DEVRAN
(دوران)
Sûfîlerin yalnız başına veya topluca vecde gelip dönerek zikir yapmaları anlamına gelen tasavvuf ve mûsiki terimi.
Bir vaazın, okunan Kur’an âyetlerinin veya ilâhinin etkisiyle duygulanan ve coşan bir sûfînin çok defa gayri ihtiyarî olarak yerinden fırlayıp dönmeye başlamasına devir, devran, deveran, çarhetme, hareket, kıyam ve semâ gibi isimler verilmiştir. Devran bir sûfînin tek başına dönmesiyle olduğu gibi bazan derviş cemaatinin topluca ayağa kalkıp dönmesiyle de gerçekleşir. Bu olay sûfînin iradesi dışında meydana gelirse mutasavvıflar bunu makbul bir hal sayarlar. İradeli olarak yapılan devran ise özellikle ilk sûfîler tarafından pek hoş karşılanmamışsa da daha sonra tarikat mensupları arasında usulüne uygun ve samimi olarak uygulanması şartıyla bunda bir sakınca görülmemiştir (Serrâc, s. 377-382).
Devranın saiki kalbe gelen vârid* ve cezbedir. Sûfî bazan tasavvuf meclislerinde Kur’an, vaaz ve özellikle ilâhi dinlerken kendisine gelen vâridlerin (vâridât) tesiriyle duygulanıp heyecanlanır. Bu durumda mümkün olduğu kadar heyecanını belli etmeden sükûn halini muhafaza etmesi tasavvufî edeptendir. Fakat vârid güçlü, sâlik de çok duyarlı ise sükûnetini muhafaza edemeyip sallanmaya başlar; bazan elinde olmaksızın yerinden sıçrar ve coşarak dönmeye başlar; bazan da yere yığılıverir. Heyecanı geçince sakinleşir ve sessizce yerine oturur. Tek başına deveran eden derviş çok defa bulunduğu noktada, bazan Mevlevîler gibi bir daire oluşturacak şekilde döner. Toplu olarak gerçekleştirilen devranda dervişler bir halka oluşturarak dönerler. Mevlevî semâında olduğu gibi bunun belli bir zeminde belli bir düzen içinde belli daireler üzerinde dönülerek gerçekleştiği de olur. Bir dervişin devrana başlaması için sûfîler meclisinde veya tarikat âyininde bulunması gerekmez; işittiği herhangi bir söz veya sesin tesiriyle de coşup devretmeye başlayabilir.
Kuşeyrî, IV. (X.) yüzyılda yaşayan Cehm ed-Dukkı adlı sûfînin sûfîler meclisinde coşup devran yaptığını kaydeder (er-Risâle, s. 205). V. (XI.) yüzyılda yaşayan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın ise sabaha kadar süren semâ meclisleri düzenlediği (İbnü’l-Müneyyir, s. 236, 240, 384), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin kuyumcular çarşısından geçerken çekiçlerin çıkardığı sese kendini kaptırarak sokakta deveran etmeye başladığı bilinmektedir.
Devran, Melâmiyye ve Nakşibendiyye dışında mutasavvıfların çoğu tarafından kabul edilip uygulanmıştır. Ancak devranla (hareket) sükûn hali mukayese edilip aralarında bir tercih yapma cihetine gidildiği de olmuştur. Bazı mutasavvıflar hareket, bazıları ise sükûn halinde olmayı tercih ederken tercihlerinin içinde bulunulan şartlara bağlı olduğunu söyleyenler de vardır. Ebû Saîd el-A‘râbî hareketin vâride bağlı olduğunu, bazı vâridlerin hareket, bazılarının sükûn tesiri yaptığını söyler (bk. Serrâc, s. 383). Başka bir açıklamaya göre sâlik ya istitâr (perdenin çekilmesi) veya tecellî (perdenin kalkması) halinde bulunur. Birinci halde iken hareket etmesi, ikinci halde iken sükûnet halinde bulunması gerekir. Bununla beraber hareket zaaf ve acz, sükûn kemal işaretidir (Kuşeyrî, s. 647, 746).
Kadiriyye, Rifâiyye, Mevleviyye, Sühreverdiyye, Çiştiyye, Halvetiyye başta olmak üzere hemen bütün tarikatlarda devranî zikre büyük önem verilmiş ve tarikatın bir esası haline getirilmiştir. Mevlevîlik’te adını Sultan Veled’den alan üç devir (edvâr-ı selâse) vardır. Bu devir, dervişlerin düzenli ve edalı bir şekilde semâhânede üç defa dolaşmalarından ibarettir. Devirlerden her birinde belli selâmlar ve dualar okunarak devranın önemine ve insan tabiatıyla olan ilişkisine işaret edilir (Ankaravî, s. 67). Hem kendi eksenlerinde hem de semâhânede belli daireler üzerinde dönen Mevlevîler şeyhi kutba, semâzenleri de bu kutub çevresinde dönen yıldızlara benzetirler.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Hak tâlibi olanların sülûk esnasında iki yol takip ettiklerini, bunlardan uzun ve doğru olan
yola “müstatil tarik”, daire şeklinde olana da “devrî tarik” denildiğini kaydederek devrî tariki tutanları müstatil tariki tutanlara tercih eder. Zira müstatil tarik mensupları sülûk esnasında hangi noktaya ulaşırlarsa ulaşsınlar Hakk’ı onun ötesinde görürlerken devrî tarik sahipleri her mertebede, her yerde Hakk’ı hâzır ve nâzır bulurlar. Bunların seyirleri Hak’tan Hakk’a Hak ile Hak’tadır. Mevlevîler Hakk’ın inâyeti, mürşidin de himmetiyle tutulan ve sâliki vahdet-i vücûdun sırrına erdiren bu yolu benimsemişlerdir (Ankaravî, s. 74). Ayrıca Mevlevîler, bayramlarda tebrik töreni için teşkil ettikleri halkaya “devr-i kebîr” derler.
Kadiriyye, bilhassa Halvetiyye ve onun çok sayıdaki kolları “darb-ı esmâ” dedikleri devrana büyük önem verirler. Halvetîler enfüsten âfâka (içten dışa) doğru olan devre “devr-i suğrâ”, âfâktan enfüse doğru olan devre “devr-i kübrâ” derler (Harîrîzâde, I, vr. 343ª). Cerrâhîler, Şeyh Vefâ’nın Nûreddin Cerrâhî’ye ilham ettiğine inandıkları “hay hay hû”yu okuyarak gerçekleştirdikleri “Vefâ devri”ne özel bir önem verir, ayrıca “devr-i Veledî”yi de uygularlar (Tomar-Halvetiyye, s. 31, 60).
Mutasavvıflar, döne döne zikretme ve bu yoldan Hakk’a erme gayesi taşıyan devranın tabii ve ilâhî nizama uygun bir davranış olduğunu anlatmak için feleklerin döndüğünü, hatta âlemde bulunan her şeyin dönmekte olduğunu, meleklerin arş etrafında (bk. Zümer 39/75), hacıların Kâbe çevresinde dönerek ibadet ettiklerini, bundan dolayı sülûk ehlinin ilâhî cezbeye kapılıp dönmesinin tabii bir şey olduğunu söylerler (Ankaravî, s. 75). Tarikat mensupları devrana büyük rağbet gösterdikleri için Batılı araştırmacılar onları “dönen dervişler” şeklinde adlandırmışlardır.
Devranî zikrin tarikat mensupları arasında giderek yaygınlaşması zâhir ulemâsının tepkisine yol açmış, bu uygulamayı reddetmek için çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Takıyyüddin İbn Teymiyye, Birgivî, Kemalpaşazâde ve Ebüssuûd Efendi gibi ünlü âlimler devran karşısındaki tepkilerini sert şekilde ortaya koymuşlar, bazıları daha da ileri giderek raks ve devranı helâl sayanların kâfir olacağını iddia etmişlerdir. Saçaklızâde Mehmed ve İbrâhim Halebî raks ve devrana şiddetle karşı çıkmışlar, döne döne zikir yapmanın dini oyun ve oyuncak haline getirmekten başka bir şey olmadığını söylemişlerdir. Zenbilli Ali Efendi bir risâlede devranı savunurken Kemalpaşazâde ve Ebüssuûd Efendi ona karşı çıkmışlardır. Sünbül Sinan, Kemalpaşazâde’ye karşı devranı savunmak için biri Arapça, diğeri Türkçe iki risâle yazmıştır. Bununla birlikte Kemalpaşazâde’nin devranın câiz olduğu yolunda bir fetvası vardır; ayrıca devran halinde zikreden tarikat ehline dokunulmasını yasaklayan bir de ferman çıkarılmıştır (Tomar-Halvetiyye, s. 60). Osmanlılar’da bazı vâiz ve müftüler tarafından desteklenen ve zaman zaman fiilî müdahalelere varan devran aleyhtarı hareketleri önlemek için devletçe tedbir alınmıştır. Buna rağmen bu konudaki tartışmaların arkası kesilmemiş, devranın lehinde ve aleyhinde pek çok risâle kaleme alınmıştır. İmâmiyye Şiîleri de semâ ve devranı red için risâleler yazmışlardır.
BİBLİYOGRAFYA:
Serrâc, el-Lüma, s. 377-383; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 205, 647, 746; Gazzâlî, İhyâ, Kahire 1312, II, 182-210; İbnü’l-Kayserânî, Kitâbü’s-Semâ, Köprülü Ktp., nr. 391; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü iblîs, s. 249; İbnü’l-Müneyyir, Esrârü’t-tevhîd, Tahran 1348 hş., s. 236, 240, 384; İbn Teymiyye, Mecmûatü’r-resâil, I, 69; Câmî, Nefehât, s. 468; Zenbilli Ali Efendi, Risâletü’d-deverân, Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 11, vr. 111b; Kemalpaşazâde, Risâle fî tahkıki’l-hak, Süleymaniye Ktp., Murad Buhârî, nr. 327; İbrâhim b. Muhammed el-Halebî, er-Rehs ve’l-vaks li-müstahilli’r-raks, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 429, vr. 65ª; Birgivî, Tarîkatü’l-Muhammediyye, İstanbul 1318, IV, 61; Aziz Mahmud Hüdâyî, Keşfü’l-kınâ an vechi’s-semâ, Süleymaniye Ktp., Lala İsmâil, nr. 190/1; Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ ve hüccetü’s-semâ, Bulak 1256, tür.yer.; Abdülahad Nûri, Risâle fî cevâzi’d-deverâni’s-sûfiyye, İstanbul, ts.; Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak, İstanbul 1297, s. 201; Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 343ª; Abdülkerîm Celvetî, Risâle fî hakkı’d-deverâni’s-sûfiyye, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3632, vr. 311; Abdülganî en-Nablusî, Risâle fî tahkıki’d-deverâni’s-sûfiyye ve semâihim, Süleymaniye Ktp., Süleyman Paşa, nr. 392; Saçaklızâde Mehmed, Risâle fi’r-raks, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. 1915, vr. 5b; Tomar-Kadiriyye, s. 49, 56; Tomar-Halvetiyye, s. 31, 60; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlevî Âdab ve Erkânı, İstanbul 1963, s. 85; H. Kâmil Yılmaz, “Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Semâ Risâlesi”, MÜİFD, IV (1986), s. 237-284; Recep Uslu, “Devran Sürenindir...”, Yedi İklim, V/38, İstanbul 1993, s. 94-95.
Süleyman Uludağ
MÛSİKİ. Mevleviyye ve Bektaşiyye dışındaki tarikatlarda zikir genel olarak “kuûd”, “kıyam” ve “devran” denilen şekillerde icra edilir. Zikri hafî ve kuûdî olarak icra eden Nakşibendiyye dışındaki diğer tarikatlarda zikre oturularak başlanır, ayakta devam edilir ve zikir dönerek yapılan devranla sona erer. “Halka” denilen daire şeklinde sıralanan dervişlerin ayakta, tarikatın özelliğine göre sağa veya sola dönerek yüksek sesle Allah’ın isimlerini okuyarak yaptıkları zikre devran adı verilir. Devran zikri yapılan tekkelere pek yaygın olmamakla birlikte “devranî tekkeler”, dervişlerine de “devranî dervişler” denilmiştir. Devranî tekkelerde zikre, tarikatın yüksek sesle okunan evrâdıyla oturarak (kuûdî) başlanır; kelime-i tevhid ve ism-i celâl zikriyle devam edildikten sonra ayağa kalkılarak kıyamî zikre geçilir. Uzunca bir süre devam eden kıyamî zikirden sonra ise devranî zikir yapılır. Tarikatlara göre birçok farklılık gösteren devran genel olarak şu şekilde yapılır: El ele tutuşan dervişler “ism-i hû”yu zikrederek devrana başlarlar. İlk “hû”da sağ ayakla sağa doğru kısa bir adım atılır, ikinci “hû”da sol ayak sağ ayağın yanına getirilir, böylece başlayan devran üç dönüş devam eder. Allah, vâhid, ahad, samed isimleri zikredilerek aynı şekilde devrana devam edilir. Tarikatın usulüne göre bu dönüş sağa veya sola doğru olabilir. Meselâ Kadiriyye’de dönüş sağa, Halvetiyye’de soladır. Zikir, “Kalbimde fikrim Allah, dilimde zikrim Allah, nur Muhammed sallallah, lâilâhe illallah” denilerek ve kelime-i tevhid okunarak sürdürülür. Sağ kol yanındakinin omuzuna, sol kol beline konularak zikre devam edilir. Bir müddet sonra “ism-i hay”a geçilince zikir kalbîye dönüşür ve hafifler. Zâkirler zikrin başından itibaren zikrin ritim ve hareketine uygun ilâhiler okurlar. Seslerin perde perde yükselmesiyle “ism-i hû” süratlenir. Bir süre bu şekilde devam edildikten sonra nihayet kısa “hû”larla devran zikrine son verilir. Burada ana hatları ile verilen devran, zikri icra eden tarikatın âdâbına ve tarikatın bulunduğu coğrafyaya göre çok daha farklı şekillerde uygulanabilir. Meselâ Kadirîler’de, devran sürerken Mevlevîler gibi kollar açılmadan tek başına sağa doğru hızla dönülen bir semâ uygulaması vardır. Halvetiyye’nin Sivâsiyye kolunda da devrana kalkılınca herkes kendi ekseni etrafında “hay Allah” diye zikreder, daha sonra halka teşkil edilir.
Devran zikri özellikle XIX. yüzyılda yeni tavır ve şekiller kazanmış, tavaf tevhidi, Beyyûmî zikri, bedevî topu, demdeme gibi yeni kıyamî-devranî zikir usulleri bu yüzyılda yaygınlık kazanmıştır.
Türk mûsikisinde sadece devran sırasında okunmak üzere zikrin ritmine ve muhtevasına uygun şekilde bestelenen eserlere “devran ilâhileri” adı verilir. Devran zikrinde adım atmalar en önemli hareketi teşkil ettiğinden bu kısımda okunacak ilâhilere başlanırken eserin ayak temposuna uygun olması gerekir.
Dinî mûsiki repertuvarında önemli bir yeri olan devran ilâhilerine şu eserler örnek gösterilebilir: Halvetîler, “Aşkın ile âşıklar yansın yâ Resûlellah” mısraıyla başlayan ilâhi ile devrana girerler. “Dolap niçin inilersin, derdim vardır inilerim” mısraı ile başlayan düyek usulünde ve rast makamındaki eser de devrana girerken okunur. Her mısraın sonunda “yâ hay” zikri tekrarlanır. Bu ilâhinin bir de nevâ ve uşşak bestesi vardır. Devrana kalkılırken okunan bir diğer eser de, “Ey âşıkan ey âşıkan illallah hû” mısraı ile başlayan hicaz ilâhidir. “Şûrîde vü şeydâ kılan yârin cemâlidir beni” mısraı ile başlayan ilâhi de Zekâi Dede tarafından hicaz, ferahnâk ve acem makamlarında düyek usulünde bestelenmiştir. Devranın başlarında ağır olarak söylenen “ism-i hû” bölümünde okunması en uygun olan ilâhi budur. Bu bölüm devam ederken okunan diğer bir ilâhi de, “Durmaz yanar vücûdum âh etmeyip nideyim” mısraı ile başlayan düyek usulünde rast ve mâhur makamlarında bestelenmiş eserdir. “Gelin ey âşıklar gelin hû mevlâm hû” mısraıyla başlayan düyek usulündeki sabâ ilâhi de bu bölümdeki “ism-i hû”dan sonra okunur. Devranın sonlarına doğru “ism-i hay” zikrinin iyice hızlandığı sırada okunan eserlere, “Benem ol aşk bahresi denizler hayran bana” mısraı ile başlayan ağır düyek usulündeki sabâ ilâhi ile, “Allah Allah hüve rabbünâ yâ rahman” mısraı ile başlayan düyek usulünde sabâ ve nevâ makamlarında bestelenmiş cumhur ilâhisi örnek verilebilir. Rast makamında, “Ben dervişim diyene”; hicaz, mâhur, uşşak, bayatî makamlarında bestesi bulunan, “Gönül hayran oluptur aşk elinden”; sabâ makamında, “Arayı arayı bulsam izini”; nihâvend makamında, “Zâhid bizi ta‘neyleme devranîyiz Halvetîyiz”; uşşak makamında, “Seyrimde bir şehre vardım”; segâh makamında, “Zâhidlere karşı bu dem dönsün bizim devrânımız”; eviç makamında, “Devrân odur kim devrânı devr-i felek bilmez ola”, “Mevlâm senin âşıkların devrân ederler hû ile” mısralarıyla başlayan ilâhiler sıkça okunan devran ilâhilerinden bazılarıdır.
BİBLİYOGRAFYA:
Yahyâ Âgâh, Fütüvve-i Edevât-ı Cehz-i Dervîşân, Yazmanın Nihat Azamat’taki Fotokopisi, s. 25; Cemâleddin Server Revnakoğlu’nun Özel Notları, Divan Edebiyatı Müzesi [İstanbul], nr. 137 (Dosya); a.mlf., “Yûnus’un Bestelenmiş İlâhîleri Nerede ve Nasıl Okunurdu”, TY, sy. 319 (1966), s. 128-139; Ergun, Antoloji, I, 11, 13; II, 480, 671-672; Şengel, İlâhîler, II, 52; III, 85; Töre, İlâhîler, V, 68; VII, 98, 118; Halil Bedi Yönetken, “Kıyamî Zikirler ve Türk Dinî Rakısları”, TFA, sy. 156 (1962), s. 2775-2777; Halil Can, “Dinî Türk Musikisi Lügatı”, MM, sy. 218 (1966), s. 56; a.mlf., “Tasavvuf/Tarikatlar Musikisi”, a.e., sy. 295 (1974), s. 15-16; a.mlf., “Dinî Musikî”, a.e., sy. 309 (1975), s. 28; sy. 316 (1976), s. 19; H. Kâmil Yılmaz, “Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Semâ Risâlesi”, MÜİFD, IV (1986), s. 283.
Nuri Özcan