DALÂLET

الضلالة

Haktan yüz çevirip bâtıla yönelme, ilâhî buyruklara aykırı davranma anlamına gelen bir terim.

Dalâl veya dalâlet masdarları sözlükte “kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak” gibi mânalara gelmekle beraber asıl anlamları “bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak”tır. Bu temel mânadan hareketle dalâlet mecazi olarak “akla, duyulara ve gerçeğe aykırı ilkeleri benimsemek” karşılığında da kullanılmıştır. Genellikle “maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola girmek” veya “istenen her türlü neticeye ulaştırıcı yoldan ayrılmak” şeklinde tarif edilen dalâlet daha çok “dinî yoldan sapmak” anlamında kullanılır (et-TaǾrîfât, “Đalâlet” md.; Tehânevî, Keşşâf, “Đalâl” md.).

Din ve cemaatin ayrılmaz bir bütün olarak telakki edildiği ilkel topluluklarda din-dünya ayırımı olmayıp ferdin bütün hayatı topluluk içinde geçtiğinden bu topluluklarda farklı inançlarla ilgili kesin bir değerlendirme yoktur. Ayrıca bu tür inanışlarda belirli bir dinî kurallar külliyatı bulunmadığı için kesin bir hidâyet-dalâlet ayırımı da yapılmış değildir. Dolayısıyla böyle topluluklarda millî bünyeye zarar vermediği, cemaatin bütünlüğünü ihlâl etmediği sürece başka dinlere karşı müsamaha gösterilir. Ne var ki topluluk kurallarına uymamak bir suç sayıldığından aksi bir davranış içinde bulunan kimseler ancak bazı arınma törenlerinden sonra yeniden topluluğa kabul edilirlerdi.

Genel olarak dalâlet, kamu vicdanında yer etmiş inanç ve düşüncelere ters düşen her türlü akîde ve düşünceyi ifade etmektedir. Diğer bir söyleyişle dalâlet, mutlak hakikatin, gerçek kurtuluşun sadece kendilerinde olduğunu iddia eden belirli dinlerin başka inanç ve düşünceler için kullandığı bir kavramdır. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak amacıyla belirli ilke ve kurallar koymuş olan bu dinler, inanç ve davranışları bu ilkelere göre değerlendirdiklerinden farklı tavır ve uygulamaları dalâlet olarak nitelendirmişlerdir.

Klasik Hindû din felsefesi, dinleri âstika (doğru inancı ihtiva eden) ve nâstika (bâtıl inancı temsil eden) olmak üzere ikiye ayırmakta, Caynizm, Budizm ve materyalist fikirleri nâstika olarak kabul etmektedir. Hindû dininden sapan birinin yeniden dine kabul edilmesi için bir Brahman’ın yönettiği tören ve âyinle arındırılması gereklidir. Budizm’de ise dinî kuralların kesin tesbitine kadar hidâyet ve dalâletle ilgili ölçüler günün anlayışına ve politik liderlerin kararına bağlıydı. Kuralların kesin tesbitinden sonra ise genelde Budist kanunlara uymayan kişilerin dalâlette olduğu düşünülmüştür. Budizm’de diğer dinlerin değerlendirilmesi söz konusu olmadığı için gerek doğru inanç ve uygulama gerekse dalâlet nitelemesi dinin kendi iç bünyesiyle ilgiliydi.

Yahudilik’te dalâlet, Tanrı’nın Hz. Mûsâ’ya bildirdiği ilâhî kurallara uymamak ve onlara karşı çıkmak şeklinde düşünülmüştür. Hz. Mûsâ’nın, “Senin önüne hayatla ölümü, bereketle lâneti koyduğuma gökleri ve yeri bugün şahit tutuyorum; bunun için hayatı seç” (Tesniye, 30/19) anlamındaki sözleri hem insanın dilediği yolu seçmekte hür olduğunu, hem de hayata karşı ölümü, berekete karşı lâneti seçenin dalâlette bulunduğunu ifade etmektedir. Yahudi kutsal kitabında sahte peygamberlerin yolundan giden, şeriatın yasakladığı fiilleri işleyen, putperestlik âdetlerini yaşatan kimseler Tanrı’nın gözünde “kötü olanı yapanlar” şeklinde suçlanmıştır. Ezrâ döneminde Yahudiliğin evlilikle ilgili kurallarını çiğneyenler mâbed ve cemaatten ihraç edilmişlerdir. Ahd-i Atîk’te, “Doğruların kemali kendilerine yol gösterir, fakat hainlerin sapıklığı kendilerini helâk eder” denilerek (Süleyman’ın Meselleri, 11/2) bu tip insanlar “kötü adamlar, hainler” olarak nitelendirilmektedir. Bunlara ayrıca “dinsiz” (Eyub, 8/13; 13/16; Süleyman’ın Meselleri, 11/9), “sefih” (Eyub, 5/3), “Allah’ı unutanlar” da (Eyub, 8/13) denilmektedir.

Yahudilik’te Sünnî (Ortodoks-doğru inanç sahibi) olanlar dışındaki kimseler genelde “sapık, dalâlette olan” anlamında İbrânîce min terimiyle ifade edilmişlerdir ki Yahudilik iman esaslarını tertip eden Mûsâ b. Meymûn bunların şu beş gruptan oluştuğunu belirtmektedir: Tanrı’yı reddedenler, birden fazla tanrıya inananlar, Tanrı’ya çeşitli şekillerde ortak koşanlar, Tanrı’nın ilk yaratıcı olduğunu reddedenler ve kendileriyle Tanrı arasında aracı saydıkları yıldızlara tapanlar. Diğer taraftan yahudi din bilginleri bu tür insanları belirtmek için “Epikurosçu” tabirini de kullanmışlardır. Yine Mûsâ b. Meymûn’a göre bunlar peygamberliği kabul etmeyenler, Hz. Mûsâ’ya gelen vahyi tartışanlar ve insanların fiillerini Tanrı’nın tayin ettiğine inanmayanlardır. Öte yandan doğru inancın dışındakileri ifade eden kâfirim ise Tevrat’ın lafzan vahiy olduğunu inkâr edenler, geleneği reddedenler ve Mûsâ şeriatının başka şeriatlarla neshedildiğini savunanlar şeklinde açıklanmıştır.

Hıristiyanlık’ta dalâlete düşmek, teolojik konularda kabul görmeyen fikirleri savunmak demektir. Hıristiyan olduğu halde resmî inanca aykırı görüşler benimseyen kimse dalâlete düşmüştür, hıristiyan olmayanlar ise kâfirdir. Bununla birlikte Hıristiyanlık’ta doktrin ve teolojiyle ilgili esaslar nihaî şeklini alıncaya kadar dalâlet kavramı zamana göre değişmiş, önceleri doğru ve gerçek kabul edilen bazı inanç ve uygulamalar daha sonra dalâlet olarak nitelendirilmiştir. Kilisenin kurumlaşmasıyla birlikte dalâlet kavramı daha kesin bir anlam kazanmış, kilisenin resmî yorumu dışındaki her tür düşünce ve inanç dalâlet olarak damgalanmıştır. Bunları “tanrısız” veya “kâfir” olarak niteleyenler de vardır. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Nikolaîler (Vahiy, 2/6-15), daha sonraki asırlarda gnostisizm, Markionizm, Montanizm, Monarkhianizm, Manişeizm, Aryanizm, Apollinarizm, monofizizm ve Nestorianizm resmî kilisece dalâlette sayılan gruplardır. Ortaçağ hıristiyan dünyasında dalâlet nazariyeden ziyade uygulamayla ilgili meselelerden kaynaklanmıştır ve genelde Avrupa menşelidir. Cathar ve Bogomil hareketleri bu türdendir.

Diğer taraftan Hıristiyanlık’ta kişinin dalâlete düşmesi kendi hür irade ve seçiminin neticesidir. Hz. Îsâ’nın, “Dar kapıdan girin, zira helâke götüren kapı geniş ve yol enlidir ve ondan girenler çoktur. Çünkü hayata götüren kapı dar ve yol sıkışıktır ve onu bulanlar azdır. Peygamberlik iddiasında bulunanlardan sakının...” (Matta, 7/13-15) sözü de kişinin iyi veya kötüyü seçmekte serbest olduğunu göstermektedir. Kilisenin bu konudaki görüşü kişinin fiillerinde hür, iyi ve kötüyü seçmede serbest olduğu, dolayısıyla da sorumluluk taşıdığı şeklindedir.


BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “đll” md.; et-TaǾrîfât, “Đalâlet” md.; Lisânü’l-ǾArab, “đll” md.; Tehânevî, Keşşâf, “Đalâl” md.; D. Masson, Monothéisme coranique et monothéisme biblique, Paris 1976, s. 635-641; G. Cross, “Heresy (Christian)”, ERE, VI, 614-622; I. Abrahams, “Heresy (Jewish)”, a.e., VI, 622-624; K. Rudolph, “Heresy: An Overniew”, ER, VI, 269-275; J. B. Russell, “Heresy: Christian Concepts”, a.e., VI, 276-279; Ch. S. Liebman – S. McDonough, “Orthodoxy and Heterodoxy”, a.e., XI, 124-129; F. Prat, “Héresie”, DB, III/1, s. 607-609.

Ömer Faruk Harman




Kur’an ve Sünnet’e göre Dalâlet. “Yegâne hak din olan İslâmiyet’ten sapmak, ondan mahrum kalmak”, yahut “helâl kılınan sahayı aşarak haram kılınana tecavüz etmek” şeklinde tarif edilebilen ve “iman” anlamındaki hidâyetin zıddı olan dalâletle inkâr ve gay benzer mânalara gelirse de aralarında bazı farkların bulunduğu kabul edilir. İnkâr, gerçeğin bilinmesine rağmen tasdik edilmemesi anlamını taşırken dalâlet, gerçeğe ulaştıran yoldan yüz çevirmek veya bu yolun dışında kalmak mânasına gelir. Gay (gayâvet) ise daha çok rüşdün zıddı olup “şuursuz ve şaşkın bir şekilde yaşamak” anlamını ifade eder (İ. Hakkı Bursevî, Furûk-ı Hakkı, s. 160). Dalâletle ilgili kelimelerden biri de tuğyandır ki “gerçekten haberdar olduktan sonra meşrû sınırları aşıp azmak” anlamında kullanılır.

Kur’ân-ı Kerîm’de müştaklarıyla birlikte 218 defa geçen dalâlet kavramı, daha çok hidâyetin zıddı olarak “küfür ve inkârı kapsayan sapıklık” anlamında kullanılır (bk. M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “đll” md.). Bunun yanında, “haktan uzaklaşmak veya ayrı düşmek” şeklinde ifade edilebilecek olan temel mânasının daha hafifini ve bazan sonuçlarını ifade eden anlamları da Kur’an’da görülmektedir: Azgınlık yapmak, yanılmak, unutmak, bilgisiz olmak, hüsrana ve zillete uğramak, bedbaht olmak, helâk olmak” gibi (İbnü’l-Cevzî, s. 406-409). Kur’ân-ı Kerîm’de hakkın dışında kalan her şey dalâlet olarak görülür ve “uzak (derin)”, “açık”, “büyük” dalâlet çeşitlerinden söz edilir (İbrâhîm 14/3; Yûnus 10/32; Âl-i İmrân 3/164; el-Mülk 67/9). İlgili âyetlerden anlaşıldığına göre Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr etmek (en-Nisâ 4/136), Allah’tan başka ilâhlar kabul edip O’na eş koşmak (en-Nisâ 4/116; Lokmân 31/11), Hz. Peygamber’in çağrısına uymamak, onu alaya almak (el-Furkan 25/41-42; el-Ahkaf 46/32), Kur’an’ın ilâhî bir kitap olduğunu inkâr edip ondaki bilgilerden uzak kalmak (Fussılet 41/52; el-Cum‘a 62/2), kıyametin kopacağından şüphe edip bu konuda yersiz tartışmalara girişmek (eş-Şûrâ 42/18), âhiret hayatına inanmamak (Sebe’ 34/8), Allah’ın ve peygamberlerinin emirlerine isyan etmek (el-Ahzâb 33/36), Allah’ın helâl kıldığı rızıkları haram saymak, çocukları öldürmek (el-En‘âm 6/140), hüküm verirken arzulara ve duygulara uymak (el-En‘âm 6/56; Sâd 38/26), aklı ve duyuları kullanmamak (el-A‘râf 7/179), Allah’ın rahmetinden ümit kesmek (ez-Zümer 39/53) dalâlet olarak görülmüştür. Hakkı benimsemek ve hidâyetten ayrılmamak insanın selim yaratılışıyla bağdaşan bir davranış iken bunun yerine dalâleti tercih ederek kendilerini de başkalarını da saptıranlar zalimlerdir, üstelik onları içinde bulundukları sapıklıklardan kurtarmak da mümkün değildir; zira onlar akıllarını kullanıp hakikatleri görecek yerde sadece arzularına uyarlar (en-Nisâ 4/44; el-Furkan 25/43-44; ez-Zuhruf 43/40). Yine Kur’an’da verilen bilgilere göre kibri ve isyanı yüzünden ilâhî rahmetten kovulmuş olan şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanları dalâlete düşürmeye çalışır (en-Nisâ 4/117-121; el-Furkan 25/29; Yâsîn 36/62). Onu, toplumları idare edip yönlendiren Firavun gibi mücrimlerle bunların yakın çevrelerini oluşturan aristokrat zümre ve onları taklit eden kitleler takip eder (Tâhâ 20/79; el-Ahzâb 33/66-67; Sebe’ 34/31-33). Putlar da tapınma vasıtası olmaları bakımından dalâlete sevkedici varlıklar arasında sayılır (İbrâhîm 14/36; Tâhâ 20/85). Dine bağlılığın zayıfladığı dönemlerde insanların çoğuna uymak, ayrıca önemli bir dalâlet sebebi olarak gösterilmiştir (el-En‘âm 6/116-117). İnsanları hak yoldan uzaklaştıran bu saptırıcıların tuzağından kurtulmanın, ancak hidâyet rehberi olarak gönderilen Peygamber’e ve onun getirdiği ilâhî kitaba uymakla mümkün olduğu vurgulanır (el-Bakara 2/38; Tâhâ 20/123).

Dalâlet hadislerde de Kur’an’daki anlamları ile kullanılmıştır (bk. Wensinck, MuǾcem, “đll” md.). Hz. Peygamber dualarında dalâlete düşmekten ve düşürülmekten, başkalarının sapıklığa düşmesine sebep olmaktan Allah’a sığınmış (Müsned, IV, 264; VI, 302, 306; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 18), Allah’ın saptırdığı kimselerden olmaması için O’na niyazda bulunmuş (Müsned, I, 302; Tirmizî, “DaǾavât”, 124) ve bu konuda ümmetini uyarmıştır. Ümmeti hakkında, en çok dalâlete sevkeden devlet reislerinden endişe ettiğini belirten Hz. Peygamber (Müsned, IV, 123; VI, 441), dalâlete düşmemek için Kur’an ve Sünnet’e uyulmasını emretmiş, bunlara tam olarak uyanların sapıklıktan korunacağını, aksi takdirde dalâletin kaçınılmaz olacağını haber vermiş (Müsned, I, 51, 325; IV, 445; İbn Mâce, “Ĥudûd”, 9), ayrıca Allah’a itaat etmeyenlerin ve meşrû devlet reislerine biatta bulunmayanların (Müsned, II, 111), cemiyette hırsızlık vb. suçları işleyen aristokrat zümreyi gerekli cezaya çarptırmayıp alt tabakaya mensup suçluları cezalandıran adaletsiz toplumların (Buhârî, “Ĥudûd”, 12), âlimlerden mahrum olan milletlerin dalâlete düşeceğine dikkat çekmiştir (Buhârî, “Ǿİlim”, 34, “İǾtiśâm”, 7).

Dalâletle ilgili âyet ve hadislerin mukayeseli bir şekilde incelenmesinden şu sonuca ulaşmak mümkündür: Doğru yolu bulmak veya doğru yoldan sapmak insanların kendi irade ve tercihlerine bağlı olduğundan bir bakıma kendi ellerindedir. Allah bütün insanlara doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak temyiz gücü vermiş, ayrıca özendirici ve uyarıcı olmakla görevlendirdiği peygamberler vasıtasıyla insanların yolunu aydınlatan kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda helâli haramı, faydalıyı zararlıyı, hayrı ve şerri açıklamış ve bundan dolayı insanları sorumlu tutmuştur.

Bazılarınca ileri sürüldüğü gibi Allah hak ile bâtılı göstermeden, insana temyiz gücü verip tercih hakkı tanımadan dilediğini dalâlete, dilediğini hidâyete sevketmiş olsaydı peygamber göndermenin, kitap indirmenin bir anlamı kalmaz, ceza ve mükâfatın da mâkul bir dayanağı olmazdı. Nitekim Allah Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde, eğer dileseydi bütün insanları hidâyete erdireceğini beyan etmiştir (meselâ bk. er-Ra‘d 13/31; es-Secde 32/13). Fakat böyle bir yöntem, “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (el-Kehf 18/29) ilkesine, ayrıca kâinatın yegâne şuurlu varlığı olan insanoğlunun seçim hürriyetine aykırı düşmektedir. Şüphe yok ki sınırsız kudrete sahip bulunan Allah bir şeyin olmasını dilerse o mutlaka olur. Ancak insan için belirlediği statü içinde onu şuurlu ve sorumlu tutmuş, buna bağlı olarak da doğru veya yanlış yoldan birini tercih etmeyi kendisine bırakmıştır.


BİBLİYOGRAFYA:

Wensinck, MuǾcem, “đll” md.; M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “đll” md.; Mustafavî, et-Taĥķīķ, “đll” md.; Müsned, I, 51, 90, 302, 325; II, 111, 179, 196; III, 338, 424, 471; IV, 123, 126, 264, 378, 445; V, 154, 404; VI, 302, 306, 441; Dârimî, “Muķaddime”, 1; Buhârî, “Ķader”, 2, “Ǿİlim”, 34, “Ĥudûd”, 12, “Meġāzî”, 56, “İǾtiśâm”, 7; Nesâî, “İmâmet”, 50; Tirmizî, “Ǿİlim”, 15, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 14, “DaǾavât”, 124; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 18, “Ĥudûd”, 9; İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aǾyün, s. 406-409; İsmâil Hakkı Bursevî, Furûk-ı Hakkī, İstanbul 1310, s. 74, 160; a.mlf., Rûĥu’l-beyân, İstanbul 1389, I, 24; T. Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan (trc. Süleyman Ateş), Ankara, ts., s. 132-139; a.mlf., İslâm Düşüncesinde İman Kavramı (trc. Selahaddin Ayaz), İstanbul 1988, s. 260-275; el-Ķāmûsü’l-İslâmî, IV, 410-411.

Cihat Tunç




Mezhepler Tarihi. İslâm literatüründe dalâlet, bir tasnife göre nazarî ve amelî ilimlerde olmak üzere iki kısımda mütalaa edilir. Nazarî ilimlerde dalâlet, itikadî konularda gerçeğe aykırı inançları benimsemek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tür dalâlet için “haktan uzak bir sapıklık” (en-Nisâ 4/136) tabiri kullanılmıştır ki bunun inkârdan farklı olmadığı açıktır. Amelî ilimlerde dalâlet ise ibadet, hukuk ve ahlâk alanına giren konularda İslâm dinine aykırı fikirlere sahip olmayı ifade eder (Ebü’l-Bekā, s. 232). Dalâlette kalanları da üç grupta ele almak mümkündür. 1. Hak dinin varlığından hiçbir şekilde veya dikkat çekecek ve merak uyandıracak kadar haberdar olmayanlar. Kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre bunlar dinî vecîbelerinden dolayı sorumlu olmayacaklardır. Çünkü Kur’an’da, peygamber gönderilmedikçe kişilerin sorumlu tutulmayacağı ifade edilmiştir (el-İsrâ 17/15). Ancak böylelerinin akılları, selim yaratılışları ve çevrelerinde yaygın bulunan din ve ahlâk kuralları çerçevesinde hareket etmeleri ve mümkün olabilecek bir ruh yücelişini göstermeleri gerektiği düşünülmüştür (Reşîd Rızâ, I, 69-70; ayrıca bk. FETRET). 2. Hak dinin varlığından yeterince haberdar oldukları halde onu benimsemeyenler. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de çokça söz konusu edilen müşrikler, kâfirler ve münafıklardır. 3. İslâmiyet’i benimsedikleri halde onun itikadî, amelî ve ahlâkî hükümleri konusunda yeterli bilgi sahibi olmayanlar veya bildikleriyle amel etmeyenler. Bu grup içinde gerek kendi dinî hayatları, gerekse diğer müslümanların dinî faaliyetleri açısından en tehlikeli olanlar, ehl-i kıbleye ait geniş din anlayışı sınırlarını da aşan inançlara sahip bulunanlar ve bu inançlarını yaymaya, böylece dini yozlaştırmaya çalışanlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Mâide 5/77-80), böyle bir yol takip eden eski din mensupları (Ehl-i kitap) dinde haddi aşmak, yaptıkları fenalıklardan ötürü birbirini uyarmamak, hak yoldan sapmak ve başkalarını saptırmakla itham edilmiş, lânete ve ilâhî gazaba uğratıldıkları belirtilmiştir (krş. Reşîd Rızâ, I, 69-72).

Kelâm ilminde dalâlet, daha çok, kulun iradesi ve gücüyle mi yoksa Allah’ın iradesi, takdiri ve yaratmasıyla mı gerçekleştiği açısından inceleme konusu olmuştur. Bu hususta belli başlı kelâm ekollerinin görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:

Dalâlet ve hidâyet konusuna Allah’a nisbet edilmesi gereken kemâl sıfatları, özellikle ilâhî irade ve kudretin şümulü açısından bakış yapan Cebriyye’ye göre dalâlet, kulun irade ve seçimiyle değil tamamen Allah’ın iradesi ve yaratmasıyla gerçekleşir. Zira Allah kullarından dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de saptırır (idlâl). Birçok âyet ve hadis bu hususu açıkça ifade etmektedir. İnsanlar ya sapık ve kâfir veya hidâyete erdirilmiş müminler olarak dünyaya gelirler ve Allah’ın kendileri için belirlediği kaderin dışına çıkamazlar (Kāsım er-Ressî, I, 115-116; Yahyâ b. Hüseyin, II, 90-91; Kadî Abdülcebbâr, s. 72; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 138-139). Kulun sorumluluğu için mantıkî bir gerekçe göstermeyen bu telakkiye tepki niteliğinde olmak üzere Mu‘tezile ile Şîa’nın çoğunluğu tarafından benimsenen anlayışa göre ise kulun sorumlu tutulabilmesi için dalâleti seçme hürriyetine ve tercihini gerçekleştirme gücüne sahip olması gerekir. Bundan dolayı dalâlet sadece onun iradesi ve kudretiyle gerçekleşir. Allah’ın dilediği insanları saptırdığını ifade eden naslara gelince, müteşâbih* grubuna giren ve zâhirî mânalarıyla açıklanması mümkün olmayan bu nasların kullara irade hürriyeti tanıyan diğer nasların ışığı altında dil kurallarına ve aklın ilkelerine uygun bir şekilde te’vil edilmesi gerekir. Bazı âyetlerde Allah’ın kullarını dalâlete sevkettiği belirtilmişse de bundan hareketle O’nun insanları saptırdığı ve henüz dünyaya gelmeden onları sapıklar olarak yarattığı sonucu çıkarılamaz. Bu tür âyetleri, Allah’ın, kendi iradesiyle dalâleti seçen kimseyi “dâl” diye adlandırması, âhirette azaba uğratması, helâk etmesi, yaptığı amelleri boşa çıkarması, cennet yolundan alıkoyup cehennem yoluna sevketmesi ve dalâleti tercih edip kâfir olduğu için dünyada cezalandırmak suretiyle dalâlette bırakması, yani lutufta bulunmaması şeklinde yorumlamak mümkündür (Kadî Abdülcebbâr, s. 57, 65-67, 476, 506; Bağdâdî, s. 141-142; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 141-143).

Dalâlet-hidâyet mevzuunu hem ilâhî sıfatların yetkinliği ve şümulü, hem de insanın sorumluluğu açısından ele alıp konuyla ilgili iki zıt görüşü birleştirmek isteyen Ehl-i sünnet âlimleri, kullara ait fiiller de dahil olmak üzere kâinatta meydana gelen bütün varlık ve olayların bizzat Allah tarafından yaratıldığı temel görüşünden hareketle, hidâyetin yanında dalâletin de Allah’ın iradesi, takdiri ve yaratmasıyla gerçekleştiği hususunu ilke olarak benimsemişlerdir. Eş‘ariyye, Mâtürîdiyye ve Selefiyye’ye bağlı âlimler bu temel noktada birleşmekle beraber farklı sayılabilecek bazı görüşler de ortaya koymuşlardır. Eş‘ariyye’nin görüşü Cebriyye’ninkine oldukça yakındır. Mezhebin kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî dalâleti “dinden yüz çevirmek” diye tanımlar. Ona göre idlâl, küfür ve inkâr anlamındaki dalâletin Allah tarafından sapıkların kalbinde yaratılmasıyla gerçekleşir. Allah’ın kullarını bu şekilde dalâlete sevketmesi ise mâkuldür. Zira O’nun iradesi için bir sınır olmadığı gibi yaptıklarından dolayı sorumlu tutulması da ulûhiyyetiyle bağdaşmaz (Uśûlü Ehli’s-sünne, s. 77; İbn Fûrek, s. 103, 104). Bâkıllânî idlâli, Allah Teâlâ’nın kâfirlerin dalâletini yaratması, iman etmelerini sağlayacak yardımını terketmesi, kalplerini daraltması ve hidâyete erme güçlerini yok etmesi anlamında kabul eder. Bazan da onu, sevap kazanmayı ve cennete girmeyi mümkün kılacak yoldan uzaklaştırma şeklinde açıklar (et-Temhîd, s. 377-378). Abdülkāhir el-Bağdâdî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve Ebû Saîd el-Mütevellî de Eş‘arî ile aynı görüşü paylaşırlar. Fahreddin er-Râzî’nin Eş‘ariyye’den kabul ettiği (Esâsü’t-taķdîs, s. 5) Râgıb el-İsfahânî ise dalâletin kulda oluşmasına ilişkin dikkat çekici yorumlarda bulunur. Ona göre dalâlet, kulun tutum ve davranışlarına bağlı olan çeşitli merhalelerin aşılmasıyla oluşur ve bir karakter haline gelir. Bunda, kulun başlangıçta ortaya koyacağı tavır etkileyici bir rol oynar. Şöyle ki: Mükellefiyet çağına giren insan, Allah’a iman ve itaatten yüz çevirerek inkâr ve isyan yolunu tercih


ederse, üstelik bu tutumunu inatla sürdürürse bir taraftan dalâlet kendisine güzel görünmeye başlarken diğer taraftan hidâyet yoluna girmesi zorlaşır ve bu kişi gittikçe hidâyetten uzaklaşır. Daha sonra bu tutum onda hâkim bir karaktere dönüşür ve nihayet artık dalâletten kurtulması imkânsız hale gelir (Tafśîlü’n-neşǿeteyn, s. 104, 107-108). Fahreddin er-Râzî, Eş‘arî’nin fikrine uymakla birlikte ona açıklık getirmeye çalışır. Ona göre insanın bütün fiillerinde olduğu gibi dalâlet fiilinin de meydana gelebilmesi için kalbinde bunun faydalı veya cazip olduğunu telkin eden bir temayülün bulunması gerekir. Diğer temayüller gibi bunun da Allah tarafından yaratıldığını kabul etmek icap eder. Aksi takdirde bir yaratıcı olmadan kendi kendine oluş inancı ortaya çıkar ki bu sonuçta Allah’ın varlığını inkâra kadar giden bir çıkmazdır. Şu halde dalâleti dileyip yaratan Allah’tır. Râzî ayrıca, Allah’ın ezelî ilmiyle kulların yapacağı fiilleri önceden bildiğini ve bu bilginin zıddının meydana gelemeyeceğini de dikkate alarak dalâletin Allah’tan olduğunu söyler.

Mâtürîdiyye âlimleri dalâleti Allah’ın irade, ilim ve yaratma sıfatları çerçevesinde açıklamakla birlikte, insanın sorumluluğunu daha mâkul bir temele dayandırmak amacıyla, dalâlete düşmekteki asıl rolü insanın tercihine bağlamak istemişlerdir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye göre idlâl hidâyet gibi ilâhî bir fiildir. İlâhî fiilin anlamı ise Allah’ın her şeyi lâyık olduğu şekilde yaratmasıdır. Bu yaratış kul için ilâhî lutuf (hidâyet) çerçevesinde olabileceği gibi adâlet (dalâlet) çerçevesinde de olabilir. Bu sebeple dalâlet ilâhî adâletin gereği olarak vücut bulur. Dalâlete düşürmenin mânası ise gönüllerin hidâyete karşı daraltılması ve iman ile itaatin meşakkatli gösterilmesinden ibarettir. Sonuç olarak dalâlet kulun onu dilemesiyle hâsıl olur (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 287, 313-314). Daha sonra gelen Mâtürîdî âlimleri, kulun istemesi halinde dalâletin Allah tarafından yaratıldığını açıkça belirtmişlerdir (Pezdevî, s. 45, 127; Sâbûnî, s.79; Elmalılı, III, 2087). Mâtürîdîler’e göre dalâleti seçmek suretiyle kul sorumlu tutulmakta, onu yaratmış olmakla da Allah dalâlete sevketmiş bulunmaktadır.

Selefiyye’ye mensup âlimlerin dalâlet konusunda benimsedikleri görüşlerle Eş‘arîler’in görüşleri arasında fark yoktur. Selefiyye’ye bağlı olduğu kabul edilen İbn Hazm, Allah’ın kâfirleri saptırmasını yardımını kesmesi, onları inkârı seçmelerini sağlayacak bir tabiat ve psikolojide yaratması, şeytanın güzel göstererek telkin ettiği kötü duyguları akıl gücüne baskın getirmesi tarzında açıklar (el-Faśl, III, 70-74). Ancak son dönem Selef âlimlerinden M. Reşîd Rızâ, dalâletin gerçekleşmesine ilişkin farklı bir yorum getirmek istemiştir. Ona göre dalâlet, doğrudan doğruya insanın aklını kullanma tarzına ve bununla ilgili olarak Allah’ın vazettiği küllî kanuna bağlıdır. Allah, gerçeği bulmak için aklını ve duyularını kullanmayan veya bunların verilerine bilerek uymayan, hidâyete karşı dalâleti seçip onu azgınlık derecesine kadar götürenleri saptıracağına hükmetmiş ve bu hususta umumi bir kanun koymuştur. Dalâlete sevkedilen kişi bu kanunun gereği olarak sapıklıkta kalır. Allah, hiçbir sebep ve hikmet olmaksızın dalâleti doğuştan sahip olunan bir karakter şeklinde kullarında yaratmaz. Bundan dolayı, dalâlet hem insan iradesinin hem de vazedilen umumi kanun vasıtasıyla ilâhî iradenin bir sonucudur (Tefsîrü’l-menâr, I, 241; VII, 402; IX, 459; ayrıca bk. FİİL).

Dalâleti sadece ilâhî irade ve takdire bağlı kabul eden ve bu konuda insanın hiçbir fonksiyonu bulunmadığını öne süren Cebriyye’nin görüşü bir tarafa bırakılacak olursa, Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet âlimlerinin hemen hemen tamamının insanların dalâleti isteyerek seçtikleri veya dalâlete düşmelerinde irade ve davranışlarının mutlaka etkili olduğu hususunda birleştikleri görülür. Bununla birlikte Allah’ın kullarından dilediğini dalâlete sevkedeceğini bildiren naslara zihinleri tatmin edici yorumlar getirmekte bütün mezheplerin zorlandıkları anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki kulların fiilleriyle, ayrıca kader ve ilâhî sıfatlarla bağlantısı bulunan dalâlet konusunu itiraz edilemeyecek şekilde çözüme kavuşturmak kolay değildir. Nitekim kendisi de bir Eş‘ariyye âlimi olan Gazzâlî, İĥyâǿü Ǿulûmi’d-dîn adlı eserinin “Tevbe” bölümünde (IV, 6-7) Cebriyye, Mu‘tezile ve Eş‘ariyye’nin dalâlet meselesini de kapsayan kader ve irade hürriyeti konusundaki görüşlerini, körlerin el yordamıyla tanımaya çalıştıkları fili tarif eden açıklamalarına benzetmiş, bu görüşlerin doğru ve yanlış yönleri bulunduğunu belirttikten sonra meselenin aklî ve tecrübî bilgiler yoluyla çözümlenemeyeceği sonucuna varmıştır. Bu güçlük, saptırma ve doğru yola iletme eylemlerinin de bir kısmını oluşturduğu ilâhî fiillerin mahiyetleri ve yaratıklarla ilişkileri hakkında yeterli bilgiye sahip olamayışımızdan, ayrıca Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri itibariyle zaman kategorisiyle sınırlı olmamasına karşılık bizim zamanlı varlık olmamız ve zaman kalıpları içinde düşünmemiz gibi sebeplerden ileri gelmektedir (ayrıca bk. KADER).

BİBLİYOGRAFYA:

Kāsım b. İbrâhim er-Ressî, er-Red Ǿale’l-Mücbire (Resâǿilü’l-Ǿadl içinde, nşr. Muhammed Amâre), Beyrut, ts. (Dârü’l-Hilâl), I, 113-117; Yahyâ b. Hüseyin el-Hâdî, er-Red Ǿale’l-Mücbire (Resâǿilü’l-Ǿadl içinde), II, 35 vd., 89-91; Hayyât, el-İntiśâr, s. 89-90; Eş‘arî, el-İbâne (Fevkıyye), s. 213-214; a.mlf., Uśûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (nşr. Muhammed Seyyid el-Cüleynid), Kahire 1987, s. 77; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 287, 313-314; İbn Fûrek, Mücerredü’l-maķālât, s. 103, 104; Bâkıllânî, et-Temhîd (İmâdüddin), s. 377-378; Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ķurǿân (nşr. Adnan Muhammed Zerzûr), Kahire 1969, s. 57, 65-67, 72, 476, 506; Pezdevî, Uśûlü’d-dîn (nşr. Hans Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 45, 127, 129; Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 141-142; İbn Hazm, el-Faśl (Umeyre), III, 66-74; Beyhakī, el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, s. 151; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-MuǾtemed fî uśûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 133-134; Ebû Saîd el-Mütevellî, el-Ġunye fî uśûli’d-dîn (nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1406/1987, s. 129-130; Râgıb el-İsfahânî, Tafśîlü’n-neşǿeteyn ve taĥśîlü’s-saǾâdeteyn, Beyrut 1983, s. 104-108; Gazzâlî, İĥyâǿ, IV, 6-7; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 79; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 49, 138-139, 141-143; XI, 48; XIII, 180; XXVIII, 280; a.mlf., Esâsü’t-taķdîs, Kahire 1354/1935, s. 5; Cüveynî, el-İrşâd (Muhammed), s. 211-212; Beyzâvî, ŦavâliǾu’l-envâr, İstanbul 1305, s. 392-397; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Bulak 1281, s. 232-233; Seffârînî, LevâmiǾu’l-ebrâr (LevâmiǾu’l-envâri’l-behiyye içinde), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmî), I, 335; Elmalılı, Hak Dini, I, 135, 136; III, 2087-2088; VIII, 5900-5901; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, I, 69-72, 241; II, 94; VII, 402-404, 553; VIII, 376; IX, 459, 562; Muhammed Yûsuf Mûsâ, el-Ķurǿân ve’l-felsefe, Kahire 1982, s. 138-150; Sadreddin el-Kabancî, el-Kitâbü’l-ǾAķāǿidî: Allah, Beyrut, ts. (Dârü’t-Taâruf), s. 210-213.

Yusuf Şevki Yavuz