CÂMÎ, Ahmed-i Nâmekı

أحمد نامقئ جامى

Ebû Nasr Ahmed b. Ebi’l-Hasen en-Nâmekī (ö. 536/1141)

Câmiyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf-şair.

441’de (1049) Horasan’ın Keşmir bölgesindeki Nâmek köyünde doğdu. Şeyhülislâm, Şeyh-i Câm, Pîr-i Câm ve özellikle Jendepîl (Zendefîl) gibi unvanlarla tanınır. Meşhur sahâbî Cerîr b. Abdullah el-Becelî’nin soyundan geldiği için Şeyh Ahmed el-Arabî veya Ahmed el-Becelî adıyla da anılır. Doğduğu yer olan Horasan’ın Nâmek köyüne nisbetle kendisine Ahmed-i Nâmekī denildiği gibi daha sonra yerleştiği Câm şehrinde meşhur olduğu için Ahmed-i Câm veya Ahmed-i Câmî de denilmiştir.

Câmî, Sirâcü’s-sâǿirîn adlı eserinde bizzat anlattığına göre gençlik yıllarını avare ve ayyaş olarak geçirdi. Dost ve arkadaşları için düzenlediği bir işret meclisi sırasında karşılaştığı birtakım hârikulâde haller tövbekâr olmasına vesile oldu. Ailesini ve köyünü terkederek Câm şehri civarındaki bir dağda inzivaya çekildi. On sekiz yıl boyunca devam eden inziva hayatında fıkıh, kelâm, hadis, tefsir, edebiyat ve tasavvuf sahalarında bilgi sahibi oldu. Menâkıbnâmesinde bu bilgileri kendisine Hızır’ın öğrettiği nakledilen Câmî’nin mânevî ve tasavvufî hayatı meşhur sûfî Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın (ö. 444/1052) ruhanî tesirine bağlanmaktadır. Menkıbeye göre Ebû Saîd, Hz. Ebû Bekir’den kendisine intikal eden hırkanın ileride ortaya çıkacak olan Ahmed-i Câmî’ye verilmesini oğlu Ebû Tâhir’e vasiyet etmiş ve bu vasiyet yerine getirilmiştir. Bu menkıbe sebebiyle Câmî, Ebû Saîd’e mânen mürid olan kırk velîden biri kabul edilmiştir. Bu velîlerden biri de İmam Gazzâlî’nin mürşidi Ebû Ali el-Fârmedî olup Ahmed-i Câmî’nin tasavvuftaki makamının Nakşî silsilesinde yer alan bu zattan daha üstün olduğu söylenir. Câmî ile Ebû Saîd’in ruhaniyeti arasında varlığı kabul edilen bu alâkaya göre onun Üveysî olduğu söylenebilir. Ancak Câmî ile Ebû Saîd hemen hemen birbirinin zıddı denilecek kadar farklı düşüncelere sahiptirler. Ebû Saîd insanları tövbe, zühd ve takvâya, Ahmed-i Câmî ise aşk ve müsamahaya davet eder. Birincisi irşadda sert ve çatık kaşlı, ikincisi yumuşak ve güler yüzlü olmayı tercih etmiştir. Mensur eserlerinde zühd ve takvâya önem veren Ahmed-i Câmî şiirlerinde daha çok sevgiden bahsetmiş, âşıkane, hatta zaman zaman rindâne manzumeler kaleme almıştır.

Menkıbeye göre Câmî kırk yaşındayken ilham yoluyla kendisine inzivayı terketmesi bildirilmiş, bunun üzerine insanların arasına karışarak elli yıldan fazla bir süre irşadla meşgul olmuştur. Vaaz vermek ve nasihat etmek üzere gittiği Serahs, Bâzcân, Herat, Merv, Bâharz ve Nîşâbur’da bulunan âlim ve emîrlerle tanıştı; dinî gerçeklerin yaygınlaşması ve halkın ahlâk bakımından düzelmesi için çaba gösterdi. 1140’ta hacca gitti, dönüşte Nîşâbur’a uğradı ve şehrin ileri gelenleriyle görüştü. 10 Muharrem 536’da (15 Ağustos 1141) Câm şehri civarında Me’dâbâd (Mehdâbâd) köyündeki zâviyesinde vefat etti ve buraya defnedildi. Uzun bir ömür süren Câmî’nin 300.000, bazı kayıtlara göre 600.000 kişinin hidayetine vesile olduğu rivayet edilir.

Me’dâbâd o devirde önemli bir yer olmamakla beraber gerek şeyhin türbesinin burada olması, gerekse çocukları ve torunlarının burada oturmaları sebebiyle müridlerinin ziyaret ettiği, hatta yerleştiği bir belde haline geldi. Timur ve Hümâyun gibi meşhur hükümdarlar da bu ziyaretçiler arasındadır. Kısa bir süre sonra Me’dâbâd şehri Türbet-i Câm veya Türbet-i Şeyh-i Câm diye anılmaya başlandı. Mezarı üzerinde inşa edilen ve bir sanat şaheseri sayılan türbesi Kümbed-i Sebz veya Kümbed-i Fîrûzşâhî adıyla meşhurdur.

Bazı mutasavvıfların bekâr yaşamayı tercih ettikleri bir devirde yaşamış olan


Câmî’nin otuz dokuzu erkek, üçü kız olmak üzere kırk iki çocuğu olmuş, başkalarına da evlenmeyi tavsiye etmiştir. Soyu dokuz asırdır İran’da Meşâyih-i Câm adıyla anılmakta ve bugün de mânevî nüfuzu devam etmektedir. İbn Battûta onu Hint padişahının öldürttüğünü, bu devirde Câm şehrinin şeyhin çocuklarının elinde bulunduğunu, bunların büyük servetlere sahip olduklarını, bolluk ve refah içinde yaşadıklarını kaydetmekteyse de İbn Battûta’nın şeyhin ölümü konusunda verdiği bilgi doğru değildir. Ahmed-i Câmî’nin soyundan geldiklerini iddia eden bazı meşhur şahıslar vardır. Meselâ Hümâyun’un annesi Mâhim Begüm, Ekber Şah’ın annesi Bânî Begüm ve Bânû Ağa soy şecerelerini şeyhe bağlamışlardır.

Gerek elde bulunan Ünsü’t-tâǿibîn ve Miftâhu’n-necât adlı eserlerinden, gerekse menkıbelerinden anlaşıldığına göre Câmî Sünnî bir mutasavvıftır. Miftâhu’n-necât’ta Allah’a imandan sonra Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’a sadakatle bağlı kalmayı en önemli vazife sayar ve Sünnîliğin esaslarını izah eder. Semâ*ın haram olmadığına dikkat çektikten sonra kendi zamanında semâ yapanların nefsanî arzularına uyduklarını, birçoğunun bilerek veya bilmeyerek İbâhîliğe ve zındıklığa kaydığını söyler. Mensuplarına cehrî zikir yerine hafî zikri tavsiye eder. Cahil ve menfaatperest şeyhleri, murdar şeyleri çok uzaklardan gören ve kokusunu alan kartallara benzetir ve menfaat peşinde koşan bir şeyhin, müridini ancak murdar leş peşinde koşturacağını ifade eder. “Her çeşmeden su içilmez, her otlakta otlamak doğru olmaz” diyerek böyle şeyhlere intisap edenleri uyarır. O yalnız cahil şeyhlere değil devrinin zâhir ulemâsına da hücum eder; Arapça bilmek ve konuşmakla âlim olunamayacağını, Arapça bilmeyen herkesin de cahil olmadığını ısrarla belirtir. Bu tâvizsiz tavrı Câmî’ye bir hayli düşman kazandırmıştır. Ancak halk üzerindeki güçlü tesiri muhaliflerinin kendisine zarar vermesine imkân bırakmamış, aksine şeyhin itibar ve nüfuzu gittikçe artmış ve bu tesir ölümünden sonra da devam etmiştir. Çocukları, torunları ve müridleri onun mânevî hâtırasını büyük bir itina ile devam ettirmişler ve zamanla bu hareket Câmiyye* tarikatı haline gelmiştir.

Şeyhin, Zahîrüddin Îsâ ve Şehâbeddin İsmâil adlı iki oğlu ile Şemseddin Mutahhar adlı oğlundan olan torunu Kutbüddin Muhammed’in eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. Rumûzü’l-hakāǿik, ve Sırrü’l-bedâyiǾ adlı eserlerin müellifi Zahîrüddin Îsâ ilim ve edebiyatta çağının ileri gelenlerindendi. Şehâbeddin İsmâil, babası hakkında Der İsbât-ı Büzürgî-i Şeyh-i Câm adlı bir menâkıbnâme yazarak muhaliflerinin şeyhe yönelttikleri ithamları cevaplandırmıştır. Abdurrahman-ı Câmî Nefehâtü’l-üns’te şeyhi anlatırken bu eserden faydalanmıştır. İbn Mutahhar mahlasını kullanan torunu Kutbüddin Muhammed’in Hadîkatü’l-hakıka (Tahran 1343 hş.) adlı tasavvufî bir eseri vardır.

Eserleri. Câmî’nin eserleri genellikle tasavvuf, âdâb, mev‘iza ve nasihata dair olup sade ve basit bir üslûpla Farsça olarak kaleme alınmıştır. Müellif maksadını diyaloglarla anlatmayı tercih etmiş, sık sık teşbih ve temsillere başvurmuştur. Başlıca eserleri şunlardır: 1. Miftâhu’n-necât. Tövbekâr olan oğlu Necmeddin’in arzusu üzerine ona kurtuluşun anahtarını vermek maksadıyla yazılmış olup bir mukaddime ile yedi bölümden ibaret tasavvufî bir eserdir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Lala İsmâil, nr. 682/2; Hacı Mahmud, nr. 1042/2) yazmaları bulunan eser Ali Fâzıl tarafından neşredilmiştir (Tahran 1347 hş.). 2. Üns (Enîs)ü’t-tâǿibîn sırâtü’llāhi’l-müstakīm. Taraftarlarının çoğaldığını ve herkesle görüşmenin mümkün olmadığını gören şeyh, fikirlerini müntesiplerine doğru olarak aktarabilmek için bu eseri yazmak lüzumunu duymuştur. Tasavvufî inanç, hal ve hareketlerin diyaloglar şeklinde işlendiği eser Ali Fâzıl tarafından iki cilt halinde neşredilmiştir (Tahran 1350 hş.). 3. Ravzatü’l-müznibîn. 526’da (1132) telif edilen bu eser de Ali Fâzıl tarafından neşredilmiştir (Tahran 1355 hş.). 4. Risâle-i Semerkandiyye. Câmî’nin Semerkant’tan yazdığı mektuplardan meydana gelir. Gaznevî’nin Makāmât-ı Jendepîl (Tahran 1340 hş.) adlı eserinin eki olarak (s. 329-347) kısmen neşredilen bu eserin yazma bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Nâfiz Paşa, nr. 399, 1ª-37b). 5. Dîvân. Ahmed, Ahmed-i Câm, Ahmed-i Câmî mahlaslarını kullanan şairin âşıkane hatta rindâne sayılabilecek manzumeleriyle zühdî şiirlerinin yer aldığı eser 1302-1342 yılları arasında Hindistan’da çeşitli defalar basılmıştır. Eserin bazı basımları 2820, bazıları 4000 beyittir. Divanın 2537 beyitten meydana gelen yazma bir nüshası, mesnevi tarzında kaleme alınan Kalendernâme’si ile birlikte Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Nâfiz Paşa, nr. 399).

527’de (1133) telif edilen Bihârü’l-hakīka ve 533’te (1139) yazılan Künûzü’l-hikme adlı eserlerinin de muhtelif yazmaları vardır. Sirâcü’s-sâǿirîn adlı üç ciltlik eserinin bir nüshası ise Tahran Millî Kütüphanesi’ndedir (nr. 4625).

Kaynakların zikrettiği Fütûhu’r-rûh, İǾtikādnâme, Mahabbetnâme, Zühdiyyât (şiirler), Sûz u Güdâz ve es-Sırrü’l-meknûn ve’l-Ǿikdü’l-manzûm fi’t-tılsımât adlı eserler bugüne ulaşmamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Heshmat Moayyad, Die “Maqāmāt” des Gaznawı, eine legendäre Vita Ahmad-i Gāms, genannt Zaandapıl, 1049-1141, Frankfurt 1959; a.mlf., “Ahmad-e Jām”, EIr., I, 648-649; Vladimir Ivanow, “A Biography of Shaykh Ahmad-i Djām”, JRAS (1917), s. 308-365; F. Meier, “Zur Biographie Ahmad-i Gām’s und zur Quellenkunde von Gāmı’s Nafahātu’l-Uns”, ZDMG, sy. 97 (1943), s. 47-67; a.mlf., “Ahmad-i Djām”, EI² (Fr.), I, 291-293; A. S. Beveridge, “Câmî”, İA, III, 15; V. F. Büchner, “Türbet-i Şeyh-Câm”, a.e., XII/2, s. 140.

Süleyman Uludağ