CÜBBÂÎ, Ebû Ali

أبو علي الجبّائي

Ebû Alî Muhammed b. Abdilvehhâb b. Sellâm el-Cübbâî (ö. 303/916)

Basra Mu‘tezilesi reislerinden, kelâm, tefsir ve fıkıh âlimi.

Hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamakla birlikte 235 (849-50) yılında Hûzistan’ın Cübbâ kasabasında doğduğu bilinmektedir. Bazı kaynaklar Basralı


olduğunu kaydederse de bu isabetli görülmemiştir. Soyu Hz. Osman’ın kölelerinden Ebân’a dayanır. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Basra’da Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’ın öğrencilerinden olan ve devrinin Basra Mu‘tezilesi reisi bulunan Ebû Ya‘kūb Yûsuf b. Abdullah eş-Şahhâm’dan kelâm okudu. Burada karşılaştığı diğer âlimlerden de faydalandı. Basra ve Bağdat’ta genç yaşlarda katıldığı ilim meclislerinde yaptığı münazaralarda başarılı olmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Hocasının ölümünden sonra (270/883 [?]) Basra Mu‘tezilesi’nin reisi oldu ve ölünceye kadar ders okuttu. Öğrencileri arasında oğlu Ebû Hâşim el-Cübbâî, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Abdülvâhid b. Muhammed el-Husaynî, Muhammed b. Zeyd el-Vâsıtî, Muhammed b. Ömer es-Saymerî, Ebü’l-Fazl el-Hucendî ve Mûsâ b. Rebâh gibi tanınmış kişiler de vardır. Cübbâî, talebesi Eş‘arî ve oğlu Ebû Hâşim ile birçok ilmî tartışmada bulundu; ayrıca hıristiyanlarla yaptığı münazaralarla da ün kazandı. Aynı zamanda üvey oğlu olan Eş‘arî (Safedî, IV, 74), “üç kardeş” (ihve-i selâse*) meselesi diye bilinen kelâmî bir konudaki meşhur tartışmadan sonra hocasını terketti. Tanınmış bir kelâm âlimi olmakla birlikte fıkıh, usûl-i fıkıh, hadis ve tefsir ilimleriyle de ilgilenen ve bu sahalarda eser yazmış olan Ebû Ali el-Cübbâî, 303 Şâbanında (Şubat 916) Askerimükrem’de vefat etti. Cenaze namazı burada kılındıktan sonra vasiyeti hilâfına oğlu Ebû Hâşim tarafından Cübbâ’ya nakledilerek orada defnedildi. Zehebî onun Basra’da öldüğünü naklederse de (AǾlâmü’n-nübelâǿ, XIV, 183) bu rivayet kaynakların çoğunda yer alan bilgilerle bağdaşmamaktadır.

Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’tan sonra Mu‘tezile’nin en meşhur bilgini sayılan Cübbâî, kelâmî konuları anlaşılır bir üslûpla ifade etmeyi başaran bir âlim olarak kabul edilir. Ebü’l-Hüzeyl’in görüşlerine muhalefet etmek, hatta onu tekfir edecek kadar aşırı derecede eleştirmekle birlikte büyük çapta onun çizgisini takip ettiği söylenebilir. Ebü’l-Hüseyin el-Malatî, Cübbâî’nin sadece on dokuz meselede Ebü’l-Hüzeyl’e muhalefet ettiğini kaydeder (et-Tenbîh ve’r-red, s. 40). Muhaliflerinin kendisine yönelttiği bazı tenkitler, Cübbâî’ye atfedilen kelâm sisteminin güçlü bir muhakeme ağı ile örülmediği izlenimini vermektedir. Bazı kelâmî görüşleri şöyledir: İlim bir şeye olduğu gibi inanmaktır. Bilginin ilk kaynağı duyulardır. Duyuların ötesindeki bilgilere ulaşmak için nazar ve tefekkürde bulunmak gerekir. Çünkü nazar ve tefekkür kesin bilgi veren metotlardandır. Ancak tefekkür yoluyla elde edilen bilgi, bu metoda başvuran herkeste tabii ve mekanik bir şekilde meydana gelmez. Hem dünya işleri hem de din işleri için tefekkür gereklidir. Âlem cevher ve arazlardan oluşur. Renk hariç hiçbir cevher arazsız olamaz. Değişik cisimleri oluşturan bütün cevherler mahiyet itibariyle bir olup onların farklı olmalarını sağlayan şey taşıdıkları arazlardır. Arazlar cisimlere, cisimler de arazlara dönüşemez. Canlının doğrudan doğruya kendisinde meydana getirdiği arazlar devamsız, bunların dışındakilerse devamlıdır. Bütün cisim ve arazlar görülebilir. Fenâ ve beka arazı yoktur. Hayat araz, ruh ise cisimdir (bk. Eş‘arî, s. 303, 307, 315, 355, 359, 362, 371, 374).

Allah’ın varlığı zorunlu bilgi türünden olmamakla birlikte akıl yürütme gücüne sahip bulunan her insan O’nun varlığını ve birliğini bilip tasdik etmekle yükümlüdür; fakat sıfatlarını, meselâ âdil olduğunu akıl yoluyla bilmekle mükellef değildir (bk. Eş‘arî, s. 481; Kādî Abdülcebbâr, el-Muhît, s. 26). Allah’ın birliğinin üç mânası vardır. 1. Parça ve kısımlara ayrılmaz; 2. Kadîm (öncesiz) olmakta tektir; 3. Sıfatlarında benzeri yoktur. Allah’ın sıfatlarını kavramanın yolu, kâinattaki varlıkların sıfatlarını tanımaktır. Çünkü duyuların idrak sahasında bulunanla onların ötesinde kalan varlıkların nitelenmesindeki ölçü değişmez. Sıfatlar zâtî ve fiilî kısımlarına ayrılır. Zâtî sıfatların başında kıdem yer alır; zira Allah’ın en özel zâtî sıfatı odur, hatta kıdem ulûhiyyetin hakikatidir. Allah bizâtihi kadîm ve kādir olmakla yaratıklardan ayrılır. Allah zâtından dolayı âlim, kadir, hay ve kadîmdir; yani zâtı sıfatlarının illeti olup ilim, irade, kudret gibi zâttan ayrı sıfatları yoktur. Allah, bütün âlemi idaresi altına almış olması anlamında her yerdedir. O’nun bilgisi ezelîdir, bütün varlıkları var olacakları şekillerle ezelde bilir. “Allah âlimdir” şeklindeki bir hüküm “câhil değildir” mânasını da içerir. İrade sıfatı hâdis olup herhangi bir mahalde bulunmaz. Allah kulların sadece itaat etmesini diler; inkâr, isyan ve zulmetmelerini, hatta mubah olan fiilleri dahi işlemelerini dilemez, emrettiği hususlar ise iradesinin içinde yer alır. Allah dünyada da âhirette de gözle görülemez. Cübbâî’ye göre Ehl-i sünnet’in, “O gün parlak yüzler vardır, rablerine bakarlar” (el-Kıyâme 75/23) mânasını verdiği âyeti, “...rablerinin nimetlerini beklerler” şeklinde anlamak gerekir. Bu konuda öne sürülen hadisler delil olarak kabul edilemez. Aksi halde teşbih ifade eden diğer hadislerin de kabul edilmesi gerekir (bk. Kādî Abdülcebbâr, el-Mugnî, IV, 95, 150, 222, 230; İbn Hazm, III, 8-9). Allah, görülebilecek ve işitilebilecek şeyleri bilme mânasında ezelde görücü ve işiticidir (bk. Eş‘arî, s. 527). Allah’ın isimleri tevkifî değil kıyasîdir. Buna göre zâtının ve fiillerinin özelliklerini dikkate alarak O’na galip (iradesini yürüten), hâfız, hâris, râî (koruyan), dârî (bilen) gibi isimler verilebilir. Buna karşılık sahî (cömert), nâtık (konuşan), fakih (bilen) gibi yaratıklara benzemeyi andıran isimler verilemez. Allah’ın bütün fiilleri güzeldir, çünkü O hakîmdir, çirkin fiil işlemez. Fiilî sıfatlar hâdistir, yaratma fiili (tekvin) ve yaratılan (mükevven) aynı şeydir. Diğer Mu‘tezile âlimlerinin aksine Cübbâî’ye göre bir kelâm iki veya daha fazla yerde bulunabilir; bu sebeple de değişik kişiler tarafından yazılan ve okunan Kur’an (yazı ve seslerin tamamı) gerçek mânada Allah kelâmıdır. Yani levh-i mahfûzda yazılı bulunan kelâm ile insanların kâğıt üzerine yazdıkları kelâm aynıdır.

Allah her fiilini bir hikmete bağlı olarak yapar. Ancak, Bağdat Mu‘tezilesi’nin düşüncesinin aksine, O’nun her konuda iyi ve faydalı olanı yapması gerekmez; sadece insanları sorumlu tuttuğu konularda onlar için uygun ve hayırlı olanı yapması vâciptir. İnsana akıl, fikir ve irade hürriyeti vermesi, peygamberler göndermesi, çocuklara ve delilere sorumluluk yüklememesi, kötülüğe mâni olması Allah’a vâciptir. İnsanlara, hür iradeleriyle inanmalarına engel olmayacak şekilde lutufta bulunup iman etmelerini istemek de Allah’a vâciptir. Çünkü insanların sorumlu tutuldukları işleri yerine getirmeleri ancak bu şekilde mümkün olur. Allah, iman etmeyeceğini bildiği bir kimseye lutufta bulunmaya muktedir olmakla vasıflandırılamaz, zira böyle birine lutufta bulunmak O’nun kendi bilgisini yalanlaması anlamına gelir. Gördüğü lutuf sayesinde iman eden ile lutufsuz iman edene aynı mükâfatı vermesi de câizdir. Allah’ın vereceği bir karşılığa (ivaz) bağlı olarak kullarını hastalık, felâket vb. elemlere uğratması güzel bir fiildir. Buna mukabil herhangi bir karşılık verme, bir zararı ortadan kaldırma veya bir menfaat kazandırma gayesi olmaksızın kula elem çektirmesi ise O’na nisbet


edilemeyecek bir zulüm sayılır. Kâfir ve fâsıklara çektirilen elem zulüm değil, gördükleri lutfa rağmen iman ve itaat etmemelerinin cezasıdır. Hidâyet, insanlara doğru yolu göstermekten ibarettir. Bir fiil iki fâil tarafından meydana getirilemeyeceği için insanın fiilleri Allah tarafından yaratılmaz. Cübbâî’ye göre müslümanlar, insanın sorumlu olduğu bütün fiillerini hür iradesiyle kendisinin yaptığını kabul etmişken ilk defa Muâviye b. Ebû Süfyân bu tür fiillerin Allah’ın takdiriyle vuku bulduğunu ve dolayısıyla kişinin cebir altında olduğunu iddia etmiş, böylece yanlış icraatını mâzur göstermeye çalışmış, ondan sonra da bu görüş yayılmaya başlamıştır (bk. Kādî Abdülcebbâr, el-Mugnî, VIII, 4; Şehristânî, I, 81).

Nebî ve resullere peygamberlik görevinin iyi amellerinin karşılığı olarak verilmiş olduğunu söylemek isabetli değildir. Bir kimsenin peygamberliğini ispat eden delil, onun insanlar için faydalı hususları emredip zararlı olanları yasaklaması ve mûcize göstermesidir. Sihir aldatma ve hileye dayandığı için peygamber sihirbazdan kolaylıkla ayırt edilebilir. Peygamberlerin nübüvvetten önce bazı küçük günahlar işlemeleri mümkünse de bu nübüvvetten sonrası için söz konusu değildir. Velîlerin kerâmet göstermesi imkânsızdır (bk. Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Kurǿân, s. 101). İman farz olan buyrukları yerine getirmektir. Büyük günah işleyen kişiye sözlük anlamı itibariyle “mümin” dense de tövbe etmedikçe gerçek mümin sayılmaz ve bu durumda öldüğü takdirde kâfir muamelesi görür. Günahların küçük ve büyük diye nitelendirilmesi ancak dinin bildirmesiyle mümkündür. Günahta ısrar eden kişinin tövbesi makbul olmaz. Büyük günahtan sakınmak küçük günahların affedilmesi için yeterli değildir, ayrıca tövbe etmek gerekir. Ancak kişinin hayatı boyunca işlediği sevap ve günahlardan hangisi fazla ise az olanı yok eder.

Cebriyye ve Mücessime’nin Allah hakkında besledikleri yanlış inançlar onların inkârcı sayılmalarını gerektirir. Eş‘ariyye mensupları, Allah’ın zâtının veya sıfatlarının hâdis olmasını gerektirecek bazı görüşler ileri sürmüşlerse de bu durum onları küfre götürmez. Buna karşılık Cübbâî, Allah’ın zulüm yapmaya gücü yetmediğini ve insanın dolaylı fiillerinin (mütevellidât; bk. TEVLÎD) tabiatları icabı meydana geldiğini iddia eden Nazzâm ile tabiatçı görüşler ileri süren Muammer b. Abbâd’ı tekfir etmiştir (Kādî Abddülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-hamse, s. 275; Bağdâdî, el-Fark, s. 132). Cübbâî’ye göre kabirde azap vuku bulacaktır, fakat süresi belli değildir. Deccâl hakkında öne sürülen hadisler uydurmadır (bk. Tritton, s. 146).

Müslümanlar birbirlerine karşı iyi davranıp yardımcı oldukları, zulmü önleyip ülke sınırlarını korudukları takdirde devlet reisi seçmelerine gerek yoktur. Ancak bu pratikte imkânsız olduğundan imama ihtiyaç vardır. Prensip olarak devlet başkanının seçimle belirlenmesi gerekir; bununla birlikte toplumun rızâ göstermesi şartıyla veliaht tayini de câizdir. Devlet başkanlığı için en faziletli müslümanın tercih edilme hakkı bulunmakla birlikte, bu işe Kureyş’ten birinin seçilmesi gerektiği hususunda icmâ bulunduğundan, daha az faziletli olsa da Kureyş’ten birinin seçilmesi gereklidir. İlk dört halifenin hepsi meşrûdur ve fazilette eşittirler. Devlet başkanlığı için iki kişi belirlendiği takdirde ilk seçilen gerçek imam sayılır. Muâviye b. Ebû Süfyân ümmetin birliğini bozması, müslümanların birbirleriyle savaşmasına yol açması ve başka hataları yüzünden hilâfet için uygun bir kişi değildir (bk. Kādî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-hamse, s. 757, 758, 767; a.mlf., el-Mugnî, XX/1, s. 48, 216, 228, 293-294; XX/2, s. 5).

Cübbâî’nin kelâmla ilgili alanların dışındaki bazı görüşleri de şöyledir: İbadetler en az iki sahâbînin rivayet ettiği hadislerle sabit olur. Şer‘î kaynaklardan biri olan icmâ, İslâm âlimlerinin açıkladıkları hükümlerin muhalefetle karşılaşmadan yaygınlaşmasıyla gerçekleşir. Kıyasa dayanılarak namaz, zekât, kefâret ve had konularında yeni hükümler vazedilemeyeceği gibi usul kaideleri de konamaz (bk. Kādî Abdülcebbâr, el-Mugnî, XVII, 171, 236, 324, 380). Cübbâî’nin, bazı hadisleri sened ve metin açısından tenkide tâbi tutup reddetmesinden onun bu sahada da bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Ona göre Kur’an’a aykırı bilgiler ihtiva eden her hadis uydurmadır, râvileri âdil (adl) olsa da bu tür hadislere güvenilmez. Ayrıca hiçbir sahih hadis icmâa ve aklın temel ilkelerine ters düşmez. Fürûa dair de olsa hadisin en az iki âdil râvi tarafından ayrı ayrı rivayet edilmesi, yahut Kur’an’ın zâhiriyle veya diğer bir sahih hadisle takviye edilmiş olması gerekir. Cübbâî tefsirle de ilgilenmiş, ancak bu konuda başarılı görülmemiştir. Zira Kur’an’ı tefsir ederken Arap dili kaidelerini dikkate almamış ve az sayıda bazı müfessirlerin görüşlerine başvurmuştur (İbn Asâkir, s. 138; İbnü’l-Murtazâ, el-Münye ve’l-emel, s. 33).

İslâm düşünce tarihinde önemli tesirler bırakan Cübbâî’nin görüşleri başta oğlu Ebû Hâşim, meşhur talebesi Eş‘arî ve bazı konularda tesiri altında kalan Kādî Abdülcebbâr olmak üzere çeşitli âlimler tarafından tenkit edilmiştir. Ebû Hâşim, bilhassa Allah’ın zâtının birçok farklı sıfatlardan ibaret olması sonucunu doğuran sıfat anlayışını reddedip zâtın sıfatlara illet olamayacağını kabul etmiş ve yeni bir sıfat teorisi geliştirmiştir (bk. AHVAL). Onun babasını tenkit ettiği noktaları, Kādî Abdülcebbâr el-Mesâǿilü’l-vâride Ǿalâ Ebî ǾAlî ve Ebî Hâşim adlı eserde bir araya getirmiştir. Eş‘arî de kelâm sistemi üzerinde büyük tesirleri bulunan hocasının görüşlerini el-Hasînât ve Mesâǿilü’l-Cübbâǿî fi’n-nazar ve’l-istidlâl adlı eserlerinde eleştirmiştir (Bağdâdî, el-Milel ve’n-nihal, s. 129; İbn Asâkir, s. 134). Daha çok Ebû Hâşim’in görüşlerine uyan Kādî Abdülcebbâr da kitaplarında Cübbâî’nin görüşlerine yer vermiş ve zaman zaman bunları tenkit etmiştir. Buna karşılık Cübbâî’nin görüşleri Hûzistan ve Ahvaz civarında birçok taraftar bulmuş, Cübbâiyye adıyla anılan taraftarları, oğlu Ebû Hâşim’in fikirlerini benimseyenleri tekfir edecek derecede aşırılığa sapmışlardır (Süyûtî, s. 168). Mezhepler tarihi müelliflerinden Abbas b. Mansûr es-Seksekî (el-Burhân, s. 27) ve müsteşrik Arthur Stanley Tritton, Ebû Hâşim el-Cübbâî’nin görüşlerini benimseyenlere Cübbâiyye denildiğini belirtiyorlarsa da bu doğru değildir. Çünkü belli başlı mezhep tarihçileri, Ebû Hâşim’e bağlı olanlara Bahşemiyye adını vermektedir (Bağdâdî, el-Milel ve’n-nihal, s. 128; Şehristânî, I, 178). Makdisî, muhtemelen yanlış bir bilgiye dayanarak Ebû Ali el-Cübbâî’nin mensuplarına, günahkâr kişinin bütün günahlarından tövbe etmedikçe kötülenmeye müstahak olduğunu kabul ettikleri için Zemmiyye adı verildiğini bildirir (el-Bedǿ ve’t-târîh, V, 143). Ancak bu bilgi, Mu‘tezile kaynaklarında Cübbâî’ye atfedilen görüşlere aykırı düşmektedir.

Eserleri. Cübbâî’nin 40.000 varakı kelâma dair olmak üzere 150.000 varak hacminde çeşitli eserler telif ettiği yolundaki rivayet hayli mübalağalı olsa da onun velûd bir müellif olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Başlıcaları tefsir, kelâm ve fıkıhla ilgili yetmişe


yakın kitabından hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Çoğu Mu‘tezilî olan kaynakların kendisine atfettiği eserler şunlardır: 1. Tefsîrü’l-Kurǿân. 100 cilt olduğu nakledilen bu esere Eş‘arî, Tefsîrü’l-Kurǿân ve’r-red Ǿalâ men hâlefe’l-beyân min ehli’l-ifki ve’l-bühtân ve nakdi mâ harrefehü’l-Cübbâǿî ve’l-Belhî adıyla bir reddiye yazmış, Fahreddin er-Râzî de tefsirinde Cübbâî’nin eserine atıflarda bulunarak yaptığı yorumları eleştirmiştir. İslâm Ansiklopedisi’nde bu tefsirin Cübbâ lehçesiyle yazıldığı belirtilir (III, 237). Eş‘arî’nin yazdığı reddiyenin adından da Cübbâî’nin Kur’an’ı Arap dili kaidelerine göre değil kendi mahallî lehçesine göre te’vil ettiği ve bunun da tenkit konusu olduğu anlaşılmaktadır. Tefsîrü’l-Kurǿân’ın değişik eserlerde yer alan parçaları R. Ward Gwynne tarafından bir araya getirilerek kitap halinde yayımlanmıştır (Washington 1982). 2. Müteşâbihü’l-Kurǿân. Ebû Amr el-Hallâl, er-Red Ǿale’l-Cebriyye adlı kitabında eserden iktibaslar yapmıştır (Sezgin, I, 622). 3. Men yükeffer ve men lâ yükeffer. Bu eserden de Kādî Abdülcebbâr bazı alıntılarda bulunmuştur (Şerhu’l-Usûli’l-hamse, s. 275). 4. Nakzü’l-maǾrife. Câhiz’in mârifet nazariyesini tenkit etmek için yazılmıştır (Kādî Abdülcebbâr, el-Mugnî, XII, 133, 188). 5. Nakzü’l-imâme. İbnü’r-Râvendî’nin imâmet görüşüne reddiyedir (Kādî Abdülcebbâr, a.g.e., XVI, 152). 6. el-Usûl. Eş‘arî’nin bu eser hakkında bir reddiye yazdığı bilinmektedir (İbn Asâkir, s. 130). 7. Kitâb fi’r-red Ǿalâ Ebi’l-Hüzeyl fi’l-mahlûk (Bağdâdî, el-Fark, s. 122). 8. Nakzu Kitâbi ǾAbbâd. Abbâd b. Süleyman es-Saymerî’nin Hz. Ebû Bekir’in üstünlüğünü ispat etmeye çalışan eserine reddiyedir (İbnü’l-Murtazâ, Tabakātü’l-MuǾtezile, s. 84). 9. Kitâbü’l-Latîf. Talebelerinden Ebü’l-Fazl el-Hucendî’ye yazdırılmıştır (İbnü’l-Murtazâ, a.g.e., s. 101).

Cübbâî’ye nisbet edilen diğer eserler de şunlardır: er-Red Ǿalâ İbn Küllâb, er-Red Ǿale’l-EşǾarî fi’r-rivâye, er-Red Ǿalâ Ebi’l-Hüseyin el-Hayyât, er-Red Ǿale’s-Sâlihî, er-Red Ǿale’n-Nazzâm, er-Red Ǿalâ MuǾammer, er-Red Ǿale’l-müneccimîn, Nakzü’z-Zümürrüde, Nakzu Kitâbi’d-Dâmig, Cevâbâtü’l-Hurâsâniyyîn (Cevâbü’l-Hurâsâniyyîn), et-TaǾdîl ve’t-tecvîr, el-Esmâǿ ve’s-sıfât, Fi’l-MaǾrife, Kitâbü’l-Lutf, el-İkfâr ve’t-tefsîk, el-İnsân, Mesâǿilü’l-hilâf, Mesâǿilü’l-Basriyyîn, el-İmâme, Mukaddimetü’t-tefsîr, el-CâmiǾ, Şerhu’l-hadîs, el-Emrü bi’l-maǾrûf ve en-Nehyü Ǿani’l-münker.

BİBLİYOGRAFYA:

Eş‘arî, Makalât (Ritter), s. 157, 161, 179, 187, 199, 206, 245, 247, 261, 269, 270, 303, 307, 315, 340, 355, 359, 362, 371, 374, 464, 481, 517, 519, 520, 522, 524, 526, 527, 551, 565, 575; Malatî, et-Tenbîh ve’r-red, s. 39-40; Makdisî, el-Bedǿ ve’t-târîh, V, 143; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 217-218, 221, 226; Kādî Abdülcebbâr, el-Muhît, s. 26, 73, 75, 286, 348; a.mlf., Şerhu’l-Usûli’l-hamse, s. 129, 182, 199, 275, 472, 491, 494, 624, 626, 627, 632, 707, 757, 758, 767, 780, 794; a.mlf., el-Mugnî, IV, 30, 51, 95, 150, 222, 230, 241, 319; V, 180, 205, 213, 217, 222, 233, 239, 256, 257; VI/1, s. 128, 207; VI/2, s. 3, 37, 61, 143, 239; VII, 7, 167; VIII, 4; XI, 254, 263, 363, 478; XII, 16, 23, 25, 75, 133, 185, 188, 191, 235, 316, 333, 513; XIII, 49, 70, 139, 227, 390, 431, 535; XIV, 45, 56, 221, 393, 398; XV, 46, 65, 127, 272; XVI, 42, 152, 389; XVII, 171, 236, 300, 309, 324, 380; XX/1, s. 48, 216, 228, 239, 247, 293-294, 327; XX/2, s. 5, 207, 208, 215, 217, 218, 229, 234; a.mlf., Müteşâbihü’l-Kurǿân (nşr. Adnan M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 101; Bağdâdî, el-Farķ (Abdülhamîd), s. 122, 129, 132, 133, 178, 184, 229, 331, 335, 337; a.mlf., el-Milel ve’n-nihal (nşr. Albert N. Nader), Beyrut 1970, s. 128-129; İbn Hazm, el-Fasl (Umeyre), III, 8-9, 286; V, 15; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 32, 39-44, 46, 80, 81, 82, 83, 178; Sem‘ânî, el-Ensâb, III, 176; İbn Asâkir, Tebyînü kezibi’l-müfterî, s. 130, 134-138; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân, II, 97; Seksekî, el-Burhân fî maǾrifeti akāǿidi ehli’l-edyân (nşr. Halîl Ahmed İbrâhim), Kahire 1400/1980, s. 27; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, VI, 73; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâ, XIV, 183-184; Safedî, el-Vâfî, IV, 74, 75; İbnü’l-Murtazâ, Tabakātü’l-MuǾtezile, s. 5, 18, 80-85, 97, 98, 99, 101; a.mlf., el-Münye ve’l-emel (nşr. T. W. Arnold), Haydarâbâd 1316, s. 33, 46-47; İbn Hacer, Lisânü’l-Mîzân, V, 271; Süyûtî, Tabakātü’l-müfessirîn (nşr. Ali Muhammed Ömer), Kahire 1396/1976, s. 103, 168; a.mlf., Savnü’l-mantık ve’l-kelâm (nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr), Kahire 1970, s. 168; Sezgin, GAS, I, 622; Abdurrahman Bedevî, Mezâhibü’l-İslâmiyyîn, Beyrut 1971, I, 280-329; Muhsin Abdülhamîd, er-Râzî müfessiren, Bağdad 1394/1974, s. 101-102; A. S. Tritton, İslâm Kelâmı (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1983, s. 140-146; “Cübbâî”, İA, III, 237; L. Gardet, “al-Djubbāǿī”, EI² (Fr.), III, 584.

Yusuf Şevki Yavuz