EHL-i TEVHÎD

أهل التوحيد

Allah’ın birliğine inanan bütün müslümanlar veya gerçek tevhidin kendi inanç sistemlerince temsil edildiğini savunan Ehl-i sünnet’e, Mu‘tezile veya mutasavvifeye bağlı olanlar anlamında bir tabir.

Ehl-i tevhîd (ehlü’t-tevhîd) terkibi, terim olarak farklı kullanımları bulunmakla birlikte daha çok Allah’ın birliğine inanan bütün müslümanları ifade eder. Bütün müslümanlar Allah’ın benzeri ve ortağının bulunmadığı, yegâne yaratıcı ve mâbud olduğu ortak inancını paylaşmışlardır. Ancak ilâhî zâtı niteleme konusunda farklı görüşler benimsemişler, bu sebeple değişik mezheplere bağlı âlimler gerçek ehl-i tevhîdin kendileri olduğunu savunmuşlardır.

Tesbit edilebildiği kadarıyla ehl-i tevhîd tabirini “bütün müslümanlar” anlamında ilk defa kullanan Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât’tır (ö. 300/913 [?]). Ona göre ehl-i tevhîdden olan müslüman ya Mu‘tezile’ye veya Cebriyye’ye bağlı olur (el-İntisâr, s. 26). Bu taksim, kullara ait fiillerin Allah veya insanlar tarafından yaratılması esasına dayanmakta olup müslümanlar arasında bu iki görüşün dışında üçüncü bir telakkinin bulunmadığı anlayışını öngörmektedir. Bununla birlikte Mu‘tezile âlimleri, ilâhî sıfatların müstakil birer mâna olarak mevcut olduğunu söylemenin zâtla beraber kadîm varlıkların bulunmasını (taaddüdü’l-kudemâ) gerektireceğini düşünerek sıfatların zâttan ayrı telakki edilmemesini tevhidin temel ilkesi haline getirmişler, bu sebeple de kendilerine ehlü’l-adl ve’t-tevhîd, muvahhidîn veya ehl-i tevhîd adını lâyık görmüşlerdir (Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 35; İbnü’l-Murtazâ, s. 2). Mu‘tezile’den Bişr b. Mu‘temir, Nazzâm, Hişâm b. Amr gibi âlimler Kitâbü’t-Tevhîd adıyla eserler yazarak tevhid anlayışlarını ortaya koymuşlar ve kendilerini bunun yegâne savunucusu olarak görmüşlerdir (İbnü’n-Nedîm, s. 184, 206, 214).

Ehl-i sünnet’ten Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Ebü’l-Hüseyin el-Malatî ve daha sonra Takıyyüddin İbn Teymiyye gibi âlimler de ehl-i tevhîdi “İslâm dininin mümeyyiz vasfını tasdik edenler”, dolayısıyla “bütün müslümanlar” anlamında bir tabir olarak kullanmışlar, büyük günah işleyen ehl-i tevhîdin kâfir kabul edilemeyeceğini, ayrıca cehennemde ebedî olarak kalmayacağını belirtmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri Mu‘tezile’nin aksine Kur’an ve Sünnet’te bildirilen sıfatlarla Allah’ı nitelemeyi tevhidin temel esası saymışlar ve bu sebeple ehl-i tevhîdin gerçek temsilcileri olarak kendilerini görmüşlerdir. Zira onlara göre, her ne kadar Mu‘tezile sıfatları nefyetmekle ilâhî zâtı tek kadîm varlık olarak ispat etmeye çalışmışsa da kulları fiillerinin yaratıcısı kabul etmek suretiyle Allah’ın yanında başka yaratıcıların bulunduğunu öne sürerek tevhidi bozmuşlardır (Mâtürîdî, s. 60, 64). Bundan dolayı bazı aşırı gruplar hariç bütün müslümanlar ehl-i tevhîd içinde mütalaa edilmekle birlikte bu isim Ehl-i sünnet âlimlerince kendi mezheplerini ifade eden bir tabir olmuştur. Müteahhir devirlerde yazılan bazı eserlerde “muvahhidûn” adıyla Ehl-i sünnet’in kastedilmesi de bunu destekler mahiyettedir (Îzâĥu’l-meknûn, II, 117).

Sûfîler ise gerçek ehl-i tevhîdi tasavvuf yoluna girenlerin temsil ettiğini ileri sürerler. Bununla birlikte keşf ve ilham dışında taklidî veya nazarî bilgi yoluyla Allah’ın birliğine inanan bütün müslümanların da ehl-i tevhîde dahil olduğunu kabul ederler.

Aslında bütün müslümanlar, Allah’ın birliği inancını tartışmasız benimsedikleri ve bunu müslüman olmanın birinci şartı saydıkları halde çeşitli mezhep veya grupların sadece kendilerini ehl-i tevhîd diye adlandırarak diğer zümreleri eleştirmeleri, onların az çok kusurlu olduklarını söylemeleri, bu mezheplerin Allah’ı tenzih, takdis ve her yönden kemal sahibi olduğunu ifade etmeye, Allah - insan, Allah - evren münasebetini göstermeye çalışırken takip ettikleri yöntemlerin ve bakış açılarının farklılığından, özellikle Allah’ı zât, sıfat ve fiilleri bakımından eksiksiz kavramanın, tarif ve ifade etmenin imkânsızlığı gibi beşerî güçlüklerden kaynaklanmaktadır. Tevhid inancı Kur’an’da güçlü, yalın ve açık seçik ifadelerle ortaya konduğu halde bu tür tartışmalar çok zaman sunî ve içinden çıkılmaz meseleler doğurmuştur. Bu sebeple objektif ölçüler içinde kalarak ehl-i tevhîdle ilgili inhisarcı görüş ve iddiaları eski dönemlerin kendi şartları içinde değerlendirmek ve dinî kılıkta görünmelerine rağmen başka amaçlar peşinde oldukları, tevhid ilkesinden saptıkları kolaylıkla anlaşılan bazı akımlar dışındaki bütün müslüman zümreleri ehl-i tevhîdden saymak hem aklıselim ve hakkaniyetin gereğidir, hem de müslümanları birleştirip bütünleştiren, İslâm dininin ve müslümanların hayrına sonuçlar doğuracak olan bir anlayıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “tevĥîd” md.; Hayyât, el-İntisâr, s. 26, 41; Eş‘arî, Makālât (Ritter), s. 146, 571, 572; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 20, 60, 64, 65, 215, 252; Malatî, et-Tenbîh ve’r-red, s. 15, 24; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 181, 184, 203, 206, 207, 214; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Usûlü’d-dîn (nşr. H. Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 35; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 42-43; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), [Riyad] 1406/1986, I, 467; Teftâzânî, Şerhu’l-Makāsıd, II, 47; İbnü’l-Murtazâ, Tabakātü’l-MuǾtezile, s. 2; Şa‘rânî, el-Yevâkīt ve’l-cevâhir, Kahire 1378/1959, I, 31, 34; Îzâĥu’l-meknûn, II, 117.

Muhittin Bağçeci