DELİ

Osmanlı Devleti’nde maiyet askerlerinden bir zümrenin adı.

Mecazen “korkusuz, gözüpek, atılgan” anlamında kullanılan deli kelimesi, tarih terimi olarak delice cesaret ve atılganlıklarından dolayı bir askerî zümreyi ifade eder. XVI. yüzyıl kaynaklarından Tabakatü’l-memâlik’te deliler, divaneler (vr. 143ª), Mohaçnâme’de ise dilîrler, dilâverler (s. 50, 54) şeklinde geçen delilere sonraları delil denmesinin (Cevdet, VI, 11; Lutfî, II, 191) makul bir izahı yoktur.

İlk ortaya çıkışları hakkında kesin bilgi mevcut değilse de XV. yüzyıl sonlarından itibaren ve esas olarak XVI. yüzyılda istihdam edildikleri bilinmektedir. Menşeleri hakkında da fazla bilgi bulunmayan deliler kendilerini ve ocaklarını Hz. Ömer’e nisbet ederler ve, “Kalpaklarımız Emîrü’l-mü’minîn Hz. Ömer’in çizmesinin koncuğudur, ocağımız müşârünileyh efendimize mensuptur” (Mustafa Nûri Paşa, III, 83) derlerdi. Mustafa Nûri Paşa bu mensubiyeti delilerin İranlılar’a şiddetli düşmanlıklarına bağlamaktadır. Kadere iman ve tevekkülün verdiği “yazılan başa gelir” düsturunu prensip edindiklerinden deli süvarileri tehlikelerden kaçınmazlar, cesaret ve kıyafetleriyle düşmanı şaşırtırlardı.

Tabakātü’l-memâlik’te, Semendire sancak beyi Yahyâ Paşazâde Bâlî Bey’in ve Bosna sancak beyi Gazi Husrev Bey’in delilerinden bahsedilmekte, Mohaç Savaşı’nda Husrev Bey’in emrinde 10.000 kişilik deli kuvvetinin bulunduğu belirtilmektedir (vr. 143ª). XVII. yüzyıl Avusturya savaşlarında Tiryaki Hasan Paşa ve Lala Mehmed Paşa’nın delileri büyük kahramanlık göstermişlerdir. Marsigli bunları gönüllü ve beşlüler gibi serhad kulu* süvarileri arasında saymaktadır.

Akıncılar gibi eyalet askeri statüsünde olan ve başlangıçta sadece Rumeli’de ve sınır beyliklerinde kullanılan deliler Türk asıllı olabildikleri gibi Slav, Boşnak, Arnavut, Hırvat ve Sırp gibi yerli halkların özellikle iri yarı, cesur gençlerinden de seçilebilirlerdi. Bunlar sefere ordunun önünde giderler, savaş sırasında gözlerini budaktan sakınmayarak düşman saflarını yarar, taburlarını deler, canlı esirler alarak onlardan düşman


hakkında bilgi edinilmesini sağlarlardı (İbn Kemal, s. 69).

Deliler, her birine “bayrak” denilen elli altmış kişilik ocaklara ayrılırlardı. Birkaç bayrak birleştirilerek bir delibaşının emrine verilirdi. Delibaşıların emrinde gönüllü ağası, bölük ağası unvanlarını taşıyan daha küçük rütbeli deli zâbitleri vardı. Deli askeri olmak isteyen bir genç önce “zobu” adıyla ocak ağalarından birinin yanına verilip yetiştirilir, burada ocağın usul ve kaidelerini öğrenirdi. Kendini ispatladıktan sonra din ve devlete hizmet edeceğine, hiçbir kavgadan geri dönmeyeceğine dair söz verirdi. Daha sonra törenle başına deli kalpağı giydirilir ve “ağa çırağı” olarak deftere kaydedilirdi. Sırası gelen genç ağalığa geçer, hatta delibaşılığa bile yükselebilirdi. Verdiği sözü tutmayan, ocak kurallarına uygun hareket etmeyen deli, başından kalpağı alınıp keçe külâh giydirilerek teşhir edildikten sonra ocaktan kovulurdu.

XVI. yüzyılda başlarına kurt, benekli sırtlan veya pars gibi vahşi hayvan derisinden yapılmış ve üzerine kartal tüyü takılmış kalpak giyen delilerin elbiseleri de arslan, kaplan veya tilki postundan, şalvarları ise kurt veya ayı derisindendi. Ayaklarına sivri burunlu, yüksek ökçeli, çıkrık mahmuzlu “serhadlik” denilen çizme giyerlerdi (Celâlzâde, vr. 143ª). Solakzâde’nin Târih’inde de Nahcıvan Seferi’nde Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’nın, “kaplan postlu, kurt derisi taçlı, birer karış mahmuzlu, tekne kalkanlı, elleri kostaniçeli, gömgök demire müstağrak, ak kızıl bayraklı” alayından bahsedilmekte (s. 526), bunların da deli süvarileri olduğu anlaşılmaktadır. Delilerin bindikleri atlar akıncı atları gibi çevik, kuvvetli ve uzun koşulara dayanıklıydı. Atlarının örtüsü de arslan, kaplan, tilki gibi vahşi hayvan derisindendi. Deliler de akıncılar gibi silâh olarak eğri pala, tekne kalkan, kostaniçe denilen orta uzunlukta mızrak, kılıç, balta ve bozdoğan kullanırlar, kalkanlarını kuş tüyleriyle süslerlerdi. Daha sonraları omuzlarında fitilli tüfek, bellerinde tabanca taşımaya başlamışlardır. Merasimlerde ok ve yay, altın işlemeli kaburgalık taşıyan delilerden ikisinin sırtında iki büyük kanat bulunur ve bunların her ikisi de üzerine kartal bağlı büyük birer değnek taşırdı (Galland, I, 118). Kapı halkından olan delilerin askerî eğitim ve terbiyeleri hakkında ise bilgi yoktur.

Vezîriâzamın maiyet ve muhafız askerlerinden olan deliler, XVII. yüzyıl sonlarından itibaren Anadolu’daki vezir ve beylerbeyilerin maiyetlerinde de teşkil edilmiştir. IV. Mehmed zamanında İngiltere elçisinin maiyet kâtibi olarak İstanbul’da bulunan Paul Rycaut, vezîriâzamın özel muhafızları arasında sayıları 100-400 arasında değişen delilerin de bulunduğundan bahsetmektedir. Vezîriâzamın sefere veya bir yere gidişinde diğer kapı halkı gibi deliler de yanında bulunur ve onu her türlü tehlikeden korurlardı. Sefere gidilirken mevcutları arttırılır ve 300 kişilik bir piyade alayı meydana getirilirdi. Fransız elçisi M. de Nointel’in maiyetinde 1672’de İstanbul’a ve padişahın bulunduğu Edirne’ye gelen Antoine Galland, IV. Mehmed’in bu tarihte Lehistan seferine çıkışı münasebetiyle yapılan törenlerle ilgili gözlemlerini naklederken en çok delinin vezîriâzamın maiyetinde bulunduğunu ve bunların çoğunun Bosnalı olduğunu belirterek özellikle kıyafetleri hakkında şu bilgileri vermektedir: “Kıyafetleri temiz fakat garipti. Hepsi boylu boslu, çevik ve hemen hemen aynı yaşta gençlerdi. Başlarında şayaktan külâhları vardı; bunların üzerinde de çeşitli renklerde ipek kumaşlar düğümlenmişti. Bu kumaşlar başlarının arkasından enselerine iniyordu. Aynı şayaktan yarı kollu ve bunların üzerinde iç gömlekleri dirseklere kadar kıvrılmış ceketleriyle eş renkte bir potur ve memleket usulünde hafif kunduraları vardı. Öteki deliler ise yeşil ve sarı satenden ceketlerinin üstüne yine aynı renkte satenden bir başka ceket giymişlerdi. Bunların küçük birer yakalığı vardı. Bunun üstüne çoğu kaplan derisi örtmüştü. Bazısı bunu eşarp şeklinde, bazısı ise göğsünün üzerine bağlı bir kaftan şeklinde sarmıştı. Bazılarının başında önden ve arkadan yükseltilmiş, sağı ve solu sivrileşen kırmızı külâhları vardı. Bu külâhlar bir kısmında sade, diğerlerinde ise yeşil çuhadandı. Bu başlığın iki yanında iki büyük çuha parçası göğsün ve sırtın ortalarına kadar sarkıyordu. Bazı deliler külâhlarının üzerinde bu garip kıyafete ayrı bir cazibe veren birer sorguç taşıyordu. Bellerinde birer kılıç, ellerinde de birer kargı ile buna bağlanmış flama şeklinde sancak vardı. Bu sancakların uçları bindikleri atın kuyruğuna kadar uçuşuyordu. Atlarının üzerine serdikleri pars postu insana savaş havası teneffüs ettiriyordu. Âmirleri olan delibaşılar, başlarındaki kenarları samur ve yarım ayaktan (17 cm.) yüksek kalpaklarla farkediliyordu. Sadrazamın özel koruma hizmetinde bulunan delilerin bir kısmı sadrazam sarayında, bir kısmı ise dairesinde hizmet ederdi” (I, 117-118). Galland hâtıralarında bir Türk’ten naklen padişah maiyetinde bunlardan 3000 kişinin bulunduğunu yazmaktaysa da Osmanlı padişahlarının özel muhafızları arasında delilerin de bulunduğu başka kaynaklarla doğrulanmamaktadır.

Delilerin, emri altında bulundukları beylerbeyi veya sınır beylerinden aldıkları belirli ücretleri vardı. Bu ücret vezîriâzamın maiyetindeki deliler için XVII. yüzyıl ortalarında günde 12-15 akçe arasındaydı (Rycaut, s. 202). Aynı yüzyıl sonlarında ise sadece savaş zamanlarında ücret aldıkları, hatta bunun nakdî değil aynî olduğu anlaşılmaktadır (Marsigli, s. 109). Kale muhafazasında bulunan delilere ise 1768 yılında 40’ar kuruş bahşiş verildiği görülmektedir (TSMA, nr. D 6735). Galland, Vezîriâzam Fâzıl Ahmed Paşa maiyetinde özel koruma hizmetindeki delilerin ayda 3 kuruş aldıklarını, ayrıca kendilerine günde 100 dirhem et ve pirinç, 25 dirhem tereyağı ve dört ekmek ile yılda bir defa üst elbisesi (ceket) verildiğini yazmaktadır (II, 138).

1689 yılında II. Süleyman’ın bir fermanıyla beylerbeyi, sancak beyi, muhassıl ve mütesellim gibi taşra idarecilerinin maiyetindeki saruca ve sekbanların kaldırılmasından sonra onların yerini leventler ve deliler almıştı. 1775’te leventliğin de ismen kaldırılması üzerine taşradaki üst yöneticilerin emrinde sadece deli, gönüllü ve tüfekçi neferleri bırakılmışsa da leventler kıyafet değiştirerek bu birlikler arasına karışmıştı. Vezir, beylerbeyi vb. taşra idarecileri, maiyetlerindeki delibaşıların kumandasında 100-150 kişilik atlı asker topluluğu bulundurmaya başlamışlardı. Erzurum, Diyarbekir, Musul, Bağdat, Şam ve Halep gibi eyalet valilerinin yanında üçer beşer delibaşı vardı. Delibaşılar yüzbaşı rütbesindeydi. Taşradaki vezirlerin maiyetinde bulunan delilerin barış zamanındaki başlıca görevi efendilerinin önünden yaya olarak gidip yolları açmak ve onları suikasttan korumaktı (Rycaut, s. 202).

XVI. yüzyılda önemli hizmetleri görülen deli teşkilâtı XVII. yüzyılda bozulmaya başlamıştır. Bu yüzyıldan itibaren kıyafetleri bile değişmiş, XVIII. yüzyılda başlarına, siyah kuzu derisinden bir endaze uzunluğunda (65 cm.) boru gibi, üzeri sarıklı Mevlevî sikkesi tarzında serpuş giymeye başlamışlardır. Maiyetinde


bulundukları vezir, beylerbeyi veya beylerin sık sık görevden alınmaları veya delilerin onların yanından ayrılmaları, başsız ve işsiz güçsüz kalmalarına sebep olurdu. Dolayısıyla yeni bir kapı buluncaya kadar toplu halde çevreye zarar verirler, köylere saldırır, ırza tecavüz eder, katilde bulunurlardı. Halktan “gelgeç akçesi” toplarlar (BA, Cevdet-Askerî, nr. 14.003), bedavadan kendilerini ve atlarını besletirlerdi. Birçok Celâlî eşkıyasının deli veya delibaşı sıfatıyla anılması bu sınıfla olan ilgilerinden dolayıdır. XVII. yüzyılda ünlü Celâlîbaşıları’ndan Karayazıcı’nın kardeşi Deli Hasan, Dağlar Delisi ve bunun yeğeni Deli İlâhi Batı ve Orta Anadolu’da, XVIII. yüzyılda ise Deli Oğlan İzmir civarında halkı canından bezdirmiş eşkıyalardandır. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Delibaşı İnce Arap ve adamları Lüleburgaz (Burgos) taraflarında büyük zulümlerde bulunmuşlardır (Lutfî, I, 114).

Deli teşkilâtının ıslahı için ciddi bir tedbir alınmamış, hemen sadece taşradaki yüksek rütbeli idarecilere ikaz yollu fermanlar gönderilmekle yetinilmiş, eşkıyalık yapanların öldürülmesinin câiz olduğu belirtilmiştir (BA, Cevdet-Askerî, nr. 2081). Bağdat Valisi Hasan Paşa 1723-1724 İran seferleri sırasında delileri ıslaha çalışmışsa da bu faaliyetler kalıcı olmamıştır. Delilerin ıslahı veya ilgası meselesi ciddi olarak ilk defa III. Selim’e sunulan Nizâm-ı Cedîd’e dair ıslahat lâyihalarında konu edilmiş ve genellikle bu teşkilâtın ilgası teklif edilmiştir. Cevdet Paşa bu raporları değerlendirirken delilerin 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar mevcut olduklarını, tâlimli asker olmamakla birlikte kendilerine has nizamlarının bulunduğunu ve tamamıyla başı bozuk asker olmadıklarını ifade etmektedir. Cevdet Paşa ayrıca delilerin başarısızlıklarını, seraskerlerin seferlerde süvari kullanılacak mevkileri iyi bilmemelerine bağlamakta, düşmanın ateşli silâhlarının yoğun olduğu yerlere sürülen bu tür zayıf atlıların dayanamayacağının âşikâr olduğunu belirtmektedir. Süvari askeri kullanılacak yerlerde görevlerini gayet iyi yapan delilerin işe yarar olduğunu belirten Cevdet Paşa 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’nı buna örnek göstermektedir. Fakir halka verdikleri zararı bunların ulûfesiz ve dirliksiz olmalarına, dolayısıyla bir lokma ekmek için vezir kapılarında beklemelerine bağlamakta, tüfekçi neferleri gibi delilerden de ıslah edildiği takdirde düzenli süvari birliklerinin oluşturulabileceğini belirtmektedir. Bunun yeni süvari teşkilinden daha kolay olacağını, hatta küçük bir gayretle delilerin disiplin altına alınabileceğini savunmaktadır (Târih, VI, 11 vd.).

Tebdil gezilerinde genellikle delibaşı kıyafetiyle dolaşan III. Selim’in 1792’de çıkardığı deli namının anılmasını yasaklayan fermanına rağmen (BA, Cevdet-Askerî, nr. 7420) deli taifesi kaldırılmamıştır. Bu tarihten sonra Kütahya ve Konya dolaylarında yerleşen deliler eşkıyalığa devam etmişlerdir. Kocabaşı denilen delibaşının maiyetindeki deliler Kütahya’da, Delibaşı İsmâil’in etrafındakiler Konya’da “at ve şal akçesi” adıyla halktan para toplamışlardır. Nizâm-ı Cedîd aleyhine Konya’da meydana gelen 1803 olaylarında Delibaşı İsmâil âsilere yardım etmiş, Konya valiliğine tayin edilen Kadı Abdurrahman Paşa’yı şehre sokmamıştı. Yûsuf Ziyâ Paşa’nın sadrazamlığı sırasında (Ekim 1798-Nisan 1805) delibaşı ve delilerle ilgili şu esaslar getirilmiştir: Vezir ve beylerbeyilerin maiyetinde birer delibaşı bulunacak, her bayrakta bölükbaşıların emrinde zâbitleriyle beraber tam teçhizatlı on ikişer nefer olacaktı. Her bayrağın et, yağ, ekmek, bulgur veya pirinciyle her gün verilmek üzere bayrak başına ayda 60’ar kuruş olan ulûfeleri düzenli bir şekilde ödenecek; vezir, beylerbeyi, voyvoda ve mütesellimler maiyetlerindeki delibaşılardan kesinlikle rüşvet almayacaklar; delibaşılar devre çıkmayacaklar, uğradıkları kaza ve köylerin halkından herhangi bir talepte bulunmayacaklar, sadece eskiden beri kendilerine verilmekte olan at ve katırla kanaat edecekler; her eyalet ve sancağa tahsis edilen deli bayrağından fazla bayrak açmayacaklardı (BA, Cevdet-Askerî, nr. 5740).

Yûsuf Ziyâ Paşa delilerin bir kısmını Bağdat’a göndermiş, bir kısmını da İstanbul’a getirerek Üsküdar’da bir kışlaya yerleştirmiştir. Rumeli’de Gürcü Osman Paşa’nın maiyetindeki deliler de İstanbul’a getirilerek Davudpaşa’ya yerleştirilmiştir. Bir süre sonra İstanbul’daki delilerin tamamı 200 bayrak halinde Bağdat’a gönderilmiştir.

Deli süvarileri 1828-1829 yılında Rusya ile yapılan savaşta XVI. yüzyıldaki seleflerini hatırlatacak şekilde üstün kahramanlıklar göstermişlerdir. O sıralarda müşavir olarak İstanbul’da bulunan İngiliz Sir Adolphus Slade’in gözlemlerine göre Ruslar’la spor yapar gibi çarpışan deliler onların düzenli piyade kıtalarını parçalamışlardır. Varna ile Şumnu arasındaki Külefçe Boğazı’nda eğitimli atlarına tam hâkim olan deli süvarilerinin engebeli arazide gösterdikleri başarılara hayran kalan Slade, bunun tam bir silâhşörlük olduğunu ifade etmektedir. Rus subaylarından naklen deli süvarilerinin Şumnu’da ovaya çıkışlarının çok kahramanca ve şövalyelik devirlerine lâyık bir manzara olduğunu söyleyen Slade, delilerin şehirden ellerindeki mızraklarını havaya atıp tekrar tutarak hızlı atları üzerinde uçan kuş sürüleri gibi çıkıp ovaya yayıldıklarını, bu hücumları sırasında aşırı süratlerinden dolayı bazan başlarındaki yüksek ve tüylü kalpaklarının havaya fırladığını, geniş yenleriyle güzel atlarının kuyruklarının rüzgârda uçtuğunu, her bir delinin mızrağıyla bir veya birkaç düşman öldürdüğünü belirtmektedir. Genellikle vur kaç savaşı yapan delilerin bir anda durup yıldırım gibi bir çark hareketiyle atlarının boynuna sarılarak geri çekildiklerini ve aynı hızla dağıldıklarını söyleyen Slade, bunun Rus toplarının ateşinden kurtulmak için yapıldığını, gerçekten Rus mermilerinin bunlara nâdiren zarar verdiğini ilâve etmektedir. Sadrazam Reşid Mehmed Paşa’nın emrindeki deli süvarilerinin şehir meydanında cirit oynar gibi Rus tabyalarının etrafında dolaştıklarını, piştovlarını boşalttıklarını, Rus siperlerine kadar ilerleyerek buradaki Rus süvarilerine laf atıp onları kızdırarak meydana çağırdıklarını da nakleden Slade, delilerden birinin esir düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan sadrazamı nasıl kurtardığını hayranlıkla anlatmaktadır (Sir Adolphus Slade’in [Müşavir Paşa] Türkiye Seyahatnâmesi..., s. 103 vd.).

Bu savaştan sonra Rumeli’den Anadolu’ya geçen deliler, bir haytabaşı ve on sekiz delibaşının maiyetinde tekrar eşkıyalığa başlamışlardır. Ancak II. Mahmud, süvari Asâkir-i Mansûre’nin teşkilinden sonra merkeziyetçi politikasının bir gereği olarak deli teşkilâtını lağvetmiştir (1829). Karaman Valisi Esad Paşa’ya ve öteki valilere gönderilen fermanlarda deli ocağının kaldırıldığı bildirilmiş, bunların dağılarak çift çubuklarıyla meşgul olmaları, itaat etmeyenlerin üzerine kuvvet gönderilerek ortadan kaldırılmaları emredilmiştir. Çoğu Akşehir ve Konya taraflarında bulunan delilerin Karaman valisinin kendilerine gönderdiği


nasihatnâmeye kulak asmayıp dağılmamaları üzerine Esad Paşa Konya âyanı Süleyman Bey’i bunların üzerine sevketmiştir. Akşehir civarında yapılan savaşta deliler dağıtılmış, delibaşılar da öldürülmüştür. Emre itaat ederek memleketlerine gideceklere yardım edilmiş, bir kısım deliler de Suriye ve Mısır taraflarına gitmişlerdir. Delilerin ortadan kaldırılması sırasında büyük hizmeti geçen Süleyman Bey’e mükâfat olarak hassa silâhşörlüğü verilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, Cevdet-Askerî, nr. 2081, 5740, 7420, 14.003, 25.259; BA, Cevdet-Dahiliye, nr. 10.178; TSMA, D 6735; Enver Ziya Karal, Selim III’ün Hatt-ı Humâyunları, Ankara 1942, s. 118 vd., 126; a.mlf., “Nizâm-ı Cedîd’e Dâir Lâyihalar”, TV, I/6 (1942), s. 416-417; İbn Kemal, Mohaçnâme (nşr. M. Pavet de Courteille), Paris 1859, s. 50, 54, 69, 97; Celâlzâde, Tabakaātü’l-memâlik, vr. 44b-45b, 143ª; Solakzâde, Târih, s. 526; Antoine Galland, İstanbul’a Ait Günlük Anılar (1672-1673) (nşr. Charles Schefer, trc. Nahid Sırrı Örik), Ankara 1973, I, 98, 117-118; II, 137-138; Rycaut, s. 202-203; Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askerî Vaziyeti, s. 70, 109-110, 290-291; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekāyiât (haz. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1977, II, 161-162; Râşid, Târih, II, 70; Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârih (Aktepe), I, 118; II/A, s. 80, 116, 119; II/B, s. 64, 113; Şânîzâde, Târih, II, 259-260; Sir Adolphus Slade’in (Müşavir Paşa) Türkiye Seyahatnamesi ve Türk Donanması ile Yaptığı Karadeniz Seferi (trc. Ali Rıza Seyfioğlu), İstanbul 1945, s. 101, 103 vd.; Mustafa Nûri Paşa, Netâyicü’l-vukūât (nşr. Mehmed Galib Bey), İstanbul 1327, III, 82-83; IV, 30-31, 112; Cevdet, Târih, VI, 11 vd.; XII, 71-72; Lutfî, Târih, I, 114-115, 252; II, 191-193; Uluçay, XVII. Asırda Saruhan, s. 141 vd.; a.mlf., XVIII. ve XIX. Asırlarda Saruhan, s. 80, 86, 107-109; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 566, 573-574; III/2, s. 287; a.mlf., “Deli”, İA, III, 516-517; a.mlf., “Deli”, EI² (Fr.), II, 207-208; Mustafa Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul 1965, s. 250-255, 276-277, 288, 293, 297, 308-316, 426; TA, XII, 474-475; Pakalın, I, 23-24, 420-422.

Abdülkadir Özcan