyıl ortalarından XVIII. yüzyıl başlarına kadar, yani yaklaşık 1000 yıl gibi çok uzun bir süre yer yer kullanılmıştır. XX. yüzyıl başlarında Turfan’da yapılan kazılarda Uygurca yazma ve bazı basma (tahta kalıp yöntemiyle) eserler ele geçirilmiş ve bunlar adamları tarafından büyük bir titizlikle yayımlanmıştır. Uygur alfabesiyle yazılmış eserlerin büyük çoğunluğunu Budizm, Maniheizm


ve Hıristiyanlığa dair dinî metinler teşkil eder. Bu yazmaların en eskileri Maniheizm’le ilgili olup VIII. yüzyıl ortalarından kalmadır. Budizm çevresinde ortaya çıkarılan eserler daha çok Çince, Sanskritçe, Toharca ve Soğdca’dan yapılmış tercümelerdir. Bunlar arasında en önemlileri, IX. yüzyılda Toharca’dan çevrilmiş olan Maitrisimit ile Beşbalıklı Şingku Seli Tutung’un 925-9S0 yıllan arasında Çince’den çevirdiği Altun Yaruk (Sanskritçe aslı Suvarnaprabhâsa sûtra) ve Hüen - tsang Hayatı’nın yine aynı Türk bilgini tarafından Çince’den yapılan tercümesidir.

Uygur alfabesi Türkler’in İslâm’a girmesinden sonra da bir müddet kullanılmıştır. Kutadgu Bilig’in üç nüshasından biri olan Viyana nüshası Uygur harfleriyledir ve 1439’da Herat’ta istinsah edilmiştir. Atebetü’l-hakāyık’ın en iyi yazması, Ürgençli Sultan Bahtoğlu Zeynelâbidîn tarafından 1444’te Semerkant’ta Uygur yazısıyla kopya edilmiştir. Bu yazı XV. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sarayında da kullanılmıştır. Fâtih Sultan Mehmed’in Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’la yaptığı savaşın zaferle sonuçlanmasından sonra 5 Rebîülâhir 878 (30 Ağustos 1473) tarihinde Karahisar’da kaleme aldırdığı yarlık Uygur alfabesiyledir ve sarayda görevli bahşılardan (Uygurca yazan kâtip) Şeyhzâde Abdürrezzak Bahşı tarafından yazılmıştır. Uygur yazısı XIII. yüzyılın başlarında Türkler’den Moğollar’a da geçmiş ve uzun süre kullanılmıştır.

3. Mani Alfabesi. Türkler’in Göktürk alfabesinden sonra kabul ettikleri alfabelerin biri, belki de birincisi Mani (Manihey) alfabesidir ve bu alfabe Uygur hükümdarı Bögü Kağan zamanında (759-780) Maniheizm’e giren Türkler tarafından IX. yüzyıla kadar kullanılmıştır. Mani alfabesi, Ârâmî alfabesinin bitişik olmayan türü ile Süryânî alfabesinin bitişik türü arasındaki geçiş aşamalarından birini teşkil eden Estrangelo yazısından çıkmıştır ve Türkçe’nin yazımına Orhun alfabesinden daha az, Uygur alfabesinden daha çok uygundur. Bu alfabede Türkçe’nin ünlüleri. Uygur alfabesinde olduğu gibi kelime başındaki o ve u için alef ile vav, ö ve ü için de alef, vav ve yod kullanılarak yazılır; kelimenin ilk hecesindeki ö ve ü ünlüleri de vav ve yod ile yazılarak o ve u’dan ayırt edilir. Baştaki ı ve i ünlüleri alef ve yod yerine e (ayn) ve yod ile gösterilirken ortadaki ı ve i sesleri ise tabii olarak yalnız yod ile yazılır. Mani yazısının bir özelliği, sondaki ı ve i ünlülerinin çok defa iki ye ile yazılmasıdır: iki yerine iki gibi. Bu fazla i’ler transkripsiyon sırasında kısa bir çizgi ile asıl kelimelerden ayrılarak gösterilir; meselâ iki-i. Mani alfabesi ünsüzlerin yazımı bakımından Soğd ve Uygur alfabelerinden üstündür. Bu yazıda b ile p, k ile g, q (k) ile g (ğ), s ile ş birbirinden ayırt edilir; başka bir deyişle bütün bu ünsüzler için ayrı harfler ya da işaretler vardır. Noktalaması Uygur alfabesiyle aynıdır; Soğd ve Uygur yazıları gibi sağdan sola yazılır.

Maniheist Uygurlar’dan kalma yazma parçaları Doğu Türkistan’da, Turfan ve Tun-huang’da bulunmuştur. Pek küçük boyda olan bu yazma parçaları yüzyıllarca toprak altında kaldıklarından tahribata uğramış ve daha da küçülmüştür. Bunların en önemlisi, Mani ve Uygur yazılarıyla kaleme alınmış birçok “günah çıkartma” metnini bir araya toplayan Huastuanift’tir. A. von Le Coq tarafından yayımlanan eser Türkçe’ye de çevrilmiştir (Huastuanift [trc. S. Himran], Ankara 1941). Mani metinleri Argu lehçesiyledir.

4. Brahmî Yazısı. Uygur Türkçesi’ne uygulanan yazılardan biri de Hint kökenli Brahmî’dir. Hindistan’da Sanskritçe’nin yazımı için kullanılan Brahmî Budizm ile birlikte Orta Asya’ya gelmiş ve her şeyden önce Sanskritçe dinî metinlerin yazımı için kullanılmıştır. Bu yazıyı Orta Asya’da ilk kabul edenlerin Budist Toharlar ya da Sakalar olduğu sanılmaktadır. Bunlar Hintliler’den aldıkları yazıya bazı yeni işaretler ekleyerek onu geliştirmişler, Budist Uygurlar da bu geliştirilmiş biçimi benimseyip yine bazı değişiklikler yapmışlardır.

Soldan sağa yazılan Brahmî bir hece yazısıdır. Bu yazıda her işaret ya belirli bir ünlüyü ya da belirli bir ünsüzle onu takip eden bir a ünlüsünü, yani pa, pha, ba, bha vb. biçiminde açık bir heceyi gösterir. Bir işaretin a’dan başka bir ünlüyü göstermesi isteniyorsa o takdirde işarete küçük bir ek yapılır. Bir önceki işaretin üzerine konulan ince yatık bir çizgi ve asıl işaretin üzerine konulan bir nokta o işaretin sakin okunacağını gösterir. İşaretin üzerindeki içi boş bir nokta da hecenin genizden telaffuz edildiği anlamındadır. Brahmî yazısındaki ünlü işaretleri (a, â, e, i, o, u, û) Türkçe’nin ünlülerini yazmaya elverişli olmadığından açık e (e), normal e, ö ve ü ünlülerini yazmak için türlü işaret öbeklerinden faydalanılmıştır. Meselâ bu öbeklerden aya Türkçe’deki açık e (è), eya normal e, oya ö ve uyu ise ü ünlülerini gösterir.

Brahmî yazısı, öğrenilmesi ve öğretilmesi güç bir yazı olduğu için eski Türkler arasında pek yayılmamış, Turfan ve çevresi gibi dar bir coğrafî bölgede ve kısa bir süre içerisinde (X ve XI. yüzyıllar [?]) kullanılmıştır. Turfan’da bulunup Berlin’e götürülen Brahmî yazılı eski Türkçe metinlerin sayısı 100 dolayındadır. Bunların hiçbiri tam olmayıp hemen hepsi tıp, takvim gibi konularla ilgili yazma parçalarından ibarettir.

5. Nestûrî - Süryânî Alfabesi. Ârâmî yazısının işlek türünden çıkan Süryânî yazısı sağdan sola doğru yazılır ve yirmi iki ünsüz işaretinden oluşur; harflerin sırası İbrânî alfabesindeki gibidir. Süryânî harflerinin de çoğunun kelimenin başında, içinde ve sonunda bulunmalarına, bitişik veya ayrı yazılmalarına göre az çok değişik biçimleri vardır. Alef, vav ve yod harfleri öbür Sâmî alfabelerinde olduğu gibi ünlüleri göstermek için kullanılır. İlk örnekleri milâttan sonra I. yüzyıla kadar uzanan Süryânî yazısının ünlü düzeni, VIII. yüzyılda harflerin altına ve üstüne konulan harekelerle daha da geliştirilmiştir.

Süryânî kilisesinin ikiye ayrılması ile Süryânî dili ve yazısı da batıda Ya‘kûbî, doğuda Nestûrî olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Nestûrî Hıristiyanlık Orta Asya’da Baykal gölüne kadar uzanan bölgelerde de yayılmış. Batı Türkistan’ın Semiryeçiye (Yedisu) bölgesinde yaşayan bir kısım Türkler’le İç Moğolistan’da yaşayan Öngüt Türkleri hemen bütünüyle Hıristiyanlığa girmişlerdi. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Rus arkeologları, bugün Kırgız Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Isık Göl’ün batısında ve Çin sınırına yakın Mezar köyü yakınındaki eski mezarlıklarda Nestûrî-Süryânî yazısı ile yazılmış birçok hıristiyan mezar taşı bulmuşlardır. XIII ve XIV. yüzyıllardan kalma bu taşların çoğu Süryânîce, bir kısmı ise Nestûrî-Süryânî yazısı ile yazılmış Türkçe’dir. Süryânîce yazıtlarda da gerek kişi adı gerekse on iki hayvanlı Türk takvimine ait yıl adları olarak birçok Türkçe kelime bulunmaktadır. İç Moğolistan’ın tarımla uğraşılan bölgelerinde de bu yazıyı ihtiva eden hıristiyan mezar taşlarına rastlanmıştır.

6. Çin Yazısı. Türkler tarafından Türkçe metinlerin yazımında değilse bile yabancılar tarafından Türkçe kelimelerin


az çok sağlıklı bir biçimde tesbitinde kullanılan ilk yazılardan biri, belki de birincisi Çin yazısıdır. Çünkü eski Türkler’in ilişkide bulundukları yerleşik hayat süren ilk uygar kavim Çinliler’di. Çinli tarihçiler vekāyi‘nâmelerinde eski Türkler’le ilgili olarak çok önemli bilgiler vermiş, bu arada özel ad (boy, kişi ve yer adları) ve unvan gibi birçok Türkçe kelimeyi de Çin yazısının elverdiği ölçüde kaydetmişlerdir.

Eski Çin kaynaklarındaki Hun (Hsiungnu) diline ve Eski Türkçe’ye ait malzeme Hunlar’a (m.ö. III - m.s. IV. yüzyıl), Göktürkler’e (T’u-küe, VI-VIII. yüzyıl) ve Moğolistan Uygurları’na (VIII - IX. yüzyıl) ait olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Bunların arasında sayı bakımından en fazla olanlar Göktürkçe kelimelerdir. Göktürkler hakkında ilk bilgiler ve dolayısıyla en eski Türkçe kelimeler Çin - şu adlı Kuzey Çu sülâlesi (556-581) tarihinde bulunur. Bu kitapta kaydedilmiş olan en eski Türkçe kelimelerden bazıları “T’u-küe” (Türk), “K’u-ku” (Kırgız) gibi kavim ve “T’u - men” (Orhun yazıtlarında “Bumin”), “K’o-lo” (“Kara” [?]) gibi kağan adları ile “k’o - ho - tun” (katun/hatun), “yehu” (yabgu), “ta-kuan” (tarkan) gibi unvanlar ve “ko - li” ikan, yaşlı), “so - ko” (sakal, saç), “fu - lin” (böri, kurt), “ho - lan” (kulan, at) gibi cins adlarıdır.

7. Peçenek Alfabesi. Macaristan’ın Nagy-Szent-Miklus adlı yerinden çıkan ve eskiden “Attila definesi” denilen IX-X. yüzyıllara ait kapkacak üstündeki yazıtlarda görülmüştür. Orhun-Yenisey alfabesinin bir türü olup sağdan sola doğru yazılır; Szäkely Macarları’na da geçmiştir.

8. Tibet Yazısı. Bazı Türk kavimleri tarafından VII - X. yüzyıllar arasında kullanılmıştır. Aslı Brahmî’ye dayanan bu yazıda her işaret bir heceyi gösterir. Otuz beş hece ile 105 birleşik hecesi olan ve soldan sağa yazılan bu yazı sadece Budizm’e ait metinlerde kullanılmıştır.

9. Passepa Yazısı. XIII. yüzyılda Kubilay Han tarafından çağrılan Tibetli lama Passe-pa’nın icat ederek Moğolca’ya uyguladığı dört köşe bir yazı düzenidir. Tibet yazısını esas alan bu sistem, Moğollar’ın o zamana kadar kullandıkları Uygur asıllı alfabelerinin yerine geçmiştir. Hece yöntemine göre sayıları kırk dört olan işaretler Çin yazısında olduğu gibi yukarıdan aşağıya, fakat onun aksine soldan sağa dizilirdi. Yalnız 1272-1310 yılları arasında daha çok Moğol divanında kullanılan ve sonra bırakılan bu yazı ile kaleme alınmış az sayıda metin bulunmaktadır.

10. Arap Alfabesi. Tarih boyunca Türk diline uygulanan yazılar arasında en uzun sürelisi, aynı zamanda en yaygın olanıdır ve muhtemelen Türkler’in İslâm’a girmeye başladıkları IX. yüzyıldan itibaren, yani 1000 yılı aşkın bir süreden beri Türk dil ve lehçelerinin yazımı için kullanılan tek alfabeyi oluşturmuştur. Bugün de hâlâ alfabesini değiştirmiş çeşitli Türk halkları arasında resmen değilse de geçerliliğini korumaktadır. Irak ve İran’da yaşayan Âzerîler’le Türkmenler ise bu yazıyı kullanmaktadırlar.

Bilindiği kadarıyla Türkçe’yi Arap harfleriyle ilk defa yazanlar X. yüzyılın ortalarında İslâm dinine giren Karahanlılar’dır; ancak bu dönemden kalma, XI. yüzyılın son çeyreğinden önceye ait Arap harfli bir Türkçe metne rastlanmamıştır. Mevcut bilgilere göre bu alfabeyle yazılmış en eski Türkçe kelimeler ve metin parçaları (cümleler, manzum parçalar ve atasözleri), Kâşgarlı Mahmud’un 1072-1074 yılları arasında tamamladığı Dîvânü lugāti’t-Türk adlı Türkçe - Arapça sözlüğündekilerdir. Kâşgarlı Mahmud sözlüğünde Arap imlâ düzenini uygulayarak kısa veya tabii uzunluktaki ünlüleri harekelerle, uzun ünlüleri ise uzatma harfleriyle (ا، و، ي) göstermiştir. Bu eserle hemen hemen aynı tarihte (1069) yazılan Kutadgu Bilig’in, müellifin kaleminden çıkmış olan ya da Karahanlı hakanına sunulan ilk nüshasının Arap harfleriyle mi yoksa Uygur harfleriyle mi yazıldığı bilinmemektedir. Reşit Rahmeti Arat eserin aslının Uygur harfli olduğu görüşündedir ve mevcut üç yazmanın en eskisi de (XV. yüzyıl) böyledir. Kutadgu Bilig’in Arap harfli yazmalarında uygulanan imlâ düzeni Kâşgarlı’nın benimsediğinden büsbütün ayrıdır ve bunlarda kelimelerin bütün ünlüleri Uygur metinlerinde olduğu gibi uzatma harfleriyle gösterilmiştir. Uygur imlâ düzeninin devam ettirildiğini ortaya koyan başka bir kanıt da -lar, -lık, -çı gibi eklerin genellikle ait oldukları kelimeye bitiştirilmeyip ayrı yazılmasıdır. Uygurca’dan aktarılan bu sistem Doğu Türkçesi’nin Karahanlılar’dan sonraki dönemlerinde de sürmüş, özellikle Çağatayca’da Türkçe kelimelerin bütün sesleri harflerle gösterilerek harekeler kaldırılmıştır.

Anadolu’da ilk defa yazı dili olmaya başlayan Oğuz lehçesinin Arap harfleriyle yazımında Doğu Türkçesi’nden ayrı bir yol tutulmuştur. Karışık bir dille kaleme alınmış olan Behcetü’l-hadâik fî mev‘izati’l-halâik adlı eserin 703’te (1303) istinsah edilen Bursa nüshasında (Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Kurşunluoğlu, nr. 5) Türkçe kelimeler Arap imlâ düzenine göre (kısa ünlüler hareke, uzun ünlüler uzatma harfleriyle) yazılmıştır. Anadolu’da XII ve XIII. yüzyıllarda sürdürüldüğü anlaşılan bu uygulama, daha sonra ünlülerin özellikle e dışında kalanlarının uzatma harfleriyle yazıldığı Doğu Türkçesi’nin imlâ düzenine yakın bir şekle dönüşmüştür.

Doğu Türkçesi ve Anadolu Oğuzcası dışında Arap harfleriyle yazılmış başka bir Türk lehçesi de İdil Bulgar Türkçesi’dir. İdil havzasında VII. yüzyıl sonlarından XIV. yüzyıl ortalarına kadar hüküm sürmüş olan Bulgar Türkleri X. yüzyıl ortalarından başlayarak İslâm dinine girmiş ve diğer Türk dillerinden büsbütün ayrı olan dillerini Arap alfabesiyle yazmışlardır. Rusya’nın Çuvaş, Tatar ve Başkırt Özerk bölgelerindeki eski mezarlıklarda bulunan 100’e yakın mezar taşının bir kısmı XIII. yüzyıl sonlarına, büyük bir kısmı da XIV. yüzyılın ilk yansına aittir. Bu taşların çoğu Bulgar kûfîsi denilen değişik bir yazı türü ile ve Arap imlâ düzeninde yazılmıştır.

11. Ermeni Alfabesi. Türkçe’nin yazımında kullanılan alfabelerden biri de


Ukrayna - Polonya ve Osmanlı - Türkiye Cumhuriyeti Ermenileri’nin kullandığı Ermeni yazısıdır. Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya’daki Bagratid Ermeni Devleti XI. yüzyılın ortalarında Selçuklu akınları ile yıkıldıktan sonra Ermeniler’in büyükçe bir kısmı Gürcistan’a, Kilikya’ya ve Kırım’a göç etmişlerdi; Kırım’da özellikle XIII ve XIV. yüzyıllarda birçok Ermeni bölgesi vardı. XIII. yüzyılda bütünüyle bir Türk ülkesi durumuna gelen Kırım’da göçmen Ermeniler Kıpçak Türkleri ile sıkı bir ilişki içinde idiler ve onlara bilhassa ticaret işlerinde aracı ve yardımcı oluyorlardı. Belki de bu sebeple göçmen Ermeniler dinlerini, yazılarını ve birçok Ermenice terimleri korumakla birlikte kendi dillerini bırakıp topluca Kıpçak Türkçesi’ni (Kumanca, Eski Tatarca) benimsediler. Kırım Ermenileri’nin bir kısmı Kral I. Leon’un çağrısına uyarak Batı Ukrayna’ya, Galiçya’ya gidip yerleşmişler ve daha sonraları “Polonya Ermenileri” adıyla anılmışlardır.

Ukrayna-Polonya Ermenileri, din adamları da dahil olmak üzere kendi dillerini bırakarak Türkçe konuşup yazmaya başlamışlardı. Kıpçak Türkçesi ile konuşup yazan bu Ermeniler’den kendi yazılarıyla kaleme aldıkları pek çok Türkçe yazma eser ve belge kalmıştır. Bugün Viyana ve Paris millî kütüphaneleri gibi çeşitli kütüphanelerde birçok yazma bulunmakta ve bunların çoğunun dinî - tarihî eserler, vaaz ve dualar, Ermeni cemaati mahkeme kararları, evlilik kayıtlan ve noter senetleri gibi belgeler olduğu görülmektedir. Ermeni harfleriyle yazılmış eserler arasında bir Kıpçak Türkçesi grameriyle bir Ermenice - Kıpçakça - Fransızca sözlük de bulunmaktadır. Osmanlı Devleti sınırları içinde Kafkasya ve İran’da yaşayan Ermeni şair ve edebiyatçıları da yine kendi yazılarıyla fakat Türkçe eserler vermişlerdir. Ayrıca Tanzimat döneminden başlayarak İstanbul’da Ermeni yazısı ile Türkçe birçok gazete ve dergi yayımlanmıştır.

12. İbrânî Alfabesi. Türk kavimleri içinde dillerini İbrânî harfleriyle yazanlar Mûsevî Karayimler’dir (Karaylar). Karayim ya da Karaim adı, Ârâmî-İbrânî kökenli “yazı bilenler” anlamındaki gârâ’im kelimesinden gelir. Litvanya, Polonya ve II. Dünya Savaşı’na kadar Kırım’da yaşayan Karayimler daha çok dinî eserlerini İbrânî yazısı ile yazıyorlardı. XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarından itibaren Polonya Karayimleri Latin alfabesini, Rusya Karayimleri de Slav alfabesini kullanmaktadırlar.

13. Grek Alfabesi. Türkçe’nin Grek (Yunan) alfabesiyle yazılmış en eski örneği XVI. yüzyıla aittir. Söz konusu metin, Fâtih Sultan Mehmed’in buyruğu üzerine İstanbul Patriği Gennadios Scholarios’un hazırlamış olduğu hıristiyan itikadnâmesinden Türkçe’ye yapılan çevirinin daha sonra Grek harfleriyle yazılmış şeklidir. Grek alfabesinin asıl kullanımına ise XVIII ve XIX. yüzyıllarda Karaman Rumları (Karamanlis) arasında rastlanmaktadır. Anadolu Türkçesi’nin Karaman ağzıyla kaleme alınmış olan bu kitapların en eskisi, ilk baskısı 1718’de İstanbul’da gerçekleştirilen Gülzâr-ı İmân-ı Mesîhî adlı din kitabıdır (Amsterdam 1743; İstanbul 1803, 1883). XVIII. yüzyıl başlarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar İstanbul ve çeşitli Avrupa şehirlerinde Grek harfleriyle basılmış Karaman ağzı kitapların toplam sayısı 500’ü geçer. Bunlardan başka İstanbul’da yayımlanan Gazeta-yı Anatoli gibi Grek harfli Türkçe gazeteler de bulunuyordu.

14. Latin Alfabesi. Türkiye Türkçesi’nin yazımında kullanılan en son alfabe Latin alfabesidir. Ancak mevcut bilgilere göre Latin harfleri, Türkçe’nin yazımı için harf devriminden çok önce ilk defa XIV. yüzyılın başlarında kullanılmıştır. Aşağı İdil bölgesinde Kumanlar (Kıpçak Türkleri) arasında Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Fransisken misyonerleri vaazlarında faydalanmak üzere Kumanca Öğrenmişler ve birçok dinî metni, dua ve ilâhileri bu dile çevirmişlerdi. 1303’te Latin harfleriyle hazırlanmış olan Codex Cumanicus adlı kitapta Türkçe metinlerden başka Latince, Farsça ve Türkçe gramer bilgileri, isim ve fiil çekimi örnekleriyle bir sözlük kısmı ve Türkçe metinler arasında da çözümleriyle birlikte kırk altı adet Kuman bilmecesi yer almaktadır. Floransa’nın İstanbul balyosluğunda sekreter olarak çalışan Filippo Argenti’nin 1533te Galata’daki yabancı tüccarlara Türkçe öğretmek amacıyla hazırladığı Regola del partere turco adlı küçük konuşma kitabında Türkçe metinler yine Latin harfleriyle yazılmıştır. Aynı yüzyıl içinde Avrupa’da basılan ilk Latin harfli Türkçe metin ise İstanbul Patriği Scholarios’un hazırladığı hıristiyan itikadnâmesinin Grek harfleriyle yazılmış Türkçe tercümesinden Latin harflerine yapılan çeviri yazıdır ve 1584’te yayımlanan Martin Crusius’un Turco-graeciae libri octo adlı kitabında yer almıştır. Bu tarihten sonra Avrupa’da basılan Türkçe gramer ve konuşma kitaplarının hemen tamamında Türkçe metinler Latince, İtalyanca, Fransızca, Almanca, İngilizce ve Macarca gibi dillerin imlâ düzenlerine göre Latin harfleriyle dizilmiştir.

Latin alfabesi Sovyetler Birliği’nde konuşulan Türk dillerinin yazımında da kısa bir müddet kullanılmış ve bunların ilkini Sahaca oluşturmuştur. 1819’dan itibaren Kiril alfabesiyle yazılan bu Türk dili için 1917’de otuz üç harften meydana gelen Latin kökenli yeni bir alfabe düzenlenmiş ve 1939’a kadar bu alfabe kullanılmıştır. Latin alfabesiyle yazılan ikinci Türk yazı dili Âzerîce’dir. XIX. yüzyılın ortalarında ünlü tiyatro yazarı Mirza Feth Ali Ahundof (Ahundzâde) Arap alfabesinin bırakılarak Latin-Slav kökenli yeni bir alfabenin alınmasını teklif etmiştir. Fakat siyasî ve sosyal şartlar o dönemde böyle bir teşebbüsün tartışılmasına dahi izin vermediğinden Latin kökenli bir alfabenin kabulü ancak 1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra mümkün olmuş ve uygulamaya da 1925’te ve yalnız öğretim alanında başlanabilmiştir. Ertesi yıl Bakü’de toplanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği I. Türk Bilimi Kurultayı gerek Azerî Türkçesi’nin gerekse ülkedeki diğer Türk dillerinin Latin alfabesiyle yazılması kararını almış ve bu karar birkaç yıl içinde uygulanmışsa da uzun sürmemiş, bir müddet sonra “yangalif” (yengi elif, yeni alfabe) denilen ve aralarında bazı küçük farklar bulunan Latin kökenli alfabeler yerlerini tekrar Kiril alfabesine bırakarak bir süre kullanılmışlardır: Sahaca (1917-1939), Azerice (1925-1939), Karaçayca-Balkarca (1927-1939), Tatarca (1927-1939), Altayca (1928-1938), Kazakça (1928-1940), Kumukça (1928-1938), Nogayca (1928-1938), Türkmence (1929-1940), Hakasça (1929-1939), Kırgızca (1928-1940), Kırım Tatarcası (1929-1938), Başkırtça (1930-1940), Tuvaca (1930-1943), Uygurca (1930-1947), Gagavuzca (1932-1957). Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlıklarına kavuşan Türk devletlerinde tekrar Latin alfabesine dönüş çalışmaları başlatılmış bulunmaktadır.

Latin kökenli yeni Türk alfabesi bugün Türkiye Cumhuriyeti’nden başka Kıbrıs ve Yugoslavya’da yaşayan Türkler’ce de kullanılmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Doğu Türkistan (Sinkiang) Özerk Bölgesi’nde yaşayan Uygurlar’la Kazaklar ise 1970’li yıllardan itibaren otuz üç


harften oluşan Latin kökenli yeni bir alfabeyi benimsemişlerdir.

15. Kiril (Slav) Alfabesi. Osmanlıca ve Türkiye Türkçesi dışındaki Türk dil ve lehçelerinin yazımında Arap alfabesinden sonra en geniş ölçüde kullanılan alfabe Kiril alfabesidir. Bu alfabeyle yazılan ilk Türk dili Çuvaşça’dır. XVIII. yüzyıl başlarında Hıristiyanlığı yaymak için eski Bulgar Türkleri’nin torunları olan İdil-Kama bölgesindeki Cuvaşlar’a giden Rus misyonerleri bu dili kendi harfleriyle yazdılar. 1769’da Rus Bilimler Akademisi’nce yayımlanan ilk Çuvaşça dil bilgisinde otuz beş harften oluşan bir alfabe kullanılmıştır. Bu harflerin otuz biri Rus alfabesinden, ge harfi ise Latin alfabesinden alınmıştı; geri katan üç işaret de ikili birleşik harflerdi. Bu tarihten yaklaşık 100 yıl sonra 1871’de yine Slav kökenli yeni bir alfabe düzenlendi ve Çuvaşça 1938’e kadar zaman zaman küçük değişikliklere uğrayan bu alfabeyle yazıldı. Bugünkü Çuvaş alfabesi 1938’de düzenlenmiştir ve otuz altı harften oluşmaktadır. Slav alfabesiyle yazılan ikinci Türk dili Sahaca’dır. Bu dil Kiril harfleriyle ilk defa XVII. yüzyıl sonlarında yazılmaya başlanmışsa da ilk alfabesi 1819’da düzenlenebilmiştir. Bu alfabe 1851’de yirmi dokuz harften oluşan yeni bir Slav kökenli alfabeyle, 1917’de de Latin kökenli alfabeyle değiştirilmiş, 1939’da ise bunların yerini kırk harften oluşan bugünkü Kiril kökenli alfabe almıştır. Aynı şekilde 1845-1928 yılları arasında Kiril, 1928-1938 yılları arasında Latin alfabesiyle yazılan Altayca ile 1885-1930 yılları arasında Kiril, 1930-1938 yılları arasında Latin alfabesiyle yazılan Şorca da 1938’den itibaren yeniden Kiril alfabesiyle yazılmaya başlanmıştır; ancak Şorca 1944’te yazı dili olmaktan çıkarılmıştır. Kiril alfabesiyle yazılan diğer Türk dilleri ve yazılmaya başlandıkları tarihler şöyledir: Tatarca (1939), Kırım Tatarcası (1938), Azerice (1939), Özbekçe (1940), Yeni Uygurca (1947), Tuvaca (1943), Hakasça (1949), Türkmence (1940), Kazakça (1949), Karakalpakça (1940), Nogayca (1938), Kumukça (1938), Karaçayca-Balkarca (1936), Kırgızca (1940), Başkırtça (1940), Gagavuzca (1957).

BİBLİYOGRAFYA:

Ahmet Cevat Emre, Eski Türk Yazısının Menşei, İstanbul 1938; Türk Diyelektleri Çevriyazı Sistemi, İstanbul 1945; A. Dilâçar, Türk Diline Genel Bir Bakış, Ankara 1964, s. 170-174; N. A. Baskakov, Türk Dilleri Genel Fonetik Transkripsiyonu üzerine, Moskva 1966; Alphabete und Schriftzeichen des Morgen-und des Abendlandes (ed. O. Harrassowitz), Berlin 1969, bk. İndeks; E. Hovdhaugen, “The Structure and Origin of the Turkic Runic Alphabet”, I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi (İstanbul, 15-20/X/1973). Tebliğler, II. Türk Dili ve Edebiyatı, İstanbul 1973, s. 470-478; Muharrem Ergin, “Türklerde Yazı ve Alfabeler”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 340-373; A. von Gabain, Einführung in die Zentralasienkunde, Darmstadt 1979, s. 64-73; a.mlf., Eski Türkçenin Grameri (trc. Mehmet Akalın) Ankara 1988; Ahmet Merdivenci, Türk Yazı Devrimi ve Yurt Dışındaki Türklere Yansıması, İstanbul 1980; Melih Erçin, “Göktürk - Sekel - Fenike Yazıları Üzerine Üç Saptama Bildirisi”, Harf Devrimi’nin 50. Yılı Sempozyumu, Ankara 1981, s. 207-224; Semih Tezcan, “Türklerde Yazı Kültürünün Başlangıcı ve Gelişimi”, a.e., s. 39-43; Talat Tekin, “Göktürk Alfabesi”, a.e., s. 27-37; a.mlf., Harf İnkılabı Türk Ocaklarının Çalışmaları ve Hatay’da Yeni Yazı, Antakya 1988; a.mlf., “Tarih Boyunca Türkçenin Yazısı”, Ulusal Kültür, I/2, Ankara 1978, s. 18-42; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: İbranî Yazısı ile Türkçe”, TT, I/1 (1984), s. 19-21; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Süryani Alfabesi ile Türkçe Kitâbeler”, a.e., I/2, s. 19-101; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Grek Alfabesiyle Türkçe”, a.e., I/3, s. 20-23; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Ermeni Alfabesiyle Türkçe”, a.e., I/4, s. 6-10; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Göktürk Alfabesiyle Türkçe”, a.e., I/5, s. 6-12; a.mlf. “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Manihey Alfabesiyle Türkçe”, a.e., I/6, s. 6-11; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Soğd ve Uygur Alfabesiyle Türkçe”, a.e., II/7, s. 17-22; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Brâhmî Yazısı ile Eski Türkçe Metinler”, a.e., II/8, s. 52-56; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Arap Yazısı ile Türkçe Metinler”, a.e., II/9, s. 49-54; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Çin İdeogramları ile Türkçe”, a.e., II/11, s. 5-8; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Kiril (İslav) Alfabesi ile Türlü Türkçeler”, a.e., II/12, s. 62-66; a.mlf., “Çeşitli Alfabelerle Türkçe Yazılar: Latin Alfabesi ile Eski ve Yeni Türlü Türlü Türkçeler”, a.e., III/13 (1985), s. 20-28; Bilâl N. Şimşir, Azerbaycan’da Türk Alfabesi: Tarihçe, Ankara 1991; Dil ve Alfabe Üzerine Görüşler, Ankara 1991; Hâmit Zübeyir Koşay. “Türkler’in Bugüne Kadar Kullandığı Yazılar”, TY, II/22, nr. 11/205 (1928), s. 47-58; a.mlf., “Türk-Runik Yazılarının Tarihi Daha Eskiye Gidiyor”, Önasya, VI/65, Ankara 1970, s. 21; K. Grönbech, “Turkish Inscriptions from Inner Mongolia”, Monumenta Serica, IV, Peking 1939-40, s. 305-308; A. Subhi Furat, “Arapça’nın Tarihçesi”, İslâmî Edebiyat, sy. 24, İstanbul 1994, s. 9-11; TA, XXXII, 63-65; XXXIII, 121 126.

Mustafa S. Kaçalin