CUÂLE

الجعالة

Yapılacak bir iş karşılığında ücret taahhüt etme, mükâfat vaad etme, vaad edilen ücret ve mükâfat anlamında kullanılan fıkıh terimi.

“Yapmak, etmek, kılmak” anlamındaki ca‘l (cu‘l) kökünden türemiş olan cuâle (ciâle, ceâle), bir fıkıh terimi olarak yapılacak belirli bir iş karşılığında ödenecek ücret, ayrıca böyle bir ödemeyi taahhüt etme, vaad etme anlamına gelir. Bu şekilde verilen ücret veya mükâfata da cuâle, ciâl ve cu‘l denir. Cuâlede ücret vaad eden kimseye câil, işi yapana da âmil denir. Kaçan bir hayvanı yakalayacak kimseye veya bir hastayı iyileştirecek doktora ücret (mükâfat) vaad etme, klasik kaynaklarda cuâlenin en çok rastlanan örneklerindendir. Ayrıca cihada katılmayan bir mükellefin kendi yerine gidecek kişiye ödediği bedele de bu ad verilmektedir.

Cuâle İslâm hukukunda tek taraflı irade beyanına dayanan hukukî işlemin borç doğurduğuna dair dikkate değer bir örnektir. Hanefî hukukçuları, kaçak kölenin (âbık) sahibine geri getirilmesi


karşılığında ödenen ücret dışında cuâleyi kabul etmezler. Çünkü onlara göre cuâlede ücret veya mükâfat vaadinde bulunan kişi belirli ise de işi yapacak taraf, yapılacak iş ve icâre süresi bilinmemekte, cuâle bu yönüyle bir nevi fâsit icâreye (icâre-i ademî) benzemekte ve bu tür tek taraflı irade beyanı borç doğurmamaktadır. İbn Âbidîn, işi yapanın bilinmemesi durumunda fâsit değil bâtıl icârenin söz konusu olduğunu söylemektedir. Kaçak köle dolayısıyla koymuş oldukları istisna ise bu konudaki içtihadları için bir tezat teşkil etmez. Zira bu vesile ile mal sahibi için doğan cuâle borcu, onun tek taraflı irade beyanından değil İslâm hukukundan doğmakta ve miktarı da yine İslâm hukuku tarafından belirlenmektedir. Buna göre üç günlük veya daha uzak bir mesafeden kaçak köleyi yakalayıp getiren kimse 40 dirhem tutarında bir ücrete hak kazanır (Beyhakī, VI, 200). Daha kısa mesafeden getirilen köle için mesafeye göre bir ücret verilir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde ise cuâle ihtiyaç sebebiyle geçerli kabul edilmiştir. Cuâleyi geçerli kabul eden fıkıh âlimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan Yûsuf kıssasında, hükümdara ait olup kaybolduğu söylenen su kabını getirene bir deve yükü mükâfat vaad edilmesini (Yûsuf 12/72) delil göstermekte, ayrıca akrebin sokması ile zehirlenen bir kişiyi iyileştirmek şartıyla cuâle olarak bir koyun karşılığında okuyan sahâbînin bu davranışını Hz. Peygamber’in tasvip etmesi ve alınan ücreti helâl görmesini de (Buhârî, “İcâre”, 16, “Tıb”, 33, 36; Müslim, “Selâm”, 66) destekleyici bir delil olarak ileri sürmektedirler. Mâlikî fakihleri bu konuda daha da ileri giderek tek taraflı irade beyanını Cermen hukukuna benzer şekilde umumi bir borç kaynağı olarak kabul etmektedirler (bk. BORÇ).

Cuâlenin geçerli olabilmesi için taraflar, irade beyanı, yapılacak iş, verilecek ücret olmak üzere dört unsurun bir arada bulunması gerekir. Cuâlede câilin tam ehliyetli (temyiz gücüne sahip ve reşîd) olması gerekli ise de diğer tarafta (âmil) tam ehliyetin bulunması şart değildir. Âmilin belli bir kişi olması mümkün olduğu gibi alenî mükâfat vaadine benzer şekilde bunların gayri muayyen kişiler olmaları da mümkündür. Âmilin belli olduğu cuâlede bir başkası aynı işi yaparak ücrete hak kazanamaz. Herkese yönelik mükâfat vaadinde ise işi tamamlayan kimse ücrete hak kazanır. İrade beyanının yapılacak işi, alınacak ücreti ve borçlanma taahhüdünü ortaya koyacak şekilde açık ve kesin olması gerekir. Ancak âmilin kabul ettiğini belirtmesi gerekli değildir. Cuâlenin hizmet veya istisna akidlerinden farklı olduğu noktalardan biri de budur. Âmilden açık bir irade beyanı aranmıyorsa da işe koyulmasını zımnî bir kabul saymak ve böylece cuâleyi iki taraflı hukukî işlem addetmek mümkündür. Esasen Şâfiî ve Hanbelî hukukçularına göre cuâlede ücrete hak kazanabilmek için âmilin mükâfat vaadinde bulunan kimsenin icabından haberdar olması gerekmektedir (bizzat Şâfiî’nin Mâlikîler’e paralel farklı bir görüşü için bk. el-Üm, III, 294). Mükâfattan haberi olmadan istenen işi yapan kimse emeğini bağışlayan kişiye benzediği için herhangi bir ücrete hak kazanamaz. Ancak Mâlikîler’de işi yapan kimse bir cuâle vaadinde bulunulduğunu bilmese bile belirli durumlarda vaad edilen ücrete veya misil ücrete hak kazanır (geniş bilgi için bk. A. Mahmûd Matlûb, s. 186-187). Bu durumda zımnî bir kabulden ve buna bağlı olarak iki taraflı bir hukukî işlemden bahsedilemez. Burada borcun kaynağı tek taraflı irade beyanıdır. Cuâlede yapılacak işin bütün boyutları bilinmese de mahiyeti konusunda anlaşmazlığı önleyecek ölçüde belirli olması icap eder. Meselâ kaçak hayvanın bulunmasında hayvanın nerede olduğu bilinmese bile yapılacak iş bellidir. İstenen iş yapıldığı zaman âmil belirlenen ücrete hak kazanır. Ücretin peşin olarak ödenmesi talep edilemez, peşin ödemenin şart koşulması cuâleyi geçersiz kılar. Aynı hüküm ücrette belirsizliğin olması durumunda da söz konusudur. Âmil ücretini alıncaya kadar işi teslimden kaçınamaz, bir hapis hakkı mevcut değildir.

Cuâle, Şâfiî ve Hanbelî hukukçuları ile Mâlikîler’deki hâkim görüşe göre, işe başlanmadan önce iki taraf için de bağlayıcı olmayan (gayri lâzım) bir hukukî işlemdir; her iki taraf bu işten vazgeçebilir. Mâlikîler’de icâre akdi gibi cuâlenin de iki taraf için bağlayıcı olduğu hususunda bir görüş daha vardır. Onlara ait üçüncü bir görüşe göre ise cuâle, işi yapan için değil sadece vaadde bulunan kimse için bağlayıcıdır. İşe başladıktan sonra âmil tek taraflı olarak cuâleden dönebilirse de câil dönemez. Bunun sonucu olarak âmil yarım bıraktığı işi tamamlamaya zorlanamaz. Ancak çalıştığı süre için câilden ücret talep edemez. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise câil de iş başladıktan sonra dönebilir. Ne var ki bu durumda âmil çalıştığı dönem için ecr-i misle hak kazanır. Tarafların geçerli olan rücûlarının dışında ölmeleri veya câilin ehliyetini kaybetmesi gibi sebeplerle cuâlenin sona erip ermediği hakkında mezheplerin rücûa paralel farklı görüşleri vardır (geniş bilgi için bk. Ali el-Hafîf, s. 135-136; Mv.F, XV, 236-239).

BİBLİYOGRAFYA:

Tâcü’l-Ǿarûs, “cǾal” md.; Buhârî, “İcâre”, 16, “Tıb”, 33, 36; Müslim, “Selâm”, 66; Şâfiî, el-Üm, III, 294; Sahnûn, el-Müdevvene, IV, 458-459; Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Kahire 1971-72, s. 138-144; Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 200; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 207; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 203-205; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, Kahire 1389/1969 → Beyrut 1404/1984, V, 465-481; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 324-328; Senhûrî, Mesâdirü’l-hak, I, 38-43; Y. Linant de Bellefonds, Traité de droit musulman comparé, Paris 1965, I, 160-161; Hâlid Reşîd el-Cümeylî, el-CuǾâle ve ahkâmühâ, Beyrut 1406/1986; Abdülmecîd Mahmûd Matlûb, Nazariyyetü’l-irâdeti’l-münferide fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire 1409/1989, s. 182-191; Ali el-Hafîf, “el-CuǾâle evi’l-vaǾdü bi-câǿize”, Mecelletü’l-ǾUlûmi’l-kānûniyye ve’l-iktisâdiyye, V/1, Kahire 1963, s. 121-136; Michael Bonner, “JaǾāǿil and Holy War in Early Islam”, Isl., LXVIII/1 (1991), s. 45-64; “CuǾâle”, Mv.F, XV, 208-239.

Mehmet Âkif Aydın