EKBERİYYE

الأكبريّة

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye (ö. 638/1240) nisbet edilen tasavvufî ve fikrî bir hareket.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî birçok şeyhle görüşmüş, onların telkin ve tavsiyelerinden faydalanmış, hatta kendilerinden hırka giymiş, bunları üstatları ve şeyhleri olarak saygıyla anmış olmakla beraber bir şeyhe intisap edip sülûkünü tamamlamış bir mutasavvıf değildir. Bu husus, doğuştan sahip bulunduğu mânevî istidadın ve kendi ifadesiyle “hâtemü’l-velâye” (velîliğin mührü) oluşunun ona verdiği bir istiğnâ hali olarak değerlendirilebilir. Nitekim İbnü’l-Arabî yirmi yaşında tasavvuf yoluna girdiğini ve bütün makamların kendisine çok kısa bir sürede açıldığını belirtir (el-Fütûhât, II, 425). Hz. Peygamber’in ve ayrıca birçok velînin ruhaniyetinden feyiz aldığını söyleyen İbnü’l-Arabî, ilim ve mârifet ağırlıklı bir tasavvuf anlayışını savunduğu ve tasavvufa yeni yorumlar getirdiği gibi el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Kitâbü’l-Künh fîmâ lâbüdde li’l-mürîd minh, el-Emrü’l-muhkem, el-Halvetü’l-mutlaka, Tertîbü’s-sülûk gibi eserlerinde tasavvufî hayatın usulü ve uygulama şekli üzerinde de durmuştur. Sağlığında çevresinde toplanan Sadreddin Konevî ve Abdullah Bedr el-Habeşî gibi talebeleri onun sohbetlerine devam etmişler, eserlerinden faydalanmışlardır.

İbnü’l-Arabî’nin hırka giydirdiği mânevî oğlu Sadreddin Konevî şeyhin vefatından sonra bir anlamda onun irşad postuna oturmuş ve fikirlerini istidadı olan tâliplere şerhetmiştir. Onun irşad tarzı ilim ve irfan yolu olduğundan kitaplarındaki sırlar da takipçileri için çok büyük önem taşımıştır. Müridlerine, kendisinin ve İbnü’l-Arabî’nin eserlerindeki derin ve kapalı yerlerin üzerinde fazla durmamalarını, Kur’an ve Sünnet’e sarılıp “zikr-i dâimî”ye riayet etmelerini tavsiye eden Sadreddin Konevî kitaplarının Afîfüddin et-Tilimsânî’ye verilmesini vasiyet etmiştir. İbnü’l-Arabî’nin bugüne ulaşan eserlerinin birçoğunda görülen sema‘ kayıtları, bunların birer mânevî emanet gibi elden ele geçerek günümüze geldiğini göstermektedir. Önemli bir husus da ruhanî irtibat yoluyla kendisinden feyiz alınması, onun da eserlerinde yer alan kapalı hususları şerhetmesidir. Sadreddin Konevî başta olmak üzere bugüne gelinceye kadar pek çok kişi İbnü’l-Arabî ile böyle bir irtibatta olduğunu ifade etmiştir (Lâmiî, s. 633). Nitekim kendisi de birçok defa Hz. Peygamber’in ruhaniyetiyle görüştüğünü ve tarikatı doğrudan doğruya ondan aldığını söylemiştir (Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 101ª). Bu husus onun yolunun bir bakıma Üveysî bir karakter taşıdığını göstermektedir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye “Şeyh-i Ekber” unvanı dolayısıyla Ekberiyye, soy nisbetinden ötürü Hâtemiyye ve Arabiyye, mahlası Muhyiddin’e nisbetle de Muhyiyye adlarıyla anılan bir tarikat nisbet edilmiştir. Ancak böyle bir tarikatın mevcudiyeti ve mahiyeti konusunda gerek tasavvuf ehli gerekse tasavvuf tarihçileri değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İbnü’l-Arabî’nin talebeleriyle ilişkilerine ve bu talebelerin ifadelerine bakılarak ortada adı konulmamış bir irşad faaliyetinin mevcut olduğu düşünülebilirse de bu faaliyetin diğer tarikatlardaki gibi müteselsil olarak nereye kadar devam ettiği bilinmemektedir. Sadreddin Konevî’nin vasiyetinde, “Benimle bu yol seddedildi” derken kendisinden sonra gelen bazı meşhur sûfîler arasında “hırka-i Hâtemiyye”yi giydikleri iddiasında bulunanlar olmuştur. Süyûtî, Şa‘rânî, İbn Hacer el-Heytemî, Zekeriyyâ el-Ensârî, Kuşâşî, Gümüşhânevî, Emîr Abdülkādir el-Cezâirî ve Murtazâ ez-Zebîdî bunlar arasında zikredilebilir (Chodkiewicz, s. 15). Ayrıca “müşâbâke” tarzı bir yolla ondan kendilerine ulaşan bir silsile olduğunu ileri sürenler de vardır (Osman Yahya, s. 544). Bunun yanında bazı tarikatların kolları (özellikle Şâzeliyye, Senûsiyye, Nakşibendiyye, Ni‘metullāhiyye, Yâfiiyye ve bazı Kādiriyye kolları) kendi silsilelerinde İbnü’l-Arabî’nin de adını zikrederler.

Bazılarına göre Ekberiyye adıyla müstakil bir tarikat yoktur. Bu adla meşhur olan tarikat aslında Kādiriyye’nin bir


şubesidir. İbnü’l-Arabî de bu tarikatın ikinci pîridir (Teftâzânî, s. 308). Rivayete göre Abdülkādir-i Geylânî, “Hırkamı vefatımdan sonra Mağrib’den zuhur edecek olan Muhyiddin’e giydirin” diyerek müridlerine vasiyette bulunmuş ve bu hırka Şeyh Cemâleddin Yûnus b. Yahyâ el-Hâşimî vasıtasıyla İbnü’l-Arabî’ye giydirilmiştir. Çok istemesine rağmen göremediği ve kendisinden “şeyhü’l-meşâyih” diye bahsettiği Ebû Medyen el-Mağribî’nin de İbnü’l-Arabî üzerinde büyük tesiri vardır. Bu durum, bazılarının onun tarikatının Medyeniyye’nin bir kolu olduğu kanaatine varmasına sebep olmuştur. Ayrıca Ekberiyye’yi Enesiyye’nin ve Mehdeviyye’nin bir şubesi olarak görenler bulunduğu gibi (Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 102b) İbn Meserre’nin takipçisi olarak görenler de vardır (Palacios, s. 128). Ancak bütün bunlar birer yakıştırmadan öteye geçmemektedir.

Diğer bir görüş, Ekberiyye adı verilen tarikatın Abdülganî en-Nablusî (ö. 1143/1731) tarafından kurulduğu şeklindedir. Birçok tarikattan icâzet alan ve aynı zamanda İbnü’l-Arabî’nin fikirlerine bağlı bir sûfî olan Abdülganî en-Nablusî, tarikatının esaslarını anlattığı bir mektubunda bunlardan birincisinin “esmâ yolu”, ikincisinin de “ilim yolu” olduğunu ve bu ikinci esasta üstadının İbnü’l-Arabî olduğunu söyler (Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 95b-98b). Nablusî, tarikatını Kādiriyye’nin bir şubesi olarak görür. Kaynaklarda Ekberiyye-i Ganiyye-i Kādiriyye diye geçen bu tarikat zamanla Ekberiyye şeklinde anılmaya başlanmış ve bu şekilde meşhur olmuştur (Tomar - Kādiriyye, s. 44-47). Bu tarikatın yedi şubesi olduğu da rivayet edilir (Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 97b-101b).

Nakşî şeyhlerinden Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî’nin şeyhi Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî de rüyasında İbnü’l-Arabî’yi gördüğünü ve kendisinden tarikat aldığını söyler. Bunun üzerine isim zincirinin sonuna “el-Ekberî” nisbesini ilâve eden ve bu tarikatın esaslarını anlatan en-Nûrü’l-mazhar fî tarîkati Seyyidi’ş-Şeyhi’l-Ekber (Kahire 1948) adlı bir eser yazan Ervâdî, tarikatlarda esas olan nefsin yedi tabakasını katetme keyfiyetini anlatırken bunun Ekberîlik’te şeyhin müride teveccühüyle gerçekleştiğini söyler (bk. M. Zâhid Kevserî, s. 86). Gümüşhânevî de tarikatların usul ve esaslarına dair kaleme aldığı CâmiǾu’l-usûl adlı eserinde (s. 4 vd.) Ekberiyye tarikatının özelliklerini anlatırken büyük ölçüde üstadının eserinden istifade etmiştir. Ervâdî’nin diğer bir halifesi Şeyh Cevdet İbrâhim de Mısır’da bu tarikatı yaymaya çalışmıştır.

Bazı Osmanlı sûfîleri kendilerinin Ekberî silsilesi içinde yer aldıklarını söylemişlerdir. Meselâ üçüncü devre Melâmîliğinin pîri Muhammed Nûr el-Arabî’nin (Gölpınarlı, s. 241) ve Uşşâkī şeyhi Abdurrahman Sâmî’nin (Hüseyin Vassâf, IV, 86) böyle birer nisbetleri vardır.

Ekberiyye adı altında İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen kurumlaşmış bir tarikatın bulunmadığı kanaatinde olanlara göre onun yolu tarikatlar üstü bir irfan yoludur. Hatta İbnü’l-Arabî “berzahî yol” dediği bazı tarikatları eksik bulur (el-Fütûhât, III, 323). Kalbinde İbnü’l-Arabî’nin fikirlerine bir meyil ve muhabbet duyan herkes onun yolundan sayılır. Onların bu adla anılan bir zâviye veya dergâhları da yoktur. Nitekim İsmâil Hakkı Bursevî İbnü’l-Arabî’nin yolunun bütün tarikatları ihtiva ettiğini, zevki eksik, yolculukta sebatsız olanlar dışında onun yolundan gitmeyen, ilminden istifade etmeyen hiçbir Allah yolcusunun bulunmadığını ve istidat sahiplerinden himmetini esirgemediğini söyler. Hangi tarikata mensup ve hangi neşveye sahip olursa olsun herkesin ondan feyiz alması mümkündür. Öte yandan İbnü’l-Arabî tarikinin gizli bir yol olduğu da söylenir. Atpazarî Osman Fazlı, kendisinin dostlarıyla Şeyh-i Ekber’in Fusûsü’l-hikem’ini müzakere ettiği duyulunca, “Şeyh-i Ekber’in yolunda imiş” diye kınandığını, bir gece gaibden, “Ceddinin sır yolunu tut” hitabıyla uyandığını, bunun üzerine hakikat kapısını kapatıp fıkıh, kelâm, hadis okutmaya başladığını söyler. İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd, merâtibü’l-vücûd, hakîkat-i Muhammediyye, velâyet, tecellî-i zât, tecellî-i sıfât ve tecellî-i ef‘âl, müşâhede, dâiretü’l-vücûd, seyr gibi konulardaki fikirlerini kabul eden kişiler onun yolundan sayılır. Bu durumda Ekberiyye’yi entellektüel veya felsefî tasavvuf olarak görenler ve tarikat adı yerine “mektep” adıyla tanımlayanlar da olmuştur ki doğrusu budur (Chodkiewicz, s. 15). Melâmet ve fütüvvet gibi Ekberîlik de bir neşve ve zevk hali, bir irfan yoludur. Sadreddin Konevî, Müeyyidüddin Cendî, Afîfüddin et-Tilimsânî, Abdürrezzâk el-Kâşânî, Saîdüddin el-Ferganî, Fahreddîn-i Irâkī, Dâvûd-i Kayserî gibi isimlerle başlayan bu mektep Osmanlı muhitinde Molla Fenârî, Niyâzî-i Mısrî, Ömer Gürânî, Bedreddin Simâvî, Selâhaddin Uşşâkī, İsmâil Hakkı Bursevî, Muhammed Nûr el-Arabî gibi kişilerle devam etmiştir.

Günümüzde bazı Batılı müslüman aydınlar (özellikle René Guénon [Abdülvâhid Yahyâ], Fritjchof Schoun [Şeyh Îsâ Nûreddin], Michel Chodkiewicz [Ali]); İslâm dünyasında Muhammed Nakıb el-Attâs, Seyyid Hüseyin Nasr, Abdülhalîm Mahmûd, Âyetullah Humeynî; ülkemizde de Mehmed Ali Ayni, İsmail Fennî Ertuğrul, Sezai Karakoç gibi isimler bu Ekberî neşveden feyiz almış bazı simalardır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Arabî, el-Evrâdü’l-Ekberiyye, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 426, vr. 266ª-304b; a.mlf., el-Fütûhât, I, 355; II, 214, 425, 479, 501-504; III, 323; a.mlf., en-Nûrü’l-esnâ bi-münâcâtillâh bi-esmâǿihi’l-hüsnâ, Kahire 1398/1978; a.mlf., Risâletü’l-envâr fîmâ yümnahu sâhibü’l-halveti mine’l-esrâr, Kahire 1986, s. 13-15; a.e.: Nurlar Risalesi (trc. M. Kanık), İstanbul 1991; a.mlf., Kitâbü’l-Künh fî mâ lâ-büdde li’l-mürîd minh, Kahire 1387/1967; a.mlf., Sufis of Andalusia (trc. R. W. Austin), London 1971; Sadreddin Konevî, el-Vasıyye, İÜ Ktp., AY, nr. 5582; Teftâzânî, et-Tarîkatü’l-Ekberiyye (Kitâbü Tezkârî içinde), Kahire 1969, s. 308; Abdülkerîm el-Cîlî, Merâtibü’l-vücûd, Kahire, ts., s. 8-9; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 624-637; Abdullah Bedr el-Habeşî, Kitâbü’l-İnbâh Ǿalâ tarîkillâh (nşr. Denis Gril, Annales Islamologiques, XV içinde), Kahire 1979; Ahmed b. Süleymân et-Trablûsî, en-Nûrü’l-müzhir fî tarîkati seyyidi’ş-Şeyhi’l-Ekber, Kahire 1948; Gümüşhânevî, CâmiǾu’l-usûl, Kahire, ts., s. 4 vd.; Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 95b-102b; a.mlf., MecmûǾatü’l-ahzâb, İstanbul, ts., II, 2-94; Tomar - Kādiriyye, s. 44-47; Hüseyin Vassâf, Sefîne, IV, 86; Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, İstanbul 1931, s. 241; Osman Yahya, Histoire et classification de l’oeuvre d’Ibn Arabi, Beyrut 1964, s. 544; M. Asin Palacios, The Mystical Philosophy of Ibn Masarra and His Followers (trc. E. H. Douglas – H. W. Yoden), Leiden 1978, s. 128; M. Zâhid Kevserî, İrgāmü’l-merîd, İstanbul 1989, s. 86; W. C. Chittick, “Ibn Arabī and His School”, Islamic Sprituality (ed. Sayyed Hossein Nasr), New York 1991, s. 49-79; a.mlf., “The Last Will and Testament of Ibn Arabi’s Foremost Disciple and Some Notes on It’s Author”, Sophia Perennis, IV/1, Tahran 1978, s. 43-58; M. Chodkiewicz, An Ocean Without Shore, USA 1993, s. 15; M. M. Gurâb, Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-ǾArabî, Şam, ts.; a.mlf., et-Tarîku ilallahi teǾâlâ: şeyh ve’l-mürîd min kelâmi’ş-Şeyhi’l-Ekber, Şam, ts.; a.mlf., Şerhu Rûhu’l-Kuds fî muhâsebeti’n-nefs min kelâmi’ş-Şeyhi’l-Ekber, Şam, ts.; Faysal Bedîr Avn, et-Tasavvufü’l-İslâmî, s. 265-316; J. W. Morris, “Ibn Arabi and His Interpreters”, JAOS, CVI/3-4 (1986); CVII/1 (1987), s. 101-119; Mustafa Uzunpostalcı, “Şeyh Sadreddin Konevî’nin Vasiyyeti”, Selçuk Dergisi, sy. 4, Konya 1989, s. 37-44; Ahmed Ateş, “Muhyiddin Arabî”, İA, VIII, 552.

M. Erol Kılıç