ÇİN

Asya’nın doğusunda dünyanın en kalabalık ülkesi.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. ÜLKEDE İSLÂMİYET

Çevresini kuzeybatıda Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan cumhuriyetleri, kuzeyde Moğolistan, kuzeydoğuda Rusya Federasyonu ile Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, güneyde Vietnam, Laos ve Myanmar, güneybatıda Hindistan, Butan ve Nepal, batıda Pakistan ve Afganistan toprakları kuşatır. Ülkenin doğusu Büyük Okyanus’un kenar denizlerinden olan Sarıdeniz, Doğu Çin denizi ve Güney Çin denizi ile sınırlıdır. Genişliği doğu-batı doğrultusunda 5000, kuzey-güney doğrultusunda 5500 kilometreyi bulur. 9.571.300 km²’lik yüzölçümü ile yeryüzünün alan bakımından Bağımsız Devletler Topluluğu ve Kanada’dan sonra üçüncü, 1.133.683.000’lik (1990) nüfusu ile de en kalabalık ülkesidir.

Tek meclisli ve tek partili (Çin Komünist Partisi) bir halk cumhuriyeti olan Çin’in başşehri Pekin (1989’da 6.800.000) ve nüfusu 3 milyonu aşan öteki önemli şehirleri Şanghay (7.330.000), Tianjin (5.620.000), Şenyang (4.440.000), Wuhan (3.640.000), Guangzhou’dur (3.490.000). Ülke idarî bakımdan yirmi bir eyalet, üç belediye yönetimi (Pekin, Şanghay, Tianjin), beş özerk bölge (Doğu Türkistan, İç Moğolistan, Ninghsia, Kuanghsi, Tibet), yirmi dokuz özerk il ve altmış dokuz özerk yönetime ayrılmıştır.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

Çok geniş bir ülke olan Çin, Asıl Çin (İç Çin) ve Dış Çin olmak üzere iki kısımda ele alınır. Asıl Çin, kuzeyde Liaotung körfeziyle güneyde Tonkin körfezi arasında, Büyük Okyanus’a doğru dış bükey bir çıkıntı meydana getiren yarımadadır. Dış Çin ise bu yarımadayı kuşatan Mançurya, İç Moğolistan, Doğu Türkistan ve Tibet gibi bölgelerden meydana gelir.

Yüzey şekilleri bakımından Çin’in doğusu ile batısı arasında büyük bir zıtlık göze çarpar. Ülkenin batısında hâkim olan şekiller yüksek dağlar ile bunlar arasındaki çukur havzalardır. Asya’nın batı-doğu doğrultulu yüksek dağları Çin sınırları içinde de devam eder (Tanrıdağları, Altındağları, Karanlıkdağlar gibi) ve dünyanın en yüksek dağları olan Himalayalar üzerindeki Everest zirvesi (8842 m.) Çin-Nepal sınırı üzerinde bulunur. Bu yüksek dağların arasına giren geniş çöküntülerden en önemlileri kuzeybatıdaki Çungarya havzası ile onun güneyindeki Tarım havzasıdır. Çungarya havzasından doğusundaki Gobi çölüne geçilir. Yaklaşık 100 m. yüksekliğindeki kum tepeleriyle baştan başa kaplanmış olan Asya’nın en önemli çöllerinden Taklamakan da Tarım havzası içinde yer alır. Ortalama yüksekliği 4000 m. olan Tibet yaylası bu çöl ile güneydeki Himalaya dağları arasına girer.

Doğudaki Asıl Çin, kuzeyi Hoang-ho (Sarıırmak) nehrine doğru basamaklı bir biçimde alçalan ve “lös” adı verilen sarı topraklarla örtülü yaylalardan meydana


gelir. Yangçe’nin (Gökırmak) güneyinden itibaren arazinin görünüşü yeniden değişir. Güney Çin adı verilen bu kesimde löslü topraklar yoktur ve arazi Kuzey Çin’deki gibi plato değil dağlık ve tepeliktir.

İklim ve Bitki Örtüsü. Çin’in çok geniş topraklar üzerinde yayılması, ayrıca Himalayalar’da 8000 metreyi aşan yükseltiler ve Turfan çukurunda deniz seviyesinden 160 m. kadar alçakta bulunan nokta gibi zıtlıklar ve farklılıklar gösteren yüzey şekillerine sahip bulunması ülke ikliminin çeşitliliğine sebep olmuştur. Bu çeşitlilik arasında, Himalayalar’ın tamamen karlarla örtülü yüksek kesimlerindeki dağ iklimi, Güney Çin denizindeki adaların ekvatoral iklimi, iç kesimlerdeki çöllerin kurak ve sıcak iklimi ile kıyı şeridinin bol yağışlı ılıman iklimi sayılabilir. Fakat “Çin iklimi” denince akla gelen iklim tipi Asıl Çin’de hüküm süren, muson rüzgârlarıyla ve yaz musonlarının beraberinde getirdiği bol yağışlarla kendini belli eden iklimdir.

Ülkenin doğusu ile batısı arasında görülen iklim farkı doğal bitki örtüsüne de yansır. Kurak ve yarı kurak iklime sahip batı bölgelerinde cılız çöl ve bozkır bitkileri göze çarpar ve bu bölgelerde bitki örtüsü tür sayısı bakımından son derece zayıf, buna karşılık muson etkisiyle yağışların arttığı doğu bölgelerinde ise çok zengindir. Ancak türlerin olağan üstü zenginliğine rağmen insan sayısının aşırı fazlalığından dolayı ormanlar tabii olarak geniş ölçüde tahribat görmüştür. Çin ormanlarında kamelya, manolya, kâfur ağacı, vernik ağacı gibi karakteristik türler bulunur.

Akarsu ve Göller. Ülkenin iç kesimleriyle batısındaki küçük akarsular, buharlaşma ve sızmanın sebep olduğu bir fakirleşmeye uğrayarak gittikçe zayıflayıp çöllerin ortasında tükenirler. Çin’in en önemli ırmakları, batı-doğu doğrultusunda akan ve Büyük Okyanus’a ulaşan akarsulardır. Bunlar arasında en kuzeyde bulunan Hoang-ho, Kuzey Çin’in en büyük ırmağıdır. Daha güneyde bulunan Yangçe ülkenin en uzun ırmağıdır ve Hoang-ho’ya göre rejimi çok daha düzenli olduğundan 1000 km. içerilere kadar ulaşıma imkân verir. Güney Çin’in başlıca akarsuyu ise bu ikisinden daha küçük olan Sikiang’dır. Ayrıca İndus, Brahmaputra ve Mekong gibi Asya’nın


önemli nehirlerinin kaynakları da Çin sınırları içerisinde bulunur.

Çin’de ülkenin boyutlarıyla orantılı ölçülerde büyük göller yoktur. En önemli ve en büyük göl, denizden 3205 m. yükseklikte bulunan sığ Koko gölüdür; bunun dışında büyük nehirlerin deltalarında da delta göllerine rastlanır.

Nüfus ve Etnik Durum. Çin’in nüfusu yakın yıllara gelinceye kadar kesin olarak bilinmiyor, bu konuda ancak tahminler ileri sürülebiliyordu. 30 Haziran 1953’te yapılan ilk sayımın sonucu 601.938.053 olarak tesbit edilmiş ve aradan geçen süre içinde bu rakam hemen hemen iki katına yaklaşarak 1.133.683.000’i bulmuştur (1990). Nüfus yoğunluğu kilometrekarede 118 kadar ise de dağılım eşit değildir; en büyük yoğunluklar Hoangho ve Yangçe’nin çevresindeki ovalarla bu ırmakların deltalarında görülür. Ova ve deltalardaki aşırı nüfus yoğunluğuna karşılık ârızalı alanlar tenhadır. Meselâ İç Moğolistan’da oran 20’nin, Doğu Türkistan’da 10’un ve yüksekliğinden dolayı “dünyanın damı” denilen en az yaşanılabilir iklimlerden birine sahip Tibet’te ise 2’nin altına düşer.

Yakın yıllara gelinceye kadar nüfusun büyük kısmı kırsal kesimde yaşarken sanayinin gelişmeye başlamasıyla bu durum değişmiş, hatta 1989 istatistiklerine göre şehirli oranı (% 51,7) kırsal kesimde yaşayanlarınkini (% 48,3) geçmiştir. Nüfusu 100.000’den fazla olan şehirlerin sayısı 270, milyonu aşanlarınki ise 25’tir. Milyonluk şehirlerin bu kadar fazla olduğu başka bir ülke yoktur. Çin’de eski şehirler askerî, idarî, dinî roller üstlenmişlerdir. Büyük şehirler arasında geleneksel olanlar bulunduğu gibi (Pekin) küçük bir balıkçı köyünden türeyenler de vardır (Şanghay).

Dil ve Din. Nüfusun % 93’ünü Çinliler oluşturur. Bunların yanında Cuanglar, Uygur, Kazak, Özbek Türkleri, Tibetliler, Moğollar, Huylar, Meolar, Koreliler, Mançular gibi çok çeşitli azınlık grupları da vardır. Etnik grupların çok oluşu ülkede konuşulan dillerin sayısını artırmakla birlikte en fazla konuşulan dil resmî dil olan Çince’dir (bk. ASYA).

İstatistikler nüfusun % 71’inin herhangi bir dini olmadığını göstermektedir. Bu büyük grup dışında Çin’in eski dinlerinden Budizm’i benimseyenlerin oranı % 6’dır. İnançlılar içinde Budistler’den sonra ikinci sırayı müslümanlar alır (aş.bk.). Yine ülkenin eski dinlerinden Konfüçyüsçülüğe mensup olanların sayısı müslümanlardan azdır.

Ekonomi. Çin eskiden olduğu gibi bugün de bir tarım ülkesidir. Her ne kadar 1949’da kurulan komünist rejim sanayileşmeye büyük özen göstermişse de tarım ülke ekonomisinde hâlâ önemli bir yer tutmaktadır. Aktif nüfusun % 61’ini istihdam eden tarım sektörünün millî gelirdeki payı % 31’dir. Çin tarımı denince ilk akla gelen ürün pirinç olup 1989 yılı rekoltesi 179.403.000 tondur. Özellikle Yangçe ve kollarının aktığı alanlardaki geniş sahalarda yaşayan halkın başlıca ekonomik etkinliği pirinç tarımı üzerinedir. Güney Çin’in Şikiang havzası, Kuzey Çin’in ise Hoang-ho ovası yine pirinç yetiştirilen alanlardandır. Hoang-ho ırmağının kuzeyine geçilince pirinç yerini tamamen buğdaya bırakır. Yıllık buğday üretimi 91 milyon ton (1989) kadar ise de Çin eskiden beri buğday ithal eden bir memlekettir. Son yıllarda pamuk tarımında da büyük merhale kaydedilmiş olan ülkede Yangçe ırmağı çevresindeki verimli topraklar önemli miktarda ürün alınan alanlardır. Ayrıca Çin Hindistan’dan sonra Asya’nın (ve dünyanın) en fazla çay (1989’da 591.000 ton) ve yine aynı ülkeden sonra en fazla şeker kamışı (1989’da 55.337.000 ton) üreten ülkesidir.

Çin’de hayvancılık fazla gelişmiş değildir. Beslenen hayvanlar arasında domuz önde gelir (1989’da 349 milyon baş). Koyun ülkenin batısındaki steplerde görülür; kümes hayvanları ve balık eti halkın gıdasında koyun ve sığır etinden daha fazla yer tutar. Kıyı balıkçılığından başka göllerde, havuzlarda, kanallarda ve pirinç tarlalarında sazan gibi cinslerin önemli miktarda üretildiği balık yetiştiriciliği yapılır.

Çin’de çok çeşitli olan yeraltı kaynakları rezervler açısından zengindir; ancak mevcut maden üretimi zengin rezervlerin yanında önemsiz kalmaktadır. Başlıca maden kömürü havzaları Şansi, Şensi, Kansu, Honan bölgeleriyle Mançurya ve Doğu Türkistan’da toplanmıştır. Tungsten ve antimon üretiminde dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olan Çin’de % 5 istihdam imkânı sağlayan madencilik sektörünün millî gelirdeki payı % 9 civarında bulunmaktadır.

1953 yılından itibaren uygulamaya konulan ilk beş yıllık plan tarımdan çok sanayinin geliştirilmesini hedef aldı. O zamana kadar Mançurya ve Doğu Çin’de toplanmış olan sanayinin dengeli bir biçimde ülke yüzeyine yayılması denendi; yine gene de kıyı kesimleri öncelikli konumlarını korudular. Sovyetler Birliği’nden sağlanan teknik ve malî yardımla mevcut sanayi geliştirildi ve modernleştirildi. Demir çelik, madenî eşya, makine, kara taşıtları, gemi ve uçak yapımı alanlarında ilerleme sağlandı; özellikle yüksek teknolojide ve hassas alet yapımında ilgi çekici başarılar kazanıldı.

Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki 1961 yılında başlayan ideolojik fikir ayrılıkları sonucunda Sovyet yardımının durması ekonomideki gelişmenin yavaşlamasına sebep oldu. Bu yüzden de ikinci beş yıllık plan (1958-1962) tam uygulanamadı. Yöneticiler arasında 1966’dan sonra ortaya çıkan fikir ayrılıkları ise ülkenin ekonomik durumunu daha da kötüye götürdü. 1990 yılının ilk yarısında Çin ekonomisinin büyüme hızı sıfıra yakın olarak hesaplanmıştır. Aynı yılın ikinci yarısında ekonomide biraz kıpırdanma hissedildiyse de yıllık büyüme hızının ancak % 3’ü bulabildiği görülmektedir. Sanayi sektörü aktif nüfusun % 17’sine istihdam imkânı sağlarken millî gelir içinde % 37’lik bir paya sahiptir.

Çin’de ulaşımın can damarını, 1949’dan beri inşası hızlandırılmış olan ve toplam uzunluğu 1989 başlarında 52.767 kilometreyi bulan demiryolu şebekesi meydana getirir. Çin yönetimi, önce ülkenin batısında yeni hatlar döşemek, sonra da doğudaki eski hatları ıslah etmek şeklinde bir demiryolu politikası yürütmüştür. Yeni rejimle birlikte karayolları da sistemli bir şekilde gelişmiştir. 1986 başlarında yaklaşık 1 milyon km. karayolu bulunuyordu ve bunun % 84’ü


sert satıhlı idi. Karayolları daha çok demiryollarını besleyen, yük trenlerine taşınacak madde sağlayan uzantılar halinde tasarlanmış ve bunların yapımına özellikle demiryollarının uzatılmasının ekonomik olmadığı kesimlerde öncelik verilmiştir. Buna benzer bir ulaşım iş birliği de kara içi su yolları ile karayolları arasında görülür. Çin’de hava ulaşım ağı, ülkenin büyüklüğü göz önüne alındığında, 1990’da mevcut seksen bir havaalanı ile Hindistan (doksan dokuz havaalanı) ve Japonya’dan (altmış beş havaalanı) geri durumdadır.

Çin’in ihracatında tekstil ürünleri, madenî malzeme, gıda maddesi ve canlı hayvan, ithalâtında ise her türlü taşıtlar ve donanımları, makine ve motorlarla kauçuk ve kimyasal maddeler önemli yer tutar. Ticaret yaptığı ülkeler arasında Hong Kong, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Topluluğu üyeleri daima ilk sıralarda gelmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

J. Sion, “La Chine”, Géographie Universelle (nşr. P. Vidal de la Blache – L. Gallois), Paris 1928, IX, 66-188; Hamit İnandık, Bitkiler Coğrafyası, İstanbul 1961, s. 115-116; Ali Tanoğlu, Ziraat Hayatı, İstanbul 1968, s. 178; a.mlf., Nüfus ve Yerleşme, İstanbul 1969, s. 123, 136, 142-143, 145, 146, 150; a.mlf., Enerji Kaynakları, İstanbul 1971, s. 86; J. Beaujeu-Garnier – G. Chabot, Traité de Géographie Urbaine, Paris 1963, s. 91-92; J. F. Williams, “Cities of East Asia”, Cities of the World (nşr. S. D. Brunn – F. Williams), New York 1983, s. 409-450; Ahmet Ardel, Klimatoji, İstanbul 1973, s. 356-357; Sırrı Erinç, Vejetasyon Coğrafyası, İstanbul 1967, s. 124; Erol Tümertekin, Ekonomik Coğrafya, İstanbul 1984, s. 317, 318; a.mlf., Ulaşım Coğrafyası, İstanbul 1987, s. 330-331; Sami Öngör, Devletler ve Ülkeler Ansiklopedisi, Ankara 1987, s. 36-41; Süha Göney, Sıcak Bölgelerde Ziraat Hayatı, İstanbul 1985, s. 127-128, 150, 172, 209; M. Freeberne, “China: Physical and Social Geography”, The Far East and Australasia 1988, London 1987, s. 285-287; D.-M. Fremy, Quid 1991, Paris 1991, s. 921-928; “China”, EBr., XVI, 36-231; Ahmet Ertek, “Asya”, DİA, III, 512.

DİA





II. TARİH

Arkeolojik çalışmalardan edinilen bilgilere göre Çin kültürü milâttan önce 2000 yılından başlar. Çok daha önceki tarihlere ait kültür kalıntıları ise henüz Çinliliğin bulunmadığı devirlere aittir. Milâttan önce 1500 yılı dolaylarında Çin’de yazının kullanılmaya başlanmasıyla Çin tarihiyle ilgili yazılı belgeler de ortaya çıkmıştır. Bununla beraber daha sonraki rivayetler Çin tarihini milâttan önce 4000 yıllarına kadar götürmektedir.

Çin tarihi sülâle hâkimiyetleri şeklinde geçmektedir. Nitekim efsanevî devirden (m.ö. 2000 öncesi) sonra Hsia hânedanı (m.ö. 2000-1500), şimdiki Şensi eyaletinin güneyi ile Hehnan eyaletinin batı ve orta bölümlerinde hâkim olmuştu. Bu devletin sınırları içinde çok fazla yabancı kavim ve farklı kültürlerin bulunması, ilk Çin kültürünün zengin bir şekilde doğmasına yol açmıştır. Milâttan önce 1450-1050 yılları arasında Hehnan’ın kuzeydoğusunda hüküm süren Shang hânedanı, Hsia’dan daha çok aslî Çin özelliği göstermektedir. Shang zamanında artık yazı icat edilmiş olduğundan bu döneme ait yazılı kaynaklar bulunabilmektedir. Çok tanrılı bir dine inanan Shang zamanı Çinlilerinin dinî ibadetlerinde bazan insan kurban ettikleri de bilinmektedir. Fakat bu devrin ortalarına doğru daha çok kuzey menşeli olduğu tahmin edilen bir kültürün etkisiyle dinî inançlarda büyük farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Shang sülâlesi, batıda feodal bir beylik olarak yaşayan ve iyice kuvvetlenen Choular tarafından yıkıldı (m.ö. 1050). Büyük ölçüde Türk ve Tibet tesiri altında kalmış bulunan Chou devlet idarecilerinin Türk asıllı olduğu konusunda bazı fikirler ortaya atılmıştır. Nitekim Choular’ın dinî inanışları Shanglar’ınkinden farklıydı. Güneş ve yıldız kültü ağırlıklı olan bu din ile Choular insan kurban etme âdetini de ortadan kaldırmışlardı.

Chou sülâlesi, milâttan önce 770 sıralarında iç karışıklıklar sebebiyle Loyang’a taşındı. Bundan sonra yaklaşık 250 yıl boyunca teşekkül eden 100 kadar küçük feodal devlet birbirleriyle çarpıştı. Bunların sayısı bu savaşlar sonunda yirmiye kadar düştü. “Savaşan devletler zamanı” denilen bu çağda sosyal ve iktisadî alanda büyük değişmeler oldu. Yeni fikirler bakımından oldukça zengin sayılan bu dönemde Konfüçyüs taraftarı olan Meng-tse ve Hsün-tse’den başka Mo-ti, Chuang-tse, Kung-sun gibi filozoflar yetişti.

Chou sülâlesinin sona ermesiyle Ch’in sülâlesi Çin’in tek hâkimi oldu. Bu sülâle de başta Türkler olmak üzere Tibetliler ve diğer Çinli olmayan kavimlerle karışmıştı. Pek uzun sürmeyen Ch’in hâkimiyeti, milâttan önce 206’da yerini Han sülâlesine bıraktı.

Han sülâlesi zamanında ilk defa sistemli bir şekilde, Türkler’in ilk devirleri için de kaynak durumunda olan bazı tarih kitapları yazıldı. Milâttan sonra 8 yılında Wang-mang, Han sülâlesini yıkarak hükümdarlığını ilân etti ve Hsin sülâlesini kurdu. Yeni kanunlarla devlet teşkilâtını değiştirmeye çalıştı. Bir süre sonra çıkan isyanlar neticesinde Hsin sülâlesi devrildi ve yerini tekrar “Doğu (Muahhar) Han sülâlesi” adıyla Han sülâlesi aldı (m.s. 25). Bu şekilde devletin zayıfladığı dönemlerde kendi siyasî hâkimiyetlerini kurmak isteyen sülâleler arası mücadeleler artmıştır. Nitekim son Han hükümdarının tahttan indirilişinden (220) sonra Çin’de bir siyasî parçalanma meydana gelmiş, “üç devlet zamanı” da denilen 220-310 yıllarından sonra yine siyasî birliğin kurulamadığı “altı sülâle devri” (316-589) yaşanmış ve nihayet 580 yılında iktidarı eline alan kuzeydeki Sui hânedanı diğer krallıkları yenerek Çin’de yeniden birliği sağlamıştır. Bu sırada Göktürkler de zayıflayarak ikiye ayrılmış bulunuyordu. Sui sülâlesi, Çin’de birliği tekrar sağlamış olmasına rağmen hâkimiyetini kuvvetlendiremeden 618 yılında yıkılarak yerini T’ang sülâlesine (618-906) bırakmıştır. Bu sülâle zamanında Çinliler Türkler’le yaptıkları büyük savaşlar sonunda Türkistan’a girmeyi


başarmışlardır. Aynı tarihlerde Asya’da Araplar’ın ve İslâmiyet’in yayılma hareketleri de başlamıştı.

Çin’de önce müslüman tüccarlar vasıtasıyla tanıtılan İslâmiyet, İslâm ülkeleriyle Çin arasındaki siyasî ve ticarî ilişkilerin gelişmesine paralel olarak daha fazla yayılma imkânı bulabilmişti. 751 yılında Çin ile Abbâsîler arasında yapılan Talas Savaşı, Çin’in Orta Asya’daki nüfuzunu sona erdirirken İslâmiyet’in bu bölgedeki Türkler arasında yayılışını da hızlandırmıştır. Bir dizi isyan neticesinde yıkılan T’ang sülâlesinin ardından Sung sülâlesi kuruluncaya kadar geçen dönem (906-960) “beş sülâle devri” olarak bilinir.

Çin’de siyasî birliğin bozulduğu bu tarihlerde kıtanın güney bölgesinde on ayrı sülâle kendi hâkimiyetlerini ilân etmiş bulunuyordu. 1279 yılına kadar devam eden Sung hânedanından sonra Çin’de Moğol hâkimiyeti etkili bir şekilde kendini göstermeye başladı ve önceki yabancıların hâkimiyetlerinden daha geniş bir şekil alarak bütün Çin’i kapladı. Gerek kültür gerekse nüfus açısından Moğol Devleti’nde Türk ve diğer yabancı unsurların etkisi oldukça fazla idi. Yüan hânedanı adını alan Moğol Devleti Pekin’i başşehir yaptı. Moğollar devrinde Çin’de esas olarak Budizm, Taoizm ve Şamanizm görülür. Sosyal ve iktisadî açıdan gittikçe zayıflayan halkın isyanı sonunda Moğol hâkimiyeti şehir şehir gerileyerek nihayet 1368 yılında yerini Ming sülâlesine bıraktı.

İlk defa bütün Çin’e hâkim olan bir yabancı sülâle durumundaki Moğol Yüan hânedanının yıkılışında dinî-iktisadî etkenler yanında devlet idaresinde sadece Moğollar’ı çalıştıran, bilhassa Çinliler’i en aşağı tabakaya koyan anlayışın da büyük tesiri olmuştur. Moğollar’ın bu politikasına bir tepki olarak ortaya çıkan hareketler sonucunda kurulan Ming sülâlesinin ilk hükümdarı olan T’ai-tsu halktan biriydi. Yine aynı politikaya tepki olarak Çin’de kuvvetli bir millî şuur doğmuştu. Bu defa da Çinliler bütün diğer insanları aşağı görmeye başlamışlardı. 1644’te Çin’de idareyi ele alan Mançular zamanında da Mançu milliyetçiliği devlet idaresinde kendini göstermiştir. Bu devirde bir yandan nüfusun hızla çoğalması, öte yandan üretimin artmaması sonucunda genel bir sıkıntı görüldü. Mançu devrinde tekrar Orta Asya’ya yayılmaya başlayan Çin ile Rusya’nın menfaat çatışmaları bu iki devleti ilk defa karşı karşıya getirdi. Avrupalılar’ın Çin’i tanımalarından sonra gittikçe artan kültür temasları bu ülkeyi epeyce etkiledi. Özellikle 1821-1850 arası, Batılılar’ın Çin’i müstemleke yapma gayesiyle nüfuzlarını iyice arttırdıkları bir devirdir. 1850’den sonra halkın rahatsızlığının yine isyanlara sebep olduğu görülür. Bilhassa müslümanların çeşitli eyaletlerdeki isyanları bu devrin en önemli olaylarını meydana getirmiştir. Türkistan’da müslüman Türk hâkimiyetini kuran Yâkub Han Osmanlı Devleti’yle temasa geçmiş, İngiltere ve Rusya ile de antlaşmalar imzalamıştır. Buna rağmen bu hâkimiyet uzun sürmedi.

Mançu hükümeti 1912’de devlet idaresinde cumhuriyeti seçtiğini ilân etti. Fakat bilhassa kendilerini hükümdar mevkiine getirmek isteyen generaller tarafından cumhuriyet idaresine karşı faaliyetler yürütüldü. Çin’in güneyinde Sun Yat-sen liderliğinde kurulan hükümet, komünist ideolojiyi benimsemiş olan kuzeydeki hükümetle mücadeleye başladı. Sun Yat-sen’in ölümünden sonra idareye Chiang Chieh-shih (Çan Kay-şek) geçti. Chiang Chieh-shih 1927’de komünistleri ezdi. Bu sırada, 1893 yılında Hunan eyaletinde doğan ve Marksizm’i benimsemiş olan Mao Ts’e-tung’un yıldızı parlamaya başlamıştı. Nitekim Mao 1931 yılında Çin Sovyeti Kurultayı’na başkan seçildi. Fakat Chiang Chieh-shih liderliğindeki Kuo-min-tang (Halk Partisi) bütün Kıta Çini’nde üstünlüğünü sürdürdü. Özellikle 1932-1934 arasında komünistleri Chiang-hsi’de ağır bir hezimete uğrattı. Bunun üzerine 1934’te komünistlerin 12.000 km’lik uzun yürüyüşleri başladı. Yen-an’da yeniden komünist hükümeti kuruldu. Mao 1935 yılı başında partinin başına geçti. Ancak 1937’de başlayan Japon işgali, ekonomik yönden zaten çok zor durumda bulunan Çin için âdeta bir yıkım oldu. İşgal komünistlerle Halk Partisi taraftarlarını birleştirdi. Buna rağmen Mao komünist faaliyetleri sürdürdü, toprak reformu yaptı. Özellikle toprak reformu köylüler arasında memnuniyet uyandırdı ve iç savaşta Mao’ya büyük bir avantaj sağladı. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Japonlar’ın Çin’i terketmesi üzerine, Mao liderliğindeki komünistlerle Chiang Chiehshih’in başkanlığındaki Halk Partisi arasında iç savaş yeniden başladı. İki liderin Japonya’nın çekilmesinden sonra ağustos-ekim aylarında Ch’ung-ch’ing’de bir araya gelmeleri bir sonuç vermedi. Üç yıl süren iç savaşın ilk devrelerinde Halk Partisi taraftarları başarılı oldular. Fakat gerilla savaşına başlayan komünistler daha sonra üstünlüğü ele geçirdiler. 1 Ekim 1949’da Pekin’de ilân edilen Çin Halk Cumhuriyeti’nin danışma meclisi Mao’yu hükümet başkanı seçti. Mücadeleyi kaybeden Halk Partisi taraftarları ise Formoza adasında Milliyetçi Çin (Tayvan) adıyla cumhuriyetçi bir idare kurdular. Bugün yaklaşık 20 milyon insanın yaşadığı Formoza adasında bu idare hâkim bulunmaktadır. 50.000 civarında müslümanın yaşadığı bu adada beş büyük cami mevcuttur.

Çin’in tek hâkimi durumuna gelen Mao, devrimlerin başarılı olamaması üzerine çok ağır eleştirilere uğradı. 1966 yılına kadar özellikle parti içinden birçok engelle karşılaştı. Bu yüzden 1966 yılında muhaliflerini bertaraf eden Mao, bu tarihte “kültür devrimi” adı verilen yeni değişim hareketini başlattı. Bunda büyük ölçüde başarılı oldu ve 1975’te ölümüne kadar mevkiini korudu. Ancak ölümünden sonra tekrar aleyhinde faaliyetlere başlandı ve hâtıraları silinmeye çalışıldı.

Yeryüzündeki insanların dörtte birinin yaşadığı Çin, bu büyük nüfus gücüyle dünya platformunda önemli bir yer tutmaktadır. Sosyalist sistemi uygulayarak bilim, teknoloji, sanayi ve tarım alanlarında gelişmeye çalışmakta ve dış politikada üçüncü dünya ülkeleri arasında yer almaktadır. Tayvan adıyla bilinen Milliyetçi Çin ile bu ülkenin bulunduğu Formoza adasını Kıta Çini’ne bağlamak, Çin Halk Cumhuriyeti’nin başlıca politikalarından biri olmuştur. 1950 yılında kesin olarak ayrılan iki ülke bugün her alanda birbirlerine rakip politikalar takip etmektedirler.

Üçüncü dünya ülkeleriyle iyi münasebetler kuran Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği ile önceleri yakın ilişkileri olmasına rağmen 1960’lı yıllardan itibaren toprak meseleleri yüzünden araları açılmıştır. Nitekim Çin Halk Cumhuriyeti, Mançurya ve Kuzey Moğolistan gibi bölgelerde hak iddia ederek buraları Sovyetler’den geri istemiştir. Öte yandan ideolojik farklılıklar da Sovyetler ile Kıta Çini’nin arasını açan sebeplerden biridir. Kıta Çini İslâm dünyasına daha çok ekonomik açıdan yaklaşmaya çalışmıştır. Ancak Çin Halk Cumhuriyeti bu alanda yarışı Tayvan’a kaptırmıştır. Suriye ve Libya gibi sosyalist eğilimli müslüman devletler ise komünist Çin ile daha fazla ekonomik ve siyasî münasebetler kurmuştur.


1949 yılından itibaren ülkedeki çeşitli dinlere mensup kişilere ideolojik sebeplerle baskı yapılmaya başlanmış, bu baskılara en çok mâruz kalanlar da müslümanlar olmuştur. Müslümanların yoğun olarak bulunduğu Doğu Türkistan, Kansu gibi eyaletlerde durum çok daha kötü idi. Buralarda camiler kapatılmış ve ibadet yasaklanmıştı. 1975 yılından sonra camilerin tekrar açılması, Kur’an okunmasına belli ölçüde izin verilmesi, müslümanların durumunda az da olsa iyileşme olarak nitelendirilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

H. Cordier, Histoire générale de la Chine, Paris 1920, I; W. Eberhard, Çin Tarihi, Ankara 1947; O. Franke, Geschichte des Chinesischen Reiches, Berlin 1965, I-V; Ta-chung Yao, Ku-tai Pei-hsi Chung-kuo, Taipei 1981; Cian Bozan, Shao Xunzheng and Hu hua, A Concise History of China, Bei-cing 1986; Su K’ai-ming, 1840-1983 Modern China A Topical History, Bei-cing 1987; Martin Hartmann, “Çin”, İA, III, 400-420.

Gülçin Çandarlıoğlu





III. ÜLKEDE İSLÂMİYET

Çin’in İslâm dünyasıyla temasları, İslâm öncesi Çin-Arabistan münasebetlerinin bir devamı niteliğinde, İslâmiyet’in Arabistan dışına yayılma devri olan VII. yüzyıldan günümüze kadar durmaksızın devam etmiştir. Bugün İslâm Hui, Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik, Tatar, Tunghsiang, Pao-an kavimlerinden oluşan Çin’deki etnik gruplar arasında benimsenmiş durumdadır ve bu kavimlerin siyasî, iktisadî, kültürel hayatları üzerinde büyük bir tesir icra etmektedir. İslâmiyet’in Çin’e girmesi ve Çinliler tarafından kabul edilmesi hemen ilk zamanlarda olmayıp uzun bir tarih süreci içinde gerçekleşmiştir. İslâm’ın Çin’de yayılmasını ve tesirlerinin tarihî gelişmesini üç ana devrede incelemek mümkündür. a) İslâmiyet’in Arap ve İranlı tüccarlar vasıtasıyla Çin’e girmesi ve T’ang, Beş Hânedan, Sung dönemlerinde güney ve doğu kıyı bölgelerine yerleşmesi; b) Moğol istilâsından sonra Yüan ve Ming hânedanları zamanında Türkler başta olmak üzere çeşitli Orta Asya kavimlerinin müslümanlaşması ve İslâm’ın Çin’in iç bölgelerine yerleşmesi; c) Doğu Türkistan’ın tamamına müslüman Türkler’in hâkim olması ve Ch’ing devrinde müslümanlara yapılan zulüm ve baskılar sonucu İslâm’ın karanlık bir döneme girmesi.

İslâm’ın Çin’e Girişi (İlk Devir). İslâmiyet’in Çin’e ilk girişi hakkında doğrudan Çin müslümanları arasındaki an‘anelerle rivayetlere ve tarihî vesikalara dayanan birçok çelişkili görüş bulunmaktadır. Tanınmış Çinli âlim Liu Chih (ö. 1730), “Peygamber’in Hayatı” adlı eserinde müslüman Araplar’ın Çin’le ilk temaslarının 628’de olduğunu bildiriyorsa da tarihçilerin ekseriyeti, Tashi (Arabistan) kralının 651’de Çin sarayına bir elçi gönderdiğini kaydeden bir Çin vesikasına dayanarak 651 yılını İslâm’ın Çin’le ilk temas tarihi olarak kabul etmektedirler (bk. Hee-Soo Lee, s. 29). İslâmiyet’in Çin’de yayılışıyla ilgili kaynaklarda da üçüncü halife Hz. Osman tarafından gönderilen bir elçinin 25 Ağustos 651 tarihinde Tang hânedanının başşehri Chang-an’a ulaştığı kaydedilir. Bu elçinin Çin’e geliş sebebi İslâm devletiyle İran arasında çıkan savaştır. Sâsânîler’in son hükümdarı III. Yezdicerd’in oğlu Fîrûz (Çince’de Pi-lu-ssu), 650 yılında Çin’den yardım talebinde bulunmuştu. Fakat Çinliler muhtemelen Araplar’ın durumunu henüz tam olarak kavrayamadıklarından ve onların Çin’e karşı herhangi bir düşmanlıklarının da olmadığını bildiklerinden istenilen yardımı göndermekten kaçındılar. Ayrıca Çinliler Hz. Osman’a elçi gönderip İran’la olan ihtilâflarında ara buluculuk yapmayı teklif ettiler ve bu vesile ile müslümanların gerçek gücünü öğrenmek istediler. Bu elçiye karşılık olarak Hz. Osman da meşhur kumandanlarından birini bir mektupla birlikte Çin sarayına gönderdi. Bu elçi, İmparator Kao-tsung ile resmî bir görüşme yaparak İslâm devletinin genel durumunu ve İslâm inancını açıkladı. Bu hadise 651 yılında iki devlet arasında vuku bulan ilk resmî temastır. Çin müslümanlarının ekseriyetle kabul ettikleri bir menkıbe ise İslâmiyet’in Çin’de ilk olarak Sa‘d b. Ebû Vakkas tarafından tanıtıldığı, hatta onun mezarının Kanton’da olduğu şeklindedir.

Deniz Yoluyla Kurulan Temaslar. İslâmiyet’in Çin’e girmesi, İslâm öncesinde kurulan deniz yolu temaslarının tabii bir neticesi olarak müslüman Arap ve İranlı tüccarların Çin’in kıyı bölgelerine yerleşmeleriyle mümkün olmuştur. İslâmiyet’in doğuşundan çok önceleri Çin ile Arabistan arasında deniz yolu ve bazan da İpek yolu üzerinden sık sık temaslar oluyordu. Arap yarımadası ilk olarak milâttan önce 120 yılında Çin İmparatoru Wu-ti tarafından batıya gönderilen Chang K’ien vasıtasıyla tanınmış ve Tia-chi olarak adlandırılmıştır. Çin kaynaklarından, V. yüzyılda Arap tüccarların sık sık Çin Hindi yarımadasına kadar gelmelerine karşılık sadece Kamboçya, Annam ve Tongkin bölgelerinden çok az sayıda Çinli’nin Ortadoğu’ya gittiği öğrenilmektedir. VI. yüzyılda Çin ile Arabistan arasında Seylan üzerinden kurulmuş bir ticaret mevcuttu. VII. yüzyılın başında, özellikle deniz yolunun kullanıldığı Çin-İran-Arabistan arasındaki ticaretin daha da gelişmesi sonucu, Basra körfezindeki Sîrâf bölgesi Çinli tüccarlar, Çin’deki Kanton Limanı ise Arap tüccarlar için en önemli ticaret merkezi haline gelmiştir. T’ang Rahibi Chian Chen, T’ien-pao devrinde (742-756) Basra körfezinden gelen sayısız geminin dağ gibi baharat ve nâdir mallarla yüklenmiş olarak Kanton sularında demirlediğini söylemektedir.

İslâm âleminin Çin ile olan münasebetlerine dair pek çok İslâmî kaynak mevcuttur. Çin ticaret gemilerinden bahseden en eski kaynaklardan biri, Hz. Ömer’e gönderilmiş 14 (635) tarihini taşıyan bir belge olup o yılın ramazan veya şâban ayında Utbe b. Gazvân’ın Übülle’yi fethinden sonra buraya Uman, Bahreyn, Fars, Hindistan ve Çin’den yelkenlilerin geldiğini bildirmektedir (Dîneverî, s. 117). İbnü’l-Kelbî Uman’daki panayırlardan bahsederken Arabistan’ın iki büyük limanından biri olan Dâbâ’da bir panayırın bulunduğunu, Sind, Hint ve Çinli tâcirlerle doğu ve batı milletlerinin hep oraya geldiğini söylemektedir. Mes‘ûdî’nin Mürûcü’z-zeheb adlı eserinde de Çinli tüccarların mallarını yelkenlilerle Doğu Arabistan’a kadar getirdikleri, Uman limanlarını ziyaret ettikleri ve oradan Basra’ya kadar gittikleri kaydedilmektedir. Çin’e giden yollar ise coğrafyacı İbn Hurdâzbih’in Kitâbü’l-mesâlik ve’l-memâlik adlı eserinde geniş bir şekilde tarif edilmiştir. Arap ticaret gemileri Sîrâf – Maskat – Hindistan – Seylan – Malaya yarımadası – Malaka – Siyam körfezi –


Pulu Kondor adası-Çin denizi rotasını takip ederek meşhur Çin limanı Kanton’a ulaşıyorlardı.

T’ang devrinden Sung devrine kadar geçen sürede Çin’e gelen İranlı ve Arap tüccarların sayısı gittikçe arttı. Bu sıralarda Abbâsîler’in başşehri olan Bağdat’ta ipekli kumaş, porselen, çay ve ham ipek gibi Çin mallarını satmak için hususi pazarlar kuruldu. Aynı şekilde T’ang’ın başşehri Chang-an’daki dükkânlarda da özellikle Arap ve İranlılar’ın ticaret ürünleri olan değerli taşlar, fildişi, baharat, cam, inci gibi mallar satılıyordu ve hükümet ülkenin güneydoğu bölgesindeki Kanton, Zeytun (Ch’üan-chou), Yang-chou ve Hang-chou limanlarını resmen yabancılarla olan ticarete tahsis etmişti. Zaman geçtikçe Çin’in güneydoğu bölgesindeki müslümanların nüfusu hızla artarak büyük bir sayıya ulaştı; yabancı ülkelerden gelenler arasında ilk sırayı Araplar alıyordu.

IX. yüzyıl Arap seyyahlarından Süleyman et-Tâcir ile Ebû Zeyd, 876’da meydana gelen Huang-ch’ao ayaklanması sırasında Kanton’da 120.000-150.000 arasında Arap, yahudi, hıristiyan ve diğer yabancının öldürüldüğünü bildirmektedirler. Verilen sayı biraz abartılmış olsa da buradan, Çin’in güneydoğu kıyılarında yaşayan yabancıların çoğunluğunu müslümanların teşkil ettiği ve sayılarının da pek az olmadığı anlaşılmaktadır. Huang-ch’ao ayaklanması sırasında çok sayıda müslüman katliamdan kaçarak Çin Hindi yarımadasına veya daha önce orada yaşayan dindaşlarıyla buluştukları Malaya limanlarına doğru yayılmışlardır. Deniz yoluyla gerçekleşen ticareti büyük ölçüde baltalamış olan bu hadiseden sonra müslüman tüccarlar Çin’de Sung hânedanı kuruluncaya kadar fazla bir ticaret teşebbüsünde bulunmamışlardır. Sung hükümetinin yabancı tüccarları koruyan tedbirler alması ve ticaret politikasına belirli bir sistem getirmesiyle müslüman tüccarların Çin’e akın etmeleri yeniden hızlanmış ve hatta bunların bazıları zaman zaman Kore ve Japonya’ya kadar gitmişlerdir; ancak bunlar son durak olarak daima yine Çin’i seçmişlerdir. Sung devrinde özellikle Zeytun, Kanton’dan daha önemli olan bir milletlerarası ticaret merkezi halini almıştır. XIV. yüzyılın başlarında bölgeye gelen İbn Battûta, Güney Sung devrinden (1127-1279) beri Zeytun’un dünyanın en büyük limanı olduğunu, burada yüzden fazla büyük gemi bulunduğunu ve küçük gemilerin de sayılamayacak kadar çok olduğunu kaydetmektedir.

Çin’in müslümanlarla olan ticareti gelişip ülkeye gelen müslüman tüccarların sayısı arttıkça onlara yönelik işlemleri yürütecek merkezlerin kurulmasına gerek duyuldu. Bunun üzerine müslümanların topluca bulundukları Kanton, Zeytun, Hang-chou ve Ming-chou gibi büyük limanlarda deniz ve gemi işlerine ait bürolar (shi-po-shih) açıldı. Arap kökenli ünlü P’u ailesinden gelen P’u Shou-keng (Ebû Bekir) Zeytun şehri gemicilik müdürlüğüne getirilip müslümanların işlerinden sorumlu tutuldu. Bugünkü anlamda deniz polisi yüksek komiseri görevini yürüten P’u Shou-keng Çin’deki müslümanların ticarî faaliyetlerinde önemli rol oynamış ve ülkede zengin bir müslüman tüccar tabakasının ortaya çıkmasında etkili olmuştur. XI. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Arap tüccarı Sin Abdullah uzun yıllar Zeytun’da oturarak büyük bir servet edinmiş ve daha sonra bütün servetini şehrin imarına harcamıştır.

Kara Yoluyla Kurulan Temaslar. T’ang ve Sung dönemlerinde İslâmiyet’in İpek yoluyla Çin’e girmesi, daha ziyade İslâm ülkeleri ve Çin arasındaki siyasî münasebetlerin gelişmesinden dolayı mümkün oldu. Hz. Osman zamanında karşılıklı elçi göndermek suretiyle başlayan Çin-Arap resmî münasebetleri bu sülâlelerin hükümdarlığı süresince taraflar arasında dostluk heyetlerinin gidip gelmesiyle daha da gelişti. Tarihî kaynaklara göre Çin’e gönderilen Arap elçi ve heyetlerin sayısı 651-798 yılları arasında otuz yedi, 908-1168 yılları arasında ise kırk dokuzdur. Bu devirde iki ülke arasındaki siyasî ve kültürel münasebetleri Talas Savaşı ile An Lu-shan isyanı büyük ölçüde etkilemiştir.

O devirde dünyanın en büyük iki imparatorluğu olan Çin ile Abbâsîler’i karşı karşıya getiren ve beş günlük çetin bir mücadeleden sonra Çin ordusunun mağlûbiyetiyle sonuçlanan Talas Savaşı (751), tarihte Çin ile müslümanlar arasında vuku bulan tek çatışmadır. 20.000 Çinli’nin esir alındığı bu savaş Türk ve İslâm tarihi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu savaştan sonraki tarihlerde Orta Asya topraklarında artık Çin nüfuzu görülmemektedir. Böylece İslâm dininin bu bölgede yaşayan Türkler arasında yavaş yavaş kendiliğinden benimsenmesi ve müslüman Türkler’in Abbâsî Devleti’nin askerî ve idarî kadrolarını işgal etmeleri, kısa süre sonra onların İslâm dünyasında önemli bir rol oynamalarını sağladı. Ayrıca Türkler Budizm’in yaygın olduğu pek çok Orta Asya toprağında İslâmiyet’i yaydılar ve Doğu Asya’da İslâm ve Türk kültürünün ilk defa hissedilmesine vesile oldular. Talas Savaşı dünya kültür tarihi bakımından da büyük gelişmelere zemin hazırlamıştır. Savaş sırasında müslümanların eline esir düşen bazı Çinliler vasıtasıyla Batı Türkistan bölgesinde ilk defa kâğıt yapımına başlanmıştır. Arap savaş esirleri ise kısa sürede serbest bırakılmalarından sonra Çin’in başşehrinde ticaret yapmakta olan soydaşlarıyla birleştiler.

Çin-Arap münasebetlerinde müsbet faktör olarak rol oynayan diğer bir hadise ise Talas Savaşı’ndan dört yıl sonra


Çin’de meydana gelen, kuzey eyaletleri kumandanı An Lu-shan’ın isyanını bastırmak için Çin hükümdarının isteği doğrultusunda bir Abbâsî ordusunun oraya gönderilmesidir. Çin İmparatoru Sutsung, bu isyanı bastırmak için batıya bir heyet yollayarak Arap ve Uygur ordularından yardım istemiştir. Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr 4000 veya bir rivayete göre 10.000 kişilik bir ordu göndermiş ve âsi güçler bu ordunun yardımıyla mağlûp edilerek iki yıl devam etmiş olan isyan bastırılmıştır (757). Bu hadiseden sonra T’ang Hükümdarı Sutsung, minnet ve şükranlarını belirtmek üzere İslâm ordusuna misafir muamelesi yapmış ve istedikleri takdirde sürekli olarak Çin’de kalabileceklerini bildirmiştir. Bu teklif üzerine, Horasan’a dönen küçük bir grup dışında kalanlar Lo-yang ve Chang-an’a yerleşmişlerdir. Üç yıl sonra 760 tarihinde yapılan bir nüfus sayımına göre Chang-an’da 4000’den fazla müslüman ailesi bulunuyordu. Kaynaklar, 787 yılında Chang-an şehrinde yerleşmiş Horasan, Buhara ve Kâşgar gibi İslâm ülkelerinden gelen ve Çin sarayından aylık alan 4000 kadar yabancı aileden bahsetmektedirler. Halife Mansûr zamanında Çin imparatoruna yardım maksadıyla gelmiş olan bu müslüman askerlerinin ahfadı, bugünkü Çin müslümanlarının atalarının önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Şüphesiz Talas Savaşı’ndan ve An Lu-shan isyanından sonraki dönemde batıdan Çin’in içlerine doğru çok etkili bir İslâm ve Türk kültürü yayılmış ve bu yayılmada İpek yolunun da önemli etkileri olmuştur. Chang-an’daki büyük cami bu sıralarda inşa edilmiş olup Çin’in tarihî yapılarından biri niteliğiyle bugün hâlâ ayakta durmaktadır.

İslâm’ın Çin’de Yayılması ve Tesirleri. Bu döneme ait tarihî kaynak Hsin T’ang Shu’dan, Çinliler’in İslâmiyet ve Araplar hakkındaki bilgilerinin nisbeten doğru olduğu anlaşılmaktadır: “Ta-shi eskiden İran’a ait toprakları kaplıyordu. Erkeklerin siyah sakalları vardır ve gümüş hançer taşırlar, şarap içmez ve müzik dinlemezler. Kadınlar evlerinden çıktıkları zaman yüzlerini örterler. Büyük mâbedlerinde her cuma günü sultan yüksekçe bir kürsüye çıkarak şu cümlelerle halka hitap eder: Kim düşmanı bertaraf ederse mutlu olacak. Bu yüzden Ta-shiler yiğit savaşçıdırlar. Onlar günde beş defa Tanrı’ya ibadet ederler”.

Çinli kadınlarla evlenerek buraya yerleşen müslümanlar dinî faaliyetlerinin merkezi olarak camiler inşa etmişlerdi. Bazıları yaptıkları ticaretten mal mülk edinirken bazıları da memur olarak çalışıyordu. Böylece İslâm’ın Çinliler arasında XIV. yüzyıla kadar hızla yayılması için sağlam bir temel atılmış oldu. Çin’e gelen müslümanların bir kısmı Çinliler arasında yaşarken büyük çoğunluğu Çin hükümetince Kanton, Zeytun, Yang-chou, Hang-chou gibi şehirlerde kurulan ve Fan Fang adıyla bilinen özel mahallelerde kalıyordu. Bu mahallelerde, müslümanlar arasında en çok saygı duyulan kimseler arasından Çin hükümetince tayin edilen bir şeyh veya kadı bulunur ve bunlar bir yandan müslüman toplumdaki halkın içtimaî faaliyetlerini yürütüp tüccarları vergi vermeye çağırırken diğer yandan da dinî törenleri ve ibadetleri tertip eder, toplumda cereyan eden bütün meseleleri Kur’an ve İslâm hukukuna göre hallederlerdi. Mahallî Çin yönetimi, genellikle olaylar kendisini ilgilendirmediği sürece Fan Fang’ın iç işlerine karışmazdı. Böylece İslâm ülkelerinden Çin’e gelen müslümanlar, hoşgörülü Çin kültürü, cazip hayat şartları, idarenin müsamahası ve kârlı ticaret gibi sebeplerle nesiller boyunca yavaş yavaş Çinlileşmişlerdir. Onların günlük alışkanlıkları ve giyimleri hemen hemen Çinliler’in yaşayışlarıyla aynı hale gelirken sadece dinî inançları ve ona bağlı olarak gıdaları farklı kalmıştır.

Müslümanların Çin’de uyum içinde yerleşmeleri devam ederken 876 yılında meydana gelen Huang Ch’ao isyanı Çin’de İslâmiyet’in gelişmesini olumsuz etkiledi. Çin yönetimine karşı isyan eden Huang Ch’ao, 879’da Kanton’u zaptettiğinde pek çok Arap ve İranlı müslümanı katletti. Aynı şekilde Tien Shen-Kung isyanı sırasında da Yang-chou’da 5000’e yakın müslüman öldürüldü. Bu iki büyük felâketten sonra müslümanlar Ch’ing hânedanının kuruluşuna kadar (1644) benzer bir talihsizlikle karşılaşmadılar. Bu devrede müslümanların Ma, P’u, Ting, Hai ve Sa gibi Çin isimleri alarak kendilerini katliamdan koruma yoluna gitmeleri, bir asırdan fazla muhafaza ettikleri Müslümanlığın özelliklerini kaybederek hızla Çinlileşmelerine sebep olmuştur. Bundan sonra Çin tarihinde müslüman menşeli pek çok Çinlileşmiş edebiyatçı, sanatçı ve âlim görülür. Asıl ismi muhtemelen Rızâ olan Arap menşeli meşhur Li Yen-Sheng, T’ang hânedanının büyük bir edebiyatçısı olarak bilinir. T’ang sülâlesinin sonlarıyla Beş Sülâle devrinde yaşayan tanınmış şair ve âlimlerden Li Hsün de İranlı bir müslümanın torunuydu. Hai-Yao-Pen-ts’ao (deniz bitkileri farmakolojisi) adlı eseri yazmış olan Li Hsün ve küçük kardeşi Li Hsien tanınmış birer kimyacı ve farmakolog, kız kardeşleri Li Shun-hsien ise şair ve ressamdı. Sung devrinde sanat alanında büyük şöhret kazanmış olan Mi-Fu (ö. 1107), Semerkant bölgesinden gelen meşhur bir ressam ve hattattı; bu sanatçının eserleri yalnız Çin’de değil Japonya ve Kore’de de önemli bir etki bırakmıştır.

Bu dönemde Çin ile İslâm ülkeleri arasında karşılıklı kültürel temaslar da büyük ölçüde hızlandırılmıştır. Talas Savaşı’nda esir düşen Çinli ustalar sayesinde kâğıt imalât tekniği kısa sürede İslâm dünyasına da yayılmış ve Ortaçağ’da İslâmî ilimlerin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur. Kâğıt yapımından ayrı olarak yel değirmenleri de Çin’den müslümanlara, onlardan da Haçlılar yoluyla Avrupalılar’a geçmiştir. Müslüman ülkelerde her zaman büyük takdir gören Çin porselenleri ise daima önemli bir kültür taşıyıcısı olmuştur. Talas Savaşı’nda Araplar’a esir düşen Tu Huan adlı bir rahip on iki yıl Abbâsî topraklarında mecburen ikamet ettikten sonra Çin’e dönerek Ching Hsing Chi başlıklı bir seyahatnâme yazmıştır. Bu eser İslâmiyet ve prensipleri hakkında son derece doğru bilgiler vermekte, Çin’de İslâm üzerine yapılan ilk çalışma olarak kabul edilmektedir.

İslâm’ın Gelişmesi (Yüan-Ming Devri). İslâmiyet Moğol İmparatorluğu devrinde Çin’in iç bölgelerinde geniş halk kitleleri tarafından kabul edilmiştir. Bilhassa Moğollar tarafından Çin’de kurulan


Yüan Hânedanı döneminde (1271-1368) fevkâlade bir İslâm yayılması görülmektedir. Bütün Çin topraklarını kendi idaresi altında toplayan Moğol Hükümdarı Kubilay Han (1260-1294), 1264 yılında başşehrini Karakurum’dan Ta-tu’ya (Pekin) taşıdı. Kubilay ve halefleri Moğollar’dan sayıca çok fazla olan ve yüksek seviyede medeniyete sahip bulunan Çinliler’i etkin biçimde kontrol edebilmek için Orta Asya’daki bozkır kültürlü Türk ve İranlı müslümanları aralarında tampon olarak kullanmışlardır. Yüan imparatorları Türk ve diğer müslümanlar arasından idareciler tayin ederek onlara sarayda geniş yetkiler vermişler, özellikle vergi toplanmasında ve milletlerarası ticaret işlerinde tecrübeli müslümanları tercih etmişlerdir. Çin ile Orta Asya, İran, Ortadoğu ve Avrupa arasındaki İpek yolu ticaretinde de müslüman tüccarlar büyük rol oynamışlardır. Bunlar deve, at, halı ve yeşim gibi değerli taşlar ithal edip Çin’den de ipek, seramik, porselen ve baharat ihraç ediyorlardı. Çinliler mallarını satabilmek için müslümanların zevklerine uygun şekilde üretim yapmaya dikkat ederlerdi. Müslümanların malî ve ticarî faaliyetleri kadar ortak müslüman tüccarlar birliği sistemleri de Yüan ekonomisi için değerli hizmetler yapmıştır. Bu ortak sistem, kervan tüccarlarının sermayelerini toplamak ve Moğol aristokratlarının kârlı yatırımlarına yardımcı olmak amacıyla kurulmuştur.

Göçebe Moğollar’ın kültür hocalığı görevini üstlenen Orta Asyalı Türk ve müslümanlar, Yüan Hânedanı döneminde bütün kültür alanlarında kendilerini gösterdiler. Kubilay büyük bir gayretle müslüman sanatkâr, doktor ve bürokratları kendi hizmetine aldı. Yüan sarayı İslâm tıp ve mimarisine de itibar etmiştir. Tatu ve Shang-tu’da müslüman hekimlerin görev yaptığı ve saray mensuplarının tedavi edildiği Kuang-hui-Ssu’ adlı iki imparatorluk hastahanesi kurulmuş, eczahanelerde daha çok müslüman hekimlerin hazırladığı ilâçlara yer verilmiştir. Ta-tu şehrinin inşa projesinde de müslüman sanatkârlardan faydalanıldığı bilinmektedir. Bu dönemde müslüman şairler Çince şiir yazıp şarkılar bestelediler; bunlardan Ali Yao-Ching ve oğlu Li Hsi-Ying, Çin edebiyatının meşhur şairleri arasında yer aldılar. Yüan sarayı Arapça ve Farsça eserlerle de ilgilenmiştir. 1289 yılında müslümanların konuştuğu dili öğrenmek için İslâm Yazısı Enstitüsü kuruldu ve memurlar tayin edilerek yerli mütercimler yetiştirildi. Yüan devrinde müslümanlar Çin bilim ve teknolojisine de büyük katkılarda bulunmuşlardır. 1267 yılında İranlı müslüman astronom Cemâleddin, çeşitli astronomi aletlerini Çin’e getirerek İslâm dünyasının yeni teknolojisini ve astronomik buluşlarını aktarmıştır. 1271’de Çin’de müslüman ilim adamlarının yardım ve teşvikiyle Kubilay tarafından İslâm astronomisini öğreten bir okul kuruldu. Çinli astronom Kuo Shou-Ching (ö. 1316), hocası Cemâleddin’in himayesinde İslâm dünyasında bilinen diyagram ve hesaplamalardan istifade ederek kendi aletlerini geliştirip Çin’e uygun Shou-shih-li adlı kendi takvimini icat etmiştir. Buna karşılık Çin kültürüne ilgi duyan müslüman âlimler de özellikle tıp alanındaki yeniliklerin Çin’den İslâm dünyasına yayılmasına aracılık ettiler.

Yüan devrinde dikkate değer bir husus da müslümanların ülkenin bütün bölgelerine yerleşmiş olmalarıdır. Kansu, Suchou ve Yen-an, İslâmî cemaat oluşturulan ayrı birer bölge haline geldiler. Buralara yerleşen veya seyahat eden müslümanlar genellikle tüccar, idareci, esnaf, sanatkâr ve mimarlardan oluşuyordu. 1274 yılında Kansu’da bir cami inşa edildi. Bazı Çin ve İran kaynaklarına göre başlarında “dânişmend” adı verilen dinî liderlerin bulunduğu bu bölgelerdeki müslüman toplumlar İslâmî geleneklerini muhafaza edebiliyor ve ibadetlerini serbestçe yapabiliyorlardı. Bu dönemde Sze-chuan eyaleti de müslüman tüccarlar ve sanatkârların oturdukları bir yer olmuştu. Yünnan eyaleti ise 1270’li yıllarda Yüan hükümetince tayin edilen Seyyid Ecel Şemseddin (ö. 1279) adlı bir müslüman vali tarafından yönetiliyordu. Seyyid Ecel aslen Buharalı olup Yünnan’da İslâmiyet’in yayılması için büyük çaba harcamıştır.

Ming hânedanı zamanında (1368-1644) önceki Yüan hânedanının meydana getirdiği uygun zemin üzerinde Çin’in müslümanlarla olan münasebetleri daha çok gelişti. XVI. yüzyılın başlarında Ali Ekber-i Hıtâî tarafından yazılan Hıtâînâme adlı Çin seyahatnâmesine göre, Ming hânedanının kurucuları arasında çok sayıda müslümanın bulunması ve imparator T’ai-tsu’nun (Chu Yuan-Chang, 1368-1398) onlardan büyük destek görmesi idarede önemli rol oynamalarını sağlamış ve o dönemde İslâmiyet’e yönelik teşvik edici bir politika takip edilmiştir. Çin kaynaklarına göre İmparator T’ai-tsu 1368’de Nanking’de Chin-Chiao-shih adlı bir cami yaptırmıştır. Akrabalarının arasında bazı müslümanların bulunması ilk Ming imparatorunun müslüman olduğu iddiasına yol açmışsa da bu husus henüz ilmî bir açıklığa kavuşturulamamıştır. Aynı hânedanın üçüncü imparatoru Ch’eng-tsu da (1403-1424) müslümanları korumak için özel bir ferman çıkarmıştır. Hatta bu devirde yaşayan müslüman amiral Cheng Ho (Muhammed), imparatorun özel temsilcisi olarak altmış iki büyük yelkenliden oluşan bir filo ile 1405-1431 yılları arasında sekiz defa sefere çıkıp Güneydoğu Asya, Basra körfezi ve Doğu Afrika kıyısı ülkeleriyle siyasî temaslar kurmuştur. Yine Ali Ekber Hıtâînâme’de, İslâm ülkelerinden gelen elçilerin imparatorun sarayında diğer yabancı temsilcilerden daha fazla itibar gördüklerini bildirmektedir.

Karanlık Devir (1644 sonrası). Müslümanlar ile Çinliler arasında siyasî mahiyette ilk ciddi çarpışma, Ming hânedanının yıkılmasından sonra yerine geçen Mançular’ın Ch’ing hânedanı devrinde (1644-1911) olmuştur. Mançular, ana vatanları Mançurya ile Doğu Moğolistan’ın emniyetini temin maksadıyla Moğolistan ve Türkistan’ı da kendilerine bağlamak yoluna gittiler. Ch’ing hükümeti 1755 yılında Doğu Türkistan bölgesine bir ordu göndererek ülkeyi birkaç bölgeye ayırdı. Bir kısmını doğrudan ilhak ederken bir kısmına da Çinli askerler yerleştirip bölgeyi bunların idaresine teslim etti. Buna karşılık müslüman Türkler de Mançular’a karşı sık sık isyan ettiler. Genelde Ch’ing hükümeti, Ming hânedanının


devamı için savaşan müslümanlara karşı sert bir politika takip etti. Ch’ing rejiminin baskılarının her yönden şiddetlenmesi ve temel ekonomik-sosyal problemlerin büyümesi, müslümanların çoğunluğunun yaşadığı bölgelerde Mançular’a karşı geniş çaplı isyanların çıkmasına yol açtı. Kansu ve Türkistan’da 1820-1828, Yünnan eyaletinde 1855-1873, Kansu, Shensi ve Türkistan’da 1862-1877 ve tekrar Kansu’da 1895 yıllarında vuku bulan müslüman isyanlarını özellikle kaydetmek gerekir. Bu isyanlar Ch’ing rejimi tarafından büyük bir şiddetle bastırılmış ve çok sayıda müslüman katledilerek ülkedeki sayıları büyük ölçüde azaltılmıştır.

Cumhuriyet döneminin (1912-1948) iç savaş ve huzursuzluklarından sonra 1949’da kurulan komünist yönetimin İslâm’a karşı tutumu, mûtedil pragmatistlerin iktidarda bulunduğu zamanda nisbeten müsamahalı, radikal ideologların iş başında bulunduğu zamanda ise nisbeten baskılı olmuştur. Genelde parti politikasının dışarıdan müsamahalı göründüğü, fakat içeride İslâmî muhtariyet ve faaliyet sahalarında gittikçe bir daralma ve tâciz etme şeklinde olduğu bilinmektedir.

Osmanlı Çin Münasebetleri. İslâm birliği (panislâmizm) siyaseti çerçevesinde Sultan II. Abdülhamid Çin’e zaman zaman heyetler ve temsilciler göndererek oradaki müslümanları Osmanlı hilâfetine bağlamaya çalışmıştır. Abdülhamid’in bu husustaki ilk icraatı, Çin’de vuku bulan Boxer isyanını (1898-1901) bastırmak için Avrupa devletlerinin Çin’e cephe aldıkları sırada Abdülhamid’in, Osmanlı padişahının halife olarak tanınması için propaganda yapmak ve dünya devletleri üzerinde iyi bir etki oluşturmak düşüncesiyle yaveri Mirlivâ Enver Paşa’yı Çin’e göndermesi olmuştur; ancak bu teşebbüs istenilen hedefe ulaşamamıştır. Daha sonra Abdülhamid, 1902’de din adamı Muhammed Ali’yi ve 1905’te ise Osmanlı devlet memuru Süleyman Şükrü’yü gizlice Çin’e yolladı. Muhammed Ali oradaki müslümanların lideri Abdurrahman Wang Kuan ile görüşerek Çin müslümanlarının halifeye bağlanması amacıyla birtakım teşebbüslerde bulunmuştur. 1906’da ise Abdurrahman Wang Kuan İstanbul’u ziyaret etmiş ve Abdülhamid’den Çin’e ulemâ göndermesini rica etmiştir. Bunun üzerine Pekin’e gönderilen Serezli Ali Rızâ Efendi ve Bursalı Hâfız Hasan Efendi, 1907-1908 yıllarında burada tesis ettikleri Osmanlı Mektebi’nde (Dârü’l-ulûmi’l-Hamîdiyye) 100’ü aşkın müslüman talebeyi okutmuşlardır. Abdülhamid’in bu teşebbüsleri siyasî olmamakla beraber bazı tesirler bırakmış ve ismi cuma hutbelerinde okunmuştur. O dönemde İslâm birliği çerçevesinde Çin ile İslâm ülkeleri arasında başlayan münasebetler uzun süre devam etmiştir. 1910’larda her yıl 200 kadar Çinli’nin hacca gittiği bilinmektedir.

Müslüman Cemaatin Şimdiki Durumu. Çin kaynaklarında müslümanlar çeşitli adlarla zikredilmişlerdir. Çinliler’in VII. yüzyıldan itibaren ilk tanıştıkları müslüman olan Araplar’a Ta-shi adı verdikleri görülmektedir. Ârâmîce Taiyaye kelimesinin Farsçalaşmış şekli olan Tacik’ten (Tazik) gelen Ta-shi isminin anlamı “Tay kabilesinden olan Arap”tır. Bu kelime sonradan anlamı genişletilerek müslüman yerine kullanılmıştır. XIII. yüzyıldan itibaren ise bütün müslümanlara “dönme” anlamına gelen Hui-hui veya Hui-tse adı verilmiştir. Genelde Hui-hui teriminin, Çin’in batısındaki Budizm’den İslâmiyet’e dönmüş Uygur kavmi için kullanılan Hui-ho veya Hui-hu kelimesinin değişik bir şekli olduğu kabul edilir. Bu kelimeleri pek benimseyememiş olan müslümanlar kendilerini Çinli soydaşlarından üstün görürler ve İslâmiyet için Hui-hui-chiao (dönme dini) ismi yerine Ch’ing-chen-chiao (saf ve hakiki din) ismini kullanırlar. Ayrıca Kansu ve Shensi eyaletlerinde oturan Çinli müslümanlara yine “dönme” anlamına gelen Türkçe döngen (tungan) denilmekte, Doğu Türkistan Türkleri ise bu adı bütün Çinli müslümanlar için kullanmaktadırlar.

Bugün Çin’de yaşayan elli beş etnik gruptan onu müslüman olup bunlardan Uygurlar, Kazaklar, Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar, Salarlar ile Doğu Türkistan ve Chinghai bölgelerinde yaşayanlar Türk ırkındandırlar. Kansu bölgesindeki Tongsianglar ve Pao-anlar Moğol, Tacikler ise İranlı’dır. Çin kökenli müslümanlar olan Huiler de başta Kansu, Ninghsia, Doğu Türkistan, Yünnan ve Shantung bölgeleri olmak üzere ülkenin birçok eyalet ve şehirlerinde bazı yerlerde toplu, bazı yerlerde ise dağınık hallerde bulunmaktadırlar.

Çin hükümetinin nüfusla ilgili ayrıntılı bilgileri gizli tutması sebebiyle ülkedeki müslümanların sayısı hakkında elimizde kesin bir rakam bulunmamaktadır. 1936 yılındaki nüfus sayımına göre müslümanların sayısı toplam Çinliler’in % 10,5’ini teşkil eden 47.437.000 olarak tesbit edilmişti. Fakat 1953 yılında komünist idarenin yaptırdığı nüfus sayımında bu rakamın 10 milyona düştüğü görüldü. Çin hükümeti, inanç hürriyeti politikasını bahane ederek kişilerin dinî inançlarını tek tek kayıtlara geçmemiş, bu sayı sadece müslüman olduğu bilinen on büyük etnik gruba ait istatistik rakamlarının toplanması suretiyle bulunmuştur. 1965’ten bu yana resmî Çin yıllıklarında müslümanların sayısı için gösterilen 10-20 milyon arasındaki değişik rakamlar, eski rakamlara yıllık nüfus artışı yüzdesinin eklenmesiyle elde edilmiştir. Ayrıca bu hesaplamalara, tamamı müslüman olan on etnik grubun dışındaki dağınık yaşayan müslümanlar da dahil edilmemektedir. Resmî kaynaklar ülkedeki müslümanların tamamını 20 milyondan az olarak gösterdiği halde müslüman yazarlar 100-150 milyon arasında değişik rakamlar vermektedirler. Genelde müslümanlar arasındaki doğum oranı Çinliler’inkinden daha yüksektir. Bugün Doğu Türkistan başta olmak üzere Kansu, Shensi, Hopei, Yünnan, Szechuan bölgelerindeki on etnik grup ile ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşamakta olan dağınık Çinli müslümanların sayılarının 70-100 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir.

1911’den önce müslümanlar arasında en yaygın meslek “ma-fa” denilen kervancılıktı. Bugün de tüccarlık, hancılık,


hayvancılık, taşıyıcılık ve benzeri meslekler Çinliler’den çok müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Yalnız Kansu, Shensi ve Yünnan eyaletlerinde ziraatla meşgul olan müslümanlar bu sahada Çinliler’den oldukça geridirler.

Tacikler hariç Çin müslümanlarının çoğunluğu Sünnî olup Hanefî mezhebine mensupturlar ve aralarındaki dinî bağlılık geleneksel etnik farklılıklardan daha önemlidir. Müslümanlar genellikle Arap alfabesini bilirler ve ahong denilen imam ve âlimlerine büyük saygı gösterirler. Çin cumhuriyetinin kurulduğu sıralarda çeşitli mektep ve camilerde görevli binlerce imam vardı. İmamlar Kâşgar, Kansu’daki Ho-tchou, Pekin ve Honan’daki Houaiching şehirlerinde bulunan dört büyük İslâm merkezinde yetiştiriliyordu. 1930 yıllığına göre Çin’de 40.000’den fazla cami bulunuyordu. Cumhuriyetin ilk günlerinde Kâşgar’da 400, Pekin’de kırk dokuz, Nankin’de yirmi yedi, Şhanghay’da on dört, Tching-tou’da on bir, Hankow’da on bir, Tianjin’de on, Kanton’da dört cami mevcuttu. Fakat daha sonra komünist idare zamanında çok sayıda cami tahrip edilmiş ve bazıları da fabrika haline getirilmiştir. VIII-XIII. yüzyıllar arasında inşa edilen Kanton’daki Kuang-taise Camii ile Chang-an, Ch’üanchou (Zeytun), Hang-chou ve Yang-chou’daki camiler Çin’in en eski camileridir. Bunlardan asıl adı Hui-sheng-se olan Kuang-tai-se Camii’nin, İslâm’ın başlangıç devrinde dünyada inşa edilen ilk camilerden olması muhtemel görülmektedir. Bu caminin minaresi, müslümanları namaza çağırma görevinin yanı sıra deniz feneri olarak da gemicilere hizmet veriyordu. 1930-1964 yılları arasında camilere bağlı olarak Çin’de 40.000 kadar da Kur’an kursu bulunuyordu. Kültür ihtilâlinden sonra çoğu kapatılarak bu sayı 2000’e düşürüldü. 1985 yılında ise çoğu Doğu Türkistan’da olmak üzere açık bulunan Kur’an kurslarının sayısı 15.400’e çıkmıştı.

Çin’de Kur’ân-ı Kerîm’in bazı kısımları ilk olarak Liu Chih tarafından Çince’ye tercüme edilmiştir. Bundan sonra aynı zamanda Yünnan ayaklanmasının lideri olan tanınmış âlim Ma Te-hsin (ö. 1874) tarafından Kur’an’ın tamamının Çince tercüme ve tefsiri yapılmışsa da eserin önemli bir kısmı kaybolmuştur. 1927’de Li Tieh-tsing Sakamoto Kenichi’nin Japonca tercümesini esas alarak yeni bir Çince Kur’an tercümesi yaptı; bu çalışma tamamı elde bulunan en eski tercümedir (Kelanjing [The Qur’an], Beijing 1927). Bundan sonra hemen aynı yıllarda Muhammed Ali’nin İngilizce tercümesinin yardımıyla Li Yu-Ch’en ile Hueh Tse-ming, Wang Ching-Ch’ai, Yang Chong-ming ve Hâlid Shih tze-chou tarafından Kur’an’ın Çince tercüme ve tefsirleri hazırlandı. 1971’de Tung Tao-Ch’ang, Abdullah Yûsuf Ali’nin yine İngilizce tercümesine dayanarak yeni bir Çince Kur’an tercümesi gerçekleştirdi. 1981’de ise Pekin Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Ma Jian, Kur’an’ı Arapça metninden Çince’ye çevirdi (Çince diğer Kur’an tercümeleri için bk. World Bibliography, s. 45-50). Kur’an tercümeleri dışında kalan İslâmî çalışmaların ilk örneklerine XVII. yüzyılda rastlanmaktadır. Ming ve Ch’ing devirlerinin en tanınmış müslüman âlimlerden Wang Tai-yu’nun (ö. 1660) Cheng-chiao chen-ch’üan (hakiki dinin doğru açıklamaları), Yûsuf Ma Chu’nun (ö. 1711) Ch’ing-chen chihnan (saf ve hakiki dine giriş) ve Liu Chih’nin “Peygamberin Hayatı” adlı eserleri sayılabilir. Ma Te-hsin ise İslâm hukuku, felsefesi ve tarihi üzerine eserler yazdığı gibi Arapça dil bilgisi kitapları da kaleme almıştır. 1925 yılında Çin’de Arap harfleriyle yazılmış 300 kadar kitap bulunuyordu. XIX. yüzyıldan itibaren Çin’de müslümanlar tarafından yazılan çok sayıda Çince İslâmî eser de yayımlanmıştır. 1912’de Pekin’de Chentsung-ai-kuopao (vatanperverler) adlı bir müslüman gazete çıkıyordu; ayrıca Çin genelinde 1913-1942 arasında 100 kadar da İslâmî mecmua yayımlanmıştır.

Ülkedeki müslümanları temsil eden kuruluşların en önemlisi, 1952’de Komünist Parti’nin dine yönelik politikası çerçevesinde Çin müslümanları üzerinde kontrol tesis etmek amacıyla kurulmuş olan Çin İslâm Cemiyeti’dir. Kuruluş amacına rağmen cemiyet sınırlı da olsa bazı İslâmî faaliyetlerde bulunmuş, Kur’an başta olmak üzere çeşitli dinî eserleri yayımladığı gibi Mekke’ye hac seferleri düzenlemiştir. Ayrıca cemiyet 1955’te Çin İslâm İlâhiyat Enstitüsü’nü açarak ülkenin her tarafından gelen müslüman öğrencilerin Kur’an, hadis, fıkıh, İslâm tarihi dersleri okumalarını ve Arapça öğrenmelerini sağlamıştır. Kültür ihtilâlinden sonra hükümetin İslâm dinine karşı hoşgörülü davranması üzerine yeniden canlandırılan cemiyet, on yedi yıl aradan sonra Nisan 1980’de ilk genel toplantısını yapmış ve kadrolarını yenilemiştir. Çin Halk Cumhuriyeti rejiminin dışa açık politikası ile bu cemiyet İslâm ülkeleriyle sıkı temaslara başlamıştır.

Çin müslümanları, komünist rejimin başlattığı kültür ihtilâli sırasında tarihlerinin en acı günlerini yaşadılar. Çin hükümetinin İslâm dinine karşı olan katı tutumu, Mao Tse-tung’un ölümünden ve 1976 yılının sonlarında radikal güçlerin iktidardan düşürülmesinden sonra daha hoşgörülü bir hal almıştır. Müslümanlara eski itibarları iade edilmiş ve kendi okullarını inşa edebilmeleri, şeriata uygun yiyeceklerin yenilebildiği lokantaları işletebilmeleri ve dinî faaliyetleri sürdürebilmeleri için devlet güvencesi sağlanmıştır. Çin’in dışa açık politika takip etmeye başlamasından sonra dünya güç dengesinde Ortadoğu’nun öneminin artması ve ülkedeki müslüman nüfusun ekseriyetinin Çin’in rakibi olan Sovyetler Birliği’ne bitişik sınır bölgelerinde oturması gibi siyasî sebepler Çin’de İslâmiyet’in gelişmesinde olumlu rol oynamaktadır. Doğu Türkistan hariç Çin’deki azınlık müslümanlar, diğer ülkelerden gelen müslüman göçü yoluyla değil nesiller boyunca ihtidâ eden Çinliler’den oluşmaktadır. Bu bakımdan bir yandan gayri müslim Çinliler’le Çin kültürünü paylaşırken diğer yandan da onlardan farklı olarak tamamıyla İslâm’ın inanç ve esaslarını benimsemektedirler. Çin’deki müslüman topluluk hicrî I. yüzyıldan günümüze kadar 1350 yıl boyunca hiç kesintisiz varlığını sürdürmüştür.

BİBLİYOGRAFYA:

Chiu T’ang Shu, “Kao-tsung” kısmı, 651 yılı, c. 198, “Hsi-yü” kısmı; Hsin T’ang Shu, c. 6,4ª, “Hsi-yü” kısmı; c. 114, “Tien Shen-kung chüan” kısmı; Dîneverî, el-Ahbârü’t-tıvâl,


s. 117; İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 69; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb (Meynard), I, 307-308; İbn Battûta, Tuhfetü’n-nüzzâr, II, 717-736; P. D. de Thiersat, Le Mahometisme en China, Paris 1878, I-II; Abdülaziz, Çin’de Dîn-i Mübîn-i İslâm, İstanbul 1321/1903; Hüseyin Tahsin, Çin’de İslâmiyet, İstanbul 1322/1904; Süleyman Şükrî, Seyahât-ı Kübrâ, Petersburg 1907, s. 538-577; M. Broomhall, Islam in China: A Neglected Problem, London 1910; F. Hirth – W. W. Rockhill, Chau Ju-kua: His Work on the Chinese and Arab Trade in the Twelfth and Thirteenth Centuries Entitled Chu-Fan-Chı, St. Petersburg 1911, s. 2-25; A. Vissiéere, Etudes Sino-Mohametans, Paris 1911; G. Ferrand, Relations de voyages et textes géographiques Arabs, Persans, et Turques Relatifs, Paris 1913-14; H. Yule – H. Cordier, Cathay and the Way Thither, Paris 1915; W. T. Arnold, The Preaching of Islam, Lahore 1947, s. 297-299; W. Eberhard, Çin Tarihi, Ankara 1947; E. Reischauer, Ennin’s Travel in T’ang China, New York 1955, s. 272-294; Kodo Tanaka, Chugoku ni okeru kaikyo no denrai to sono kotsu, Tokyo 1964; Ch’en Yüan, Western and Central Asians in China Under the Mongols, Los Angeles 1966; R. Israeli, Muslims in China: A Study in Cultural Confrontation, London 1980; J. D. Langlois, China Under Mongol Rule, Princeton 1981, s. 257-295; İbrahim Ma, Muslims in China, Kuala Lumpur, ts.; Kansu Hsing Mintsu Yenchiuso, Islan chiao tsai chungkuo, Yin-ch’uan 1982, s. 42-55, 107-117; J. T. Dreyer, Çindeki İslâm Cemaati (trc. Erkut Göktan), Ankara 1984, s. 18-22; M. Ali Kettani, Muslim Minorities in the World Today, London 1986, s. 82-105; World Bibliography of Translations of The Meanings of The Holy Qur’an: Printed Translations 1515-1980 (haz. İsmet Binark – Halit Eren), İstanbul 1406/1986, s. 45-50; Hee-Soo Lee (Cemil), İslâm ve Türk Kültürünün Uzak Doğuya Yayılması, Ankara 1988; Ira M. Lapidus, A History of Islamic Societies, Cambridge 1988, s. 817-822; Celaleddin Wang-Zin-Shan, “Çin’de İslâmiyet”, İTED, II/2-4 (1960), s. 157-188; F. Ford, “Some Chinese Muslims of the Seventeenth and Eighteenth Centuries”, As.Af., XI (1974), s. 144-156; Muhammed Hamîdullah, “Çin ile İlk Devir Müslüman Ülkelerin Temasları” (trc. Yusuf Ziya Kavakçı), İTED, IV/1-2 (1975), s. 139-146; İhsan Süreyya Sırma, “Sultan II. Abdülhamid ve Çin Müslümanları”, a.e., VII/3-4 (1979), s. 159-183; S. K. Chisti, “Muslim Population of Mainland China: A Estimate”, JIMMA, II/1 (1980), s. 75-85; Yusuf Chang, “Muslim Minorities in China: An Historical Note”, a.e., III/2 (1981), s. 30-34; B. Pillsbury, “The Muslim Population of China: Clarifying the Questions of Size and Ethnicity”, a.e., s. 35-58; Yijiu Jin, “The Qur’an in China”, As.Af., XVII (1982), s. 95-101; Qicheng Ma, “A Brief Account of the Early Spread of Islam in China”, Journal of the Chinese Academy of Social Sciences, IV, Peking 1983, s. 29-42; Clyde A. Winters, “Traditional and Contemporary Trends in Chinese Muslim Education Today”, Muslim Education Quarterly, IV/4, Cambridge 1987, s. 52-65; J. Fletcher, “Çin’de İslam Tarikatları” (trc. Osman Türer), Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, Erzurum 1990, s. 304-320; Martin Hartmann, “Çin”, İA, III, 400-420.

Cemil Lee Hee-Soo