BULGARİSTAN

Doğu Avrupa’da ülke.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. BULGARİSTAN VAKIFLARI

IV. BULGARİSTAN’DA TÜRK MİMARİSİ

Balkan yarımadasının doğusunda bulunan Bulgaristan, 41º 14΄-44º 12΄ enlemleri ve 22º 21΄-28º 36΄ boylamları arasında yer alır; yüzölçümü 110.912 kilometrekaredir. Kuzeybatıdan güneydoğuya doğru Romanya, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye ile komşu olup doğuda Karadeniz’le 378 kilometreyi bulan bir kıyıya sahiptir.

Bulgaristan II. Dünya Savaşı’ndan sonra, birkaç yıl içinde öteki siyasî partileri tasfiye ederek ülkeye hâkim olan Bulgar Komünist Partisi’nin yönetiminde, halk demokrasileri adıyla bilinen sosyalist ülkeler arasında yer almıştır. 1989 yılında Doğu Avrupa ülkelerinde totaliter yönetimlere karşı baş gösteren hürriyetçi halk hareketleri Bulgaristan’ı da etkilemiş ve kırk beş yıllık komünist iktidarın çökmesini sağlamıştır. Ülkede 1990 yılında çok partili demokratik parlamenter bir sistem kurulmuş, Komünist Partisi adını Sosyalist Parti şeklinde değiştirmiş ve kırk beş yıl sonra ilk defa birden çok siyasî partinin katıldığı genel seçimler yapılmıştır. Devlet başkanlığı sistemi kaldırılarak cumhurbaşkanlığı rejimi kurulmuştur. Ülkenin en yüksek temel organı 400 üyeli Büyük Halk Meclisi’dir ve yasama yetkisi bunun elindedir. Yürütme yetkisi ise cumhurbaşkanı ile bakanlar kurulundadır.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

1. Yüzey Şekilleri. Bulgaristan’ın orta kesimini, Yugoslavya sınırından Karadeniz kıyısındaki Emineburnu’na kadar batı-doğu doğrultusunda 550 kilometrelik bir mesafe boyunca uzanan Balkan dağları kaplar. Ortalama genişliği 20 km. olan bu dağlar yuvarlaklaşmış sırtlar ihtiva eder, ulaşım bakımından fazla engel çıkarmaz ve en yüksek noktası olan Yumrukçal tepesinde 2371 metreye erişir. Dağlık kesimde ulaşıma imkân veren geçitler arasında en ünlüsü 1300 m. yükseklikteki Şipka Geçidi’dir.

Ülkenin kuzeyini Balkan dağlarından Tuna nehrine doğru hafif eğimlerle alçalan bir plato işgal eder. Tuna nehri üzerinde dik yamaçlarla son bulan bu platonun yüzeyi yer yer Tuna’ya inen vadilerle yarılmıştır. Balkan dağlarının güneyinde de çukur alanlar dikkati çeker. Bu çukur alanlar, Meriç ve onun önemli kolu olan Tunca etrafında yayılmış topraklardır. Bu toprakların batı ve güneybatısında Bulgaristan’ın en güneydeki dağlık kütlesi olan Rodoplar yükselir. Balkan dağlarının aksine geçitleri az ve yüksek olan bu dağlar herhangi bir vadi tarafından baştan başa kesilmezler. Rodoplar’ın en yüksek kesimleri, batıda Pirin dağı üzerinde Yeltepe (2915 m.) ile kuzeybatıdaki Rila dağı üzerinde Musalla tepesidir (2925 m.).

2. İklim ve Bitki Örtüsü. Bulgaristan’da iklim bakımından birbirinden farklı kesimler görülür. En kuzeyde kara ikliminin hüküm sürdüğü, kış ve yaz sıcaklıkları arasındaki farkın büyük olduğu ve ocak ayı ortalamalarının sıfır derecenin altında seyrettiği bir bölge bulunur. Burada en yağışlı mevsim yazdır. Karadeniz kıyıları yakınında daha yumuşak, kışları ılık, yazları ise çok sıcak olmayan orta derecede yağışlı bir iklim göze çarpar. Ülkenin güneyine doğru yazların kurak ve sıcak geçtiği, kış mevsiminde bol yağış alan Akdeniz iklimi etkileri belirir. Nihayet Bulgaristan’da bir dördüncü iklim tipi olarak dağ ikliminden söz edilebilir. Yükseltisi 1000 metrenin üzerinde


bulunan yerlerde hüküm süren bu iklimde yazlar serin, kışlar soğuk, sert rüzgârlı ve bol yağışlı geçer. Toprak bazan aylarca kar altında kalır.

Bu iklim tiplerine bağlı olarak doğal bitki örtüsü ülkenin kuzeyinde step, Karadeniz kıyılarına doğru ve yükseklerde orman şeklindedir. Ormanlık alanlar ülke yüzeyinin yüzde otuz kadarını kaplamaktadır.

3. Akarsular ve Göller. Bulgaristan topraklarının beşte üçü sularını Karadeniz’e, geri kalan beşte ikisi Ege denizine gönderir. Karadeniz’e su taşıyan nehirlerin başlıcaları Tuna’nın kollarıdır. Bunların en önemlileri batıdan doğuya doğru Lom, Ogosta, İsker, Vit, Osma ve Yantra sularıdır. Bazı akarsular da doğrudan doğruya Karadeniz’e ulaşır ki bunlar arasında en önemlisi Kamçık suyudur. Meriç ve kolları ile Mesta-Karasu ise Ege denizine su taşırlar. Bulgaristan’da Silistre’ye yakın Srebarno, Karadeniz kıyısına yakın Şabla, Varna’ya yakın Varna, Pomorie, Burgas gibi doğal göller bulunmakla birlikte bu göllerin sınırlılığı karşısında suni göller de meydana getirilmiştir. Bunların yapımı 1938’de Plevne’de Lukovit Barajı ile başlayıp 1945’te Beli İskar’la sürmüş, bundan sonra konuya büyük bir ağırlık verilerek 1966 istatistik yıllığına göre sayıları küçükler hariç on beşe çıkarılmıştır. Bu barajların su kapasitesi toplamı 2.046.000 m³, kapladıkları alanlar 110,1 km² olup en büyükleri 30 km² alan ile İskar baraj gölüdür.

4. Nüfus ve Etnik Durum. Bulgaristan Balkan ülkeleri arasında Arnavutluk’tan sonra en az nüfuslu olanıdır (1989’da 8.987.000). Ülkede nüfus yoğunluğu 81’dir. Bu ortalama yoğunluk ülke yüzeyine dengeli olarak dağılmamıştır. Dağlık alanlarda km² başına 20’den az nüfus düşmekte, buna karşılık Tuna ovasında ve Meriç etrafında yer alan düzlüklerde yoğunluk 100’e ulaşmakta, sanayi alanlarında ise 200’ü bulmaktadır. Ülkede nüfus artışı hemen hemen sıfır düzeydedir. Halkın % 60’tan fazlası şehirlerde oturmakta ve nüfusun yaklaşık % 83’ü üretimde, geri kalanı da hizmet sektöründe çalışmaktadır.

Sayımlarda etnik açıdan tasnife yer verilmediği için II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Bulgaristan nüfusunun yapısı hakkında resmî belgelere rastlanmamaktadır. Bu husus, II. Dünya Savaşı öncesi Bulgaristan’ın yani Bulgar Krallığı’nın istatistiklerine dayanarak ortaya konulabilir. 1938 istatistik yıllığına göre 1934’te ülkede başta Bulgar, Türk, Çingene, yahudi ve çok az sayıda olmak üzere Ermeni ve Yunan kökenli halklar yaşamaktaydı. Sözü edilen kaynağa göre bu tarihte toplam nüfusun % 86,8’ini Bulgarlar, % 10,2’sini Türkler, % 1,3’ünü Çingeneler, % 0,5’ini de yahudiler oluşturmaktaydı. Bu oranlar önceleri daha farklı idi. Yine Bulgar kaynaklarına göre meselâ 1887’de Türkler’in oranı % 19,2, 1892’de % 17,2, 1900’de % 14,4’tür. 1900 yılında Yunanlılar’ın oranı da % 1,8’dir. Bu arada ülkede, Varna ve Dobruca yöresinde toplanmış, Türk asıllı olan ve Türkçe konuşan, din olarak Hıristiyanlığı benimsemiş, sayıları pek bilinmeyen Gagavuzlar da vardır.

II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Bulgaristan’dan ülke dışına bazı nüfus hareketleri olmuş, yahudi nüfusun büyük bölümü İsrail’e, Ermeniler’in önemli bir bölümü Ermenistan’a, Türkler’in de mühim bir kısmı değişik zamanlarda Türkiye’ye göç etmişlerdir. Osmanlı Devleti zamanında 1879 yılında başlayan Bulgaristan Türkleri’nin Türkiye’ye göçü hareketi daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bulgar yönetiminin ülkedeki azınlıkları Bulgarlaştırma ve bir saf Slav-Bulgar milleti meydana getirme politikasını uygulamaya koyması ile 1972 yılında Pomaklar’ın ve 1980’de Çingeneler’in müslüman isimlerinin devlet zoruyla Slav-Bulgar isimleriyle değiştirilmesinden sonra 1984 yılında sıra Türkler’in isimlerine geldi. Bir yıl içerisinde müslüman isimlerin Slav-Bulgar isimleriyle değiştirilmesi ülkede büyük huzursuzluklara ve karışıklıklara sebep olmuş ve 1989 yılında Bulgar yönetiminin zorunlu pasaport vererek ülkeden çıkardığı 340.000 Türk Türkiye’ye göç etmiştir. 1989 yılı sonlarına doğru Bulgar yönetiminin iktidardan düşmesi ve ülkede çok partili demokratik bir rejimin kurulmasıyla 1990 yılında Türkler’e kendi millî-dinî isimlerini taşıma hürriyeti verilmiştir. Ülkede ciddi siyasî değişikliğin meydana gelmesi üzerine Türkiye’ye göç edenlerden 160.000 kişi Bulgaristan’a geri dönmüştür. Diğer taraftan 1989-1990 yıllarında Bulgaristan’da meydana gelen siyasî değişiklikler çerçevesinde yeni partilerin kurulmasına izin verilmiştir. Kırk beş yıldan sonra ilk defa yapılan ve muhalefet partilerinin de katıldığı genel seçimlerde (10 Haziran 1990), 400 üyeli parlamentoda iktidardaki Sosyalist Parti 211 parlamenter ile çoğunluğu


alırken Demokratik Güçler Birliği 144, Türkler’in desteklediği Ahmet Doğan başkanlığındaki Hak ve Hürriyetler Hareketi yirmi üç, Çiftçi Partisi on altı ve bağımsızlar da altı üyeyi parlamentoya sokmayı başarmışlardır. 13 Ekim 1991 tarihinde yapılan ve Demokratik Güçler Birliği’nin birinci, Sosyalist Parti’nin ikinci parti olarak çıktığı erken genel seçimlerde Hak ve Hürriyetler Hareketi yirmi dört milletvekili çıkararak Demokratik Güçler Birliği’nin kurduğu hükümete dışarıdan destek vermiştir. Ayrıca parlamento başkan yardımcılığına da bir Türk getirilmiş, Türkler’in yoğun olduğu şehirlerde bazı belediye başkanlıklarına Türk adaylar seçilmiştir. Türkler’in parlamentoda temsil edilmesini protesto eden bazı Bulgar gruplarının varlığına rağmen 1990 öncesine göre Türkler’in durumu daha iyiye gitmektedir. Nitekim Kasım 1991’de ilkokullarda Türk öğrenciler için haftada dört saat seçmeli Türkçe dersinin programa alınması önemli bir gelişme olmuştur. Böylece Türk azınlıkla yönetim arasında uzun zamandır anlaşmazlık konusu olan Türkçe dersi meselesi Türkler’in lehine çözümlenmiştir. Ülkede bugün sayısı 1,5 milyon olarak tahmin edilen ve genel nüfusun yaklaşık % 13,5’ini oluşturan büyük bir Türk nüfus yaşamaktadır. Türkler’in dışında Pomak ve Çingene gruplarından her birinin nüfusu 200.000’in üzerinde, öteki etnik grupların ise daha azdır. Türkler’in en yoğun olduğu yerler Deliorman bölgesinde Şumnu, Razgrad (Hezargrad), Targovişte (Eskicuma), Dobruca bölgesinde Dobric (Hacıoğlu Pazarcığı), Silistre, Dulova (Akkadınlar), Rodop bölgesinde ise Kırcaali ve Hasköy’dür.

5. Dil. Yukarıdaki etnik oranlar aynı zamanda konuşulan dilleri de yansıtmaktadır. Sayıları kesin olarak bilinmeyen Gagavuzlar’ın da Türkçe konuştuğu gözönünde bulundurulursa ülkede Bulgarca’dan sonra ikinci sırayı Türkçe’nin aldığı anlaşılır.

6. Din. Dine ve dinî inanışlara karşı, bunların gereklerini yerine getirme konusunda anayasada olumlu hükümler bulunmasına rağmen yönetimin tutumu menfi olmuş, ancak 1990’da daha hoşgörülü davranmaya başlamıştır. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana din konusunda da resmî veriler bulunmadığından bu hususta da kesin bilgiler vermek mümkün değildir. XX. yüzyılın ilk on yılında ülkede din ve mezhep olarak Ortodoksluğun, Müslümanlığın, Katolikliğin, Protestanlığın, Ermeni-Gregoryenliğin bulunduğu ve aynı yıllarda toplam nüfustan % 82,89’unun Ortodoks, % 14,96’sının müslüman, % 0,91’inin Mûsevî, % 0,71’inin Katolik, % 0,29’unun Gregoryen olduğu belirtilmektedir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yahudilerin tamamına yakını İsrail’e, Ermeniler de Ermenistan’a gitmiş olduklarından zaten çok küçük oranları oluşturan Mûsevîler’le Gregoryenler’in bugün çok daha azalmış oldukları söylenebilir. Bu durumda Ortodokslar’la müslümanlar ülkede en kalabalık gruplar olarak görünmektedir. Yönetimin daha önce dinlere karşı takındığı katı tutum dinî vecîbelerin yerine getirilmesini engellemiş ve ibadet yerleri, özellikle de camiler çeşitli bahanelerle kapatılmıştır. Ancak son demokratikleşme hareketiyle birlikte ibadet hürriyeti ve din eğitimi konusunda yeni bir dönem başlamış olup müslümanlar 1000’e yakın cami ve mescidi faal hale getirmişlerdir. Dinî eserlere ve din görevlilerine büyük ihtiyaç duyulan Bulgaristan’da 1991 yılında camilerin ancak dörtte üçünde görevli vardı ve bunların yaş ortalaması da 60-70 civarında idi. Camilerde açılan Kur’an kurslarında yaz tatilleri ve hafta sonlarında olmak üzere 1990’da 60.000, 1991’de 80.000 öğrenci eğitim görmüştür.

Şumnu’da 1922-1923 öğretim yılında idâdî kısmı, 1929-1930 yılında âlî kısmı açılan ve 1946’da kapatılan Medresetü’n-nüvvâb yine aynı binada ve aynı adla 3 Ekim 1990’da tekrar açılmıştır. Dört yıllık olan bu imam-hatip lisesinin yüksek kısmı da Yüksek İslâm Enstitüsü adıyla Sofya’da açılmış olup tahsil süresi üç yıldır. Şumnu’daki okul yetmiş beş, enstitü de altmış beş talebeyle öğretime başlamıştır.

Dinî eğitim ve öğretime yardımcı olmak, tarihî eserlerin tamir ve bakımı ile yenilerinin yapımı gibi hizmetlerde bulunmak üzere Eylül 1990’da merkezi Sofya’da olan İslâm Kültürünü Geliştirme Halklararası Yardım Vakfı kurulmuştur. Vakıf yönetim kurulunda Râbıtatü’l-âlemi’l-İslâmî’nin ve bazı İslâm ülkelerinin temsilcileri de bulunmaktadır. Bu vakfın ve İslâm Kalkınma Bankası’nın iş birliğiyle Sofya’da 25 dekarlık bir arazi üzerinde kurulması kararlaştırılan İslâm Kültür Merkezi’nin proje çalışmaları tamamlanmıştır.

Bulgaristan’da 1991 yılında müslüman cemaatin üst düzey yetkililerinden sekiz kişi Dünya İslâm Birliği’nin, yirmi altı kişi de Türkiye Diyanet Vakfı’nın davetlisi olarak hacca gitmiştir. Başmüftülük tarafından, ilk sayısı 26 Nisan 1990’da yayımlanan on beş günlük Müslümanlar adlı Türkçe-Bulgarca bir gazete de çıkarılmaktadır.

7. Ekonomi. İktisadî yapıda düzenleyici ve yürütücü olarak devlet büyük bir güce sahiptir ve üretim araçlarıyla toprakların mülkiyetini elinde tutmaktadır. Tarıma elverişli toprakların büyük bir bölümü kooperatiflere bırakılmışsa da tarım, sanayi ve hizmet kesimlerindeki işletmelerin çoğu devlete aittir. Ülkenin ekonomik yapısını en iyi şekilde ortaya koyan millî gelirle ilgili 1984 verilerine


göre ülke millî gelirinin % 58’i sanayie, % 9,6’sı inşaata, % 16,7’si tarım kesimine aittir. Aynı yılda çalışan nüfusun % 37,1’inin sanayide, % 20,9’unun tarımda, % 8,3’ünün de inşaat kesimlerinde olduğu görülmektedir. Bu iktisadî durumu ile Bulgaristan az gelişmiş ülkelerden oldukça farklı bir yapıya sahiptir.

Ülkenin tabii kaynakları hakkında yeterli veriler yoksa da özellikle orman varlığının, tarım yapılan toprakların ve su kaynaklarının önem taşıdığı görülmektedir. Tarıma elverişli topraklarda ve su kaynaklarında kapasitenin tamamına yakını kullanılmaktadır; son yıllarda enerji üretimi için su dışında kalan kaynaklara ağırlık verilmesi de bunu göstermektedir. Yer altı kaynaklarının rezervleri çok sınırlıdır. Kömür (linyit), demir, manganez, çinko ve petrol yatakları varsa da yetersizdir. Sanayinin ihtiyacı olan yakıt ve madenler Sovyetler Birliği başta olmak üzere diğer ülkelerden ithal yolu ile karşılanmaktadır.

Ülkenin millî gelirinde yaklaşık beşte birlik bir paya sahip olan tarım sektöründe, çalışan nüfusun % 20’si istihdam edilmektedir. Bulgaristan bir tarım ülkesi olmakla birlikte son yıllarda bu sektörün ekonomideki payı gerilemiştir. Sosyalist yönetim kurulmadan önce küçük ünitelere bölünmüş ve özel mülkiyete dağılmış olan tarım arazileri 1946’dan sonra kamulaştırılmış ve Emek Tarım Kooperatifleri’nin kurulmasına büyük önem verilerek bu yolla kısa süre içinde büyük işletmeler oluşturulmasına çalışılmıştır. Daha sonra Sovyetler Birliği’ndeki uygulama doğrultusunda kooperatiflerin sayısı azaltılarak paylarına düşen arazi miktarı arttırılmıştır. İkinci tür tarım kuruluşları olan Devlet Tarım İşletmeleri’nin sayıları, kapladıkları alan ve üretim düzeyleri Emek Tarım Kooperatifleri’ne göre çok geride kalmıştır. Bu tür işletmelerde yönetim, bakanlığın tayinleriyle oluşturulan organ veya organlar tarafından yürütülmektedir. Yardımcı Tarım İşletmeleri üçüncü tür tarım kuruluşlarıdır. Bu tür işletmelere konu olan arazilerin mülkiyeti devletin elinde olmakla beraber üyeler bunları kullanma hakkını elde etmişlerdir. Buralarda aile ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapıldığı gibi ürünlerin bölge pazarlarında satılması imkânı da vardır. Bir başka ziraî işletme tipi olan tarımsal-endüstriyel kompleksler, 1970’li yıllarda daha büyük çaplı ziraî işletmeler meydana getirmek amacıyla kurulmuşlardır.

Ülkede önde gelen ve sürükleyici olan kesim sanayidir. 1946’da çıkarılan bir kanunla bütün sanayi kuruluşları kamulaştırılmış, yönetim ve denetimleri tamamen devletin eline geçmiştir. 1984 rakamlarına göre sanayi kesiminde bulunan toplam 2195 kuruluşun 2011’i devlet işletmesi, 184’ü de kooperatif durumundadır. Üretimde devlet işletmelerinin hâkimiyeti açık olup 1984’te toplam sınaî üretimin % 97,8’i bu işletmeler tarafından gerçekleştirilmiştir. Sofya, Pernik, Filibe, Gabrovo ve Rusçuk ülkenin sanayi merkezleri olarak ortaya çıkmış, son yıllarda bunlara kimya ve petrokimya sanayileriyle ilgili olmak üzere Varna ve Burgas civarı da katılmıştır. Varna ve Burgas aynı zamanda ülkenin turizm merkezleridir.

Bulgaristan’ın başşehir Sofya yanında en önemli ticaret merkezleri Filibe ve Varna gibi büyük şehirlerdir. Filibe’de ayrıca her yıl, kuruluşu XIX. yüzyılın sonlarına kadar giden milletlerarası bir fuar açılmaktadır. Ülkede dış ticaret önemli bir düzeye gelmiştir ve ihracat hacmi millî gelirin % 52 gibi (1984) büyük bir oranını oluşturmaktadır. İhracat içinde sanayi malları giderek artmış, tarıma dayalı mallar oranı ise gerilemiştir. İhracatın % 70-80’i başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelere, % 10 dolayında bir miktarı Batı ülkelerine, geri kalanı da az gelişmiş ülkelere yapılmaktadır.

1989’da başlayan demokratikleşme hareketinden sonra sosyalist ekonomik yapıda özelleşme yönünde önemli adımlar atılmaya başlanmıştır. Topraklarda eski mâliklerin mülkiyet haklarının iadesini ve özel ziraî işletmelerin kurulup işletilmesini öngören kanun çıkarılmış, sanayide de özel işletmelerin kurulması ile ilgili çalışmalar ilerlemiştir. Ticarette serbestlik ilkesi giderek genişletilmektedir.

Ülkenin ulaşım şebekesini demiryolu ağı ile kara ve su yolları oluşturur; hava yolu taşımacılığı ise nisbeten daha sınırlıdır. Demiryolu uzunluğu 4000 km. dolayında olup bunun yarısına yakın kısmı elektriklendirilmiştir. Ülkede önemli düzeyde bir karayolu ağı kurulmuştur. Özellikle Türkiye’yi Yugoslavya’ya bağlayan milletlerarası E-5 karayoluna büyük önem verilmiş ve bu yol Varna, Burgas gibi turizm merkezlerine bağlanmıştır. Su yolu taşımacılığı ise Tuna ve Karadeniz’de yapılır. Karadeniz’de en önemli limanlar Varna ve Burgas olup Tuna’da daha küçük çapta limanlar inşa edilmiştir. Taşımacılığın çoğu kara yoluyla, geri kalanı da demiryolu ve su yoluyla yapılmaktadır. Ülke güçlü bir TIR filosuna da sahiptir.

II. TARİH

Osmanlı Öncesi. Eski Bulgarlar (Probulgarlar-Prabalgari) menşe itibariyle Türk ırkından gelmektedirler. Göçebe Türk boylarına mensup olarak II. yüzyılda Orta Asya’dan Avrupa’ya başlayan göçle ilk olarak Hazar denizi-Karadeniz arasındaki topraklara yerleşmişlerdir. Eski Bulgarlar hakkındaki ilk kayıtlar, onların Kafkaslar’da yaşadıkları (354), daha sonra Hunlar’la birlikte akınlara katıldıkları, yenildikten sonra da (453) Kafkaslar’ın kuzeyindeki topraklara yerleştikleri şeklindedir. Eski Bulgarlar’ın Bizans İmparatorluğu ile olumlu ve olumsuz bazı ilişkileri olmuş, VI. yüzyılın ikinci yarısını takip eden yıllarda yine bir Türk boyu olan Avarlar’a tâbi olarak Tisa ve Karpatlar’a yerleşip Avar Boyları Birliği’nin yaptığı bütün savaşlara katılmışlardır. 630’da Avar hakanının ölümünden sonra Eski Bulgarlar kendi adaylarını kabul ettirmek istemiş, ancak çıkan çatışmada bunlardan bir bölümü yok edilmiş, bir bölümü kaçmış, kalanları da Avarlar’ın hâkimiyeti altında erimişlerdir.

Hazar-Karadeniz bölgesinde kalmış olan Bulgarlar ise hâkimiyetlerini Kırım yarımadasına kadar uzatan Batı Türkleri’ne (Silcibu Han) tâbi oldular. VI. yüzyılın sonlarına doğru Kuban nehri, Azak denizi ve Karadeniz bölgesinde yaşayanların katılmasıyla Han Kubrat’ın (Kurt) liderliğinde Probulgar Boyları Birliği oluşturuldu ve bu boyların çok geniş bir alana yayılmış olmalarından dolayı buna Büyük Bulgaristan dendiği belirtildi. Sınırlarını batıda Dinyeper, doğuda Volga (İdil), güneyde ise Kuban nehri oluşturuyordu. Han Kubrat Bizans İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurdu. 650’lerde onun ölümünden sonra Eski Bulgar Boyları


Birliği doğudan gelen Hazarlar’ın saldırısıyla dağıldı. Bazı boylar Hazarlar’ın hâkimiyetini kabul ederken bazıları kuzeydoğuya giderek Volga-Kama nehirleri bölgesine yerleştiler; üçüncü bir grup da Han Kubrat’ın oğullarından biri olan Han Asparuh’un (İsperih) liderliğinde batıya Tuna bölgesine geçerek Tuna deltasının kuzeydoğusuna yerleşti. Bunlar daha sonra Tuna’yı geçip Dobruca’ya girdiler ve Bizans İmparatorluğu’na karşı yedi Slav boyu ve Severiler’le (yine bir Slav boyu) birleştiler. Eski Bulgarlar bugünkü Şumnu-Preslav, Severiler Bizans’tan gelecek akınları önlemek üzere Kocabalkan’ın geçit bölgesine, yedi Slav boyu da Avarlar’dan gelecek akınlara karşı batıya yerleşmişlerdi. Slav-Bulgar birliğinin ve ordusunun başında Bulgar lideri Asparuh bulunuyordu. Hâkimiyet alanları içinde Kocabalkan, batıda Timok ve İskar nehirleri, doğuda Karadeniz, kuzeyde ise büyük bir ihtimalle Güney Besarabya ve bugünkü Romanya’nın Tuna bölgesinde bazı sahalar bulunduğu, başşehrin de Pliska olduğu belirtilmektedir. Asparuh liderliğinde Slav-Bulgar ordusu Trakya’ya girerek birçok şehri tahrip edince, doğu sınırlarında Araplar’la savaşan İmparator IV. Konstantin Asparuh’la anlaşma yaparak Slav-Bulgar Devleti’ne yıllık vergi ödemeyi kabul etti, dolayısıyla bu devletin varlığını tanıdı (681). VIII. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nda bazı iç karışıklıkların çıkması, Han Tervel’e (701-718), tahttan indirilen II. Justinyen’in yeniden yerini almasına yardım fırsatını verdi. Bunun karşılığında Bulgaristan Kocabalkan’ın güneyinde Zagore bölgesini, Tervel de imparatordan sonra gelen bir unvan ve birçok hediyeler aldı. Han Tervel ayrıca Araplar’ın İstanbul’u kuşatmaları üzerine (717) Trakya’da Arap güçlerine saldırıp onları kuşatmadan vazgeçirmek için Bizans’a yardım etti.

VIII. yüzyılın ilk yarısında Bizans İmparatorluğu’nun yeniden güçlenmesi, o sırada Slav-Bulgar Devleti toprakları olan alanlar üzerinde eski hâkimiyetini kurma düşüncesini doğurdu. Özellikle V. Konstantin (741-775) bunda çok ısrarlı idi ve Bizans’ın daha önce ödemeyi kabul ettiği vergiyi ödemediği gibi Slav-Bulgar Devleti sınırında bazı kaleler yapmaya başladı. Bu sebeple çıkan savaşta Slav-Bulgarlar yenildi, Zagore bölgesi geri alındı ve Konstantin kesin sonuca ulaşabilmek için yeni akınlar düzenlendi. Ancak Eski Bulgar aristokrasisinde beliren ikiliğe rağmen yeni savaşta Bizans mağlûp olarak yeniden vergi ödemeye mecbur edildi. Bu dönemde Han Telerig (768-777) ve Han Kardam (777-802) idareyi yürüttüler. Han Krum (803-814) yönetiminde Slav-Bulgar Devleti kuzeybatıda verimli alanlara ve Tisa nehrinin doğusuna yöneldi, 805’te Avarlar’ın topraklarını ve madenlerini ele geçirdi. Genişleme öteki alanlara ve güneye doğru da sürdü, Sredets (Sofya; 809) ile Edirne (813) alındı ve Bulgar ordusu İstanbul’a kadar geldi (813).

Han Krum, Slav-Bulgar Devleti’ni güçlü kılabilmek için Slav nüfusla Bulgar nüfusu birleştirmeye çalıştı. Bu durum Bulgar topraklarında feodalitenin gelişmeye başladığı dönemdir. Han Krum, aynı zamanda feodal düzeni ve feodallerin gücünü pekiştiren kanunlar çıkaran hükümdar olarak da bilinmektedir. Han Omurtag döneminde ise (816-831) Bizans’la otuz yıllık barış yapılmış ve önemli imar hareketleri gerçekleştirilmiştir. Han Presiyan döneminde de (836-852) Helenleşmelerini önlemek için bazı Slav boylarının bulunduğu Makedonya’nın önemli yerleri ve Rodoplar ele geçirildi. Boris zamanında (852-889) Hıristiyanlık kabul edilerek (865) devletin resmî dini oldu ve Bulgar kilisesi İstanbul’a bağlandı. Hıristiyanlığın kabulü ile devletin öteki hıristiyan devletler nezdinde itibarı yükseldiği gibi içeride Slav nüfusla Bulgar nüfus arasında kültür kaynaşmasının yolları da daha iyi sağlandı. Bu kaynaşma, devlete kendi adlarını vermiş olmalarına rağmen, Bulgarlar’ın Slav dili ve kültürü içinde erimeleri biçiminde gerçekleşti.

Bulgar Devleti’nin Bizans aleyhine genişlemesi özellikle Simeon döneminde (893-927) olmuş, Bulgar ordusu Gelibolu yarımadasını ve Girit’e kadar olan sahayı ele geçirip İstanbul surlarına gelmiş, İstanbul’u almak için giriştiği hazırlıklar ise Simeon’un ölümüyle sonuçsuz kalmıştır. Simeon döneminde Bulgar kilisesinin bağımsızlığı ilân edilmiştir. Onun yerine geçen Petar zamanında (927-970) Bizans’la bir barış dönemi yaşanmış, oğlu II. Boris yapılan savaşlarda Bizans’a yenilmiş, hatta başşehir Preslav’ın adı Bizans imparatorunun adına izâfeten Yoanopolis olarak değiştirilmiştir. Böylece 971’de Trakya ve Kuzey Bulgaristan Bizans tarafından zaptedilmiş, batı ve güneybatı Bulgar toprakları bağımsızlığını korumuştur.

Buralardaki yönetim dört feodal (bolyar) kardeş David, Moisey, Aron ve Samuil’e geçmiş, başşehirleri de başta Sredets, sonra Prespa, daha sonra da Ohri olmuştur. X. yüzyıl ortalarında Petar’ın yönetim döneminde toprağa bağlı köylülerin durumu çok daha ağırlaşmış ve köylüler feodal yönetim karşısında giderek gelişen bir tepki oluşturmaya başlamışlardır. Sonunda bu tepki kendisini bir din adamının şahsında tecessüm ettirmiş ve Bogomillik olarak tarihte yerini almıştır. Bogomiller sadece İncil’e inanmışlar, dış dünyayı ve resmî hıristiyan kilisesinin görüşlerini reddetmişlerdir. Feodal düzenden şikâyetçi geniş köylü kitleleri, bu arada kendilerini ezilmiş hisseden öteki kişiler Bogomilliğin görüşlerine büyük bir samimiyetle sarılmışlar, günlük feodal hayattan kaçıp huzuru âdeta burada bulmak istemişlerdir. Böylece Bogomillik önemli bir sosyal hareket niteliği kazanmıştır. Ancak kilise ve yönetim buna şiddetle karşı çıkmıştır.

Dört bolyar kardeşten sonuncusu Samuil yönetimi üstlenmiş, ancak Bizans’ın hâkimiyetine geçme durumuna gelmiş olan Sofya 1001’de elden çıkmış, daha sonra Vidin, Üsküp ve öteki kaleler Bizans’ın eline geçmiştir. 1014’te Stumitsa yöresinde yapılan savaşta Bulgar ordusu Bizans ordusunca yok edilmiş, Samuil’in savaş alanından kaçması ve yeniden toparlanma teşebbüsleri de sonuçsuz kalmıştır. 1018’de ise İmparator Vasiliy’in Bulgar başşehri Ohri’ye girmesiyle Bulgar toprakları tamamıyla Bizans hâkimiyetine girmiş ve bu durum 1187 yılına kadar sürmüştür.

Bizans hâkimiyetinde Bulgar köylüsünün durumu kötüleşmiş, tarımda daha önceden var olan aynî vergi paraya çevrilmiş, bu ise köylüye önemli bir yük oluşturmuştur. Ayrıca yeni vergiler getirilmiş, XI. yüzyıl ortalarında Bizans’ta “pronia” denilen bir uygulama geliştirilmiş, bu da halk üzerinde büyük baskılara sebep olmuştur. Bunlara ilâve olarak ilki 1096-1097’de başlayan Haçlı seferlerinin Belgrad – Sofya – Filibe – İstanbul ve Arnavutluk – Makedonya – Trakya – İstanbul yollarını takip etmesi, buralardaki nüfusun hayatına ve mal varlığına olumsuz etkilerde bulunmuştur. Bu şartlar karşısında, özellikle daha 1040 yılında aynî vergilerin paraya dönüştürülmesiyle memnuniyetsizlik ayaklanma halini almış, Samuil’in torunu Petar Delyan liderliğinde başlayan ayaklanmada Belgrad’dan güneye doğru kayarak yerli bolyarların da desteğiyle Üsküp dahil olmak üzere birçok kale ele geçirilmiştir. Ancak


ayaklanma bir süre sonra bastırılmış, feodal yönetimin Bulgar köylüleri üzerindeki baskısı daha da ağırlaşmıştır.

Bu baskılar üzerine Bizans hâkimiyetine karşı 1185’te Tırnova çevresinde Bolyar Petar ve Bolyar Asen kardeşlerin önderlik ettikleri bir başka ayaklanma başladı. Köylülerin de önemli ölçüde destek verdikleri bu harekette önce eski başşehir Preslav’a girilmiş ve hemen hemen bütün Kuzey Bulgaristan ele geçirildikten sonra Trakya’ya yürünmüştür. Bizans imparatoru 1186’da bu toprakları yeniden zaptetmişse de Tuna’yı geçerek Kumanlar’a sığınmış olan Petar ve Asen kardeşler buradan sağladıkları ordu ile Kuzey Bulgaristan’ı yeniden ele geçirmişler ve 1187’de Bizans imparatorunu barış yapmak zorunda bırakmışlardır. Böylece Bizans ikinci Bulgar Devleti’ni tanımış, yönetimin başına da I. Asen geçmiştir. Daha fazla bağımsızlık isteyen bolyarlarla I. Asen arasındaki mücadelede I. Asen hayatını kaybetmiş (1196), yönetimin başına kardeşi Kaloyan (1197-1207) geçmiş ve eski yerlerden bazılarını yeniden Bulgar topraklarına katmıştır. Daha sonra Boril (1207-1218) ve II. İvan Asen (1218-1241) zamanında içte merkezî devletin gücü arttırılmaya çalışılmış, dışta da ülke çıkarları açısından değişken bir politika takip edilmiştir. Ancak bundan sonra Bulgar Devleti yönetiminin, bolyarların anlaşmazlıklarından ve güçlerinin giderek artmasından dolayı zamanla zayıflamış olduğu görülmektedir. 1241’lerde Bulgaristan Tatarlar’ın hücumuna uğramış, en güçlü bolyar grubunca yönetim başına getirilen Konstantin Tih’çe (veya Asen, 1257-1277) tarafından da düzen sağlanamamıştır. Kral (tsar) ve bolyar topraklarında çalışan köylülerin durumları giderek ağırlaşmıştır. Kral memurlarının suistimalleri ve diğer sebepler köylüler için durumu artık dayanılmaz hale getirmiştir. 1270’li yıllarda Tatarlar’ın ülkeye kuzeydoğudan başlattıkları baskılar günlük olaylardan olmuştur. Bunlara karşı gelmeye ise ne Tatarlar’ın vassâli durumunda olan kral ne de bolyarlar cesaret edebilmişlerdir. Bütün iç ve dış baskılara yani feodaliteye karşı bir ayaklanma hareketi olmuş, bu hareket bir domuz çobanı olan İvaylo’ya izâfeten “İvaylo Ayaklanması” adıyla tarihe geçmiştir. Ayaklanma bütün ülkeyi sarıp İvaylo’yu adım adım krallığa kadar getirmiş, ancak sonunda o da öldürülmüştür. Bu dönemde artık devletin gücü kalmamış, kendini kuvvetli hisseden bolyar grubu kendi adaylarını tahta oturtmaya başlamış, böylece ülkede güçlü bolyarlar tarafından ayrı siyasî merkezler ortaya çıkarılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Statistiçeski Godişnik na Tsarstvo Balgariya, Sofia 1939; L. A. D. Dellin, Bulgaria, New York 1957; Tayyip Gökbilgin, Rumelide Yörükler, Tatarlar ve Evlâdı Fatihan, İstanbul 1957; T. Yordanov – Hr. Marinov, İkonomiçeska Geografiya, Varna 1967; Statistiçeski Godişnik na Nr. Balgariya, Sofia 1969; Problems of Transition from Capitalism to Socialism in Bulgaria (nşr. Bulgarian Academy of Sciences), Sofia 1976; İ. M. Maergolza v.dğr., Ekonomiçeskaya Geografiya Zarubejnih Sotsialistiçeskih Stran, Moskva 1978; 100 Godini Balgarska İkonomika, Sofia 1978; Statistiçeski Godişnik na Nr. Balgariya, Sofia 1981; Statistical Reference Book. P. R. Bulgaria, Sofia 1984; Statistiçeski Spravnoçnik na Nr. Balgariya, Sofia 1985; Nazif Kuyucuklu, Balkan Ülkeleri İktisadı 2: Bulgaristan, İstanbul 1987; “La Potantiel Energetique de la P. R. Bulgaria”, Problemes Economiques, V, Sofia 1981; B.-Ch. Jelavich, “Bulgaria”, EAm., IV, 742-752; Akdes Nimet Kurat, “Bulgar”, İA, II, 781-796; TA, VIII, 383-396; EBr., IV, 385-396; “Bulgarie”, EUn., III, 681-692; GSE, III, 350 vd.

Nazif Kuyucuklu





Osmanlı Dönemi.

Osmanlılar’ın Rumeli’ye geçip Edirne ve Filibe’yi almaları üzerine bu bölgelere sınırı bulunan Bulgarlar’la ilk olarak temasa geçildi. Bulgar Çarı İvan Aleksandr Asen Osmanlılar’ın ilerlemesinden endişeye düşerek 1362 ile 1363 yılları arasında Osmanlılar’ın fethettikleri bazı yerleri geri aldı. Ancak 1365’te ölümü Bulgar Devleti’nin parçalanmasına sebep oldu ve Bulgar topraklarının fethi kolaylaştı. Çarın büyük oğlu İvan Stratişimir Vidin ile Batı Bulgaristan’a, küçük oğlu veliaht Sasmanos (Şişman) ise Bulgar Krallığı’nın merkezi Tırnova ve Orta Bulgaristan ile Silistre, Niğbolu, Yanbolu, Sofya gibi yerlere hâkim olmuştu. Batı Bulgaristan’a hâkim bulunan İvan Stratişimir, kayınbiraderi Eflak Prensi Vladislav (Layko) ile damadı Bosna Kralı Tvartko’nun yardımıyla Şişman’ın elinden Sofya’yı alarak kardeşiyle mücadelesinde Osmanlılar’ın yardımını istedi. Ancak bu sırada Balkanlar’a göz dikmiş bulunan Macar Kralı Layoş 1365’te Vidin’i ele geçirdi ve Stratişimir ile ailesini Hırvatistan’a sürdü. Macar kralı ayrıca 200.000 kadar Bulgar’ı zorla Katolik yaparak Katolik rahipler vasıtasıyla Bulgarlar üzerindeki baskıyı arttırdı. Bu vaziyete dayanamayan Batı Bulgarları 1369’da Şişman ile Eflak prensini kendilerini kurtarmaya davet ettiler. Bunun üzerine Macarlar Vidin’den atıldı, fakat bir yıl sonra Layoş tekrar Vidin’e girerek büyük zulümlerde bulundu. Bununla beraber Vidin daha sonra Eflak Kralı Vladislav tarafından yeniden alınarak Stratişimir’e verildi ve kral Macar hâkimiyetini tanıdı. Bu sırada Kral Şişman Türkler’e karşı Avrupa’dan yardım talebinde bulunmak için ülkesinden geçen Bizans İmparatoru Yuannis’i hapsetti ve 1367’de Türkler’le iş birliğine giderek Vidin’e bir saldırı düzenledi. Ancak Yuannis’in dayısı Savua Kontu Amadée Bulgarlar’a ait Süzebolu, Ahyolu ve Misivri’yi alıp Yuannis’i serbest bıraktırdığı gibi Eflak Prensi Vladislav ve Macarlar’dan sağladığı yardımla Kral Şişman’ı Vidin’den attı. Bu arada Eflaklılar 1373’te Niğbolu’yu işgal ettiler. Öte yandan güneyden de Osmanlılar tarafından sıkıştırılan Bulgarlar Trakya’dan atıldılar.

Bugünkü Bulgaristan’ı oluşturan topraklara karşı ilk Osmanlı fütuhatı I. Murad zamanında başladı. Edirne’nin fethi sırasında Meriç vadisine hâkim ve Edirne’yi koruyacak biçimde bulunan Çirmen fethedildi. Ardından Yanbolu Timurtaş Paşa, Zağra ve çevresi ise Lala Şâhin Paşa tarafından alındı. Fethedilen bu yerlere Anadolu’dan Türk göçmenler getirilerek nüfus arttırıldı ve bölge idarî teşkilâtta Rumeli eyaleti içerisine dahil edilerek Çirmen, Hasköy, Çırpan, Akçakızanlık, Yeni Zağra ve bugün Türkiye’nin Ergene bölgesiyle Eynepazarı ve Tekirdağ vilâyetinden meydana gelen ilk Osmanlı sancaklarından olan Çirmen sancağı teşkil edildi. Böylece Türkler bölgeye kesin olarak yerleştiler. Nitekim XVI. yüzyılda (1530) sancak nüfusunun % 88’i (yaklaşık 35.000) müslüman Türkler’den, % 12’si de (yaklaşık 5.000) Bulgar, Rum ve diğer gayri müslimlerden meydana gelmekteydi. III. Murad döneminde de nüfusun % 87’si (yaklaşık 59.000) müslüman Türkler’den, % 13’ü (yaklaşık 9.000) Bulgar ve diğer müslüman olmayan unsurlardan teşekkül etmekteydi.

Osmanlılar’ın Balkanlar’da Morava’ya kadar ilerlemesi ve Sırp Krallığı’yla sınır komşusu olması Sırp ve Bosna Slavları arasında endişe doğurarak bu iki prensliğin birleşmesine ve Osmanlılar’a karşı birlikte hareket etme kararı almalarına yol açtı. Nitekim 1388 yılında, Neşrî ve Hoca Sâdeddin Efendi’nin bildirdiğine göre Lala Şâhin, Âşıkpaşazâde’nin kaydettiğine göre ise Timurtaş Paşa’nın kumandasında Bosna’ya akında bulunan 20.000 kişilik bir akıncı kuvveti, Bosna


Kralı Tvartko ile Sırp Despotu Lazar kumandasındaki 30.000 kişilik müttefik kuvvetlerine Ploşnik mevkiinde mağlûp oldu (1388). Bu bozgunda 15.000 Türk akıncısının şehid düştüğü kaynaklarda belirtilmektedir.

Osmanlı kuvvetlerinin Ploşnik’te uğradığı bu hezimet, hıristiyan dünyasında, öteden beri yenilmez denilen Türkler’in yenilebileceği inancının hâkim olmasına ve dolayısıyla Balkanlar’ın büyük bir kısmını ele geçirmiş olan Osmanlı Devleti’ne karşı geniş çaplı bir ittifaka sebep oldu. Nitekim Türkler’i Balkanlar’dan tamamıyla atmak düşüncesiyle Sırp, Bulgar, Eflak (Ulah), Boşnak, Arnavut, Macar, Boğdan, Çek ve Bosna krallıkları aralarında anlaşarak kuvvetlerini Osmanlılar’a karşı birleştirdiler. Buna mukabil Sultan I. Murad, Balkan ittifakına karşı bir tedbir olmak üzere Vezîriâzam Çandarlı Ali Paşa’yı Bulgarlar’ın saf dışı bırakılmasına memur etti. Bunun üzerine Çandarlı Ali Paşa 30.000 kişilik bir kuvvetle hızla Bulgar topraklarına girerek Pravadi ve Şumnu’yu zaptetti, ardından Bulgar başşehri Tırnova’yı aldı. Bu durum karşısında Bulgar Kralı Şişman Niğbolu’ya çekildi. Ancak Sultan Murad’ın ordusuyla buraya gelmesi karşısında itaat etmek mecburiyetinde kaldı. Fakat Osmanlı ordusu çekilir çekilmez yeniden isyan eden Kral Şişman’a karşı yeni bir askerî harekâta girişmek mecburiyeti doğdu ve Ali Paşa başta Silistre, Hezargrad, Rusçuk gibi kaleler olmak üzere pek çok kaleyi ele geçirdi. Bu arada Niğbolu Kalesi de fethedilerek kral ailesiyle birlikte esir alındı. Ayrıca Bulgarlar’a yardım için gelen Sırp kuvvetlerince ele geçirilen Şehirköy de geri alındı ve böylece Bulgar Krallığı Osmanlı idaresi altına girdi, Balkan ittifakına da büyük bir darbe vuruldu.

Kral padişah tarafından vergiye bağlanmak suretiyle affedildi ve Tırnova ile bir kısım yerler kendisine bırakıldı. Ancak 1392’de Macar Kralı Sigismund’la gizlice haberleşen ve Osmanlılar’a karşı tavır takınan Şişman’ın bu durumu Yıldırım Bayezid tarafından öğrenilince krallığın tamamen ortadan kaldırılması kararı verildi. Bunun üzerine 1393’te Yıldırım’ın büyük oğlu Süleyman Çelebi kumandasında sevkedilen kuvvetler Bulgar başşehri Tırnova’yı ele geçirerek Bulgar Krallığı’na son verdiler. Kral Şişman ve Bulgar patriği esir alındı. Bu savaş sonrasında kralın oğlu Aleksandr Müslümanlığı kabul ederek Samsun sancak beyliğine tayin edildi.

Osmanlı idarî teşkilâtında, Bulgaristan’ın bugün yer aldığı sahalarda XVII. yüzyıl başlarına kadar Rumeli eyaleti içerisinde olmak üzere Sofya, Vidin, Silistre, Niğbolu, Çirmen, Vize ve Köstendil sancakları yer almaktaydı. XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinden öğrenildiğine göre fetihten hemen sonra bölgenin tahrirleri yapılmış, bu tahrirlerde yer alan kanunnâmelerle bütün sancak ve kazaların vergi ve ticaretle ilgili hususları düzenlenmiş, ayrıca her beldenin müslüman, hıristiyan ve yahudi gibi dinî; Türk, Rum, Bulgar, Çingene, yahudi, Ulah gibi millî unsurları tesbit edilmiştir. 1632 yılından itibaren Bulgaristan’da Silistre, Niğbolu, Çirmen, Vidin ve bazı kazaları Bulgaristan’da olmak üzere Vize gibi Özi eyaletlerine bağlı sancaklar bulunmaktaydı. Bu sancaklara bağlı bazı şehirlerin XVI. yüzyılda çeşitli tarihlerdeki nüfusları hâne olarak şu şekildeydi:

Şehirlerde ve köylerde yaşayan nüfusun büyük bölümü yörük adı altında geçiyordu. Bunlardan Tanrıdağı (Karagöz) yörükleri 1543’ten 1642 yılına kadar olan dönemde Bulgaristan’ın Çırpan, Karacıkdağı, Eski Zağra, Akçakızanlık, Karinâbâd, Filibe, Hatuneli, Rus Kasrı, Havass-ı Mahmud Paşa, Ahyolu, Yeni Zağra, Varna, Hırsova, Silistre, Şumnu, Pravadi, Niğbolu, Çernova, Tırnova ve Razgrad şehir ve kasabalarında dağılmış durumdaydı. Naldöken yörükleri de 1543’ten 1609’a kadar İhtiman, İzladi, Tatarpazarcığı, Filibe, Çirmen, Yanbolu, Ahyolu, Şumnu, Varna, Pravadi, Hırsova, Silistre, Aydos, Çernova, Tırnova, Lofça, Niğbolu, Hasköy, Çırpan, Kızanlık, Cisr-i Mustafa Paşa, Yenice-i Zağra ve Eski Zağra’da yayılmışlardı. Selânik yörüklerinin büyük bir kısmı bütün Makedonya ve Tesalya’da, dağınık ve az olarak da Bulgaristan ve Dobruca’da yer almaktaydı. Ofçabolu yörükleri de Manastır ve Kosova vilâyetleriyle az miktarda Bulgaristan ve Dobruca’da yerleşmişlerdi. Vize yörükleri bugünkü Türkiye’nin Trakya bölümü ile Dimetoka ve Hasköy’de iskân edilmişti. Nihayet Kocacık yörükleri 1543-1584 yılları arasında Hırsova, Varna, Pravadi, Aydos, Rus Kasrı, Ahyolu, Karinâbâd, Şumnu, Burgaz, Kızılağaç, Yanbolu, Filibe, Silistre, Hacıoğlupazarcığı, Akkirman, Bender ve Kili’de yerleşmişti.

XIX. yüzyıla kadar Türk idaresinden şikâyetçi olmayan Bulgarlar’ın 1789 Fransız İhtilâli’nin milliyetçilik ve Ruslar’ın panslavist politikası ile Fener Rum Ortodoks Patrikhânesi’nin Bulgarlar’ı istismarı, isyan komitelerinin kurulmasına ve Bulgaristan’da ilk olayların başlamasına sebep olmuştur. Ancak ilk zamanlar Bulgar halkının desteklemediği bu isyan komitelerinin hareketleri zamanla Paisii, Sofroni, Neophytos gibi Bulgar papazlarının ve Jorge Venelin adlı Rus filologun çalışmaları ile genişledi ve Bulgarlar’da istiklâl düşüncesini uyandırdı. Bunun sonucu olarak bazı ayaklanma teşebbüsleri oldu, fakat elebaşıların bertaraf edilmesiyle bir isyan çıkmadı. Bulgarlar’ın Osmanlı Devleti’ne karşı ilk ciddi hareketleri 1841 yılında, verginin ağırlığı ve memurların Bulgarlar’a kötü muamelesi iddiasıyla Leskofça ve Niş şehir ve köylerinde ayaklanma şeklinde başladı. İsyan kısa sürede bastırıldı, ancak büyük devletlerin de müdahalelerine yol açıldı. Nitekim vergi ve bazı idarî düzenlemeler yapılmasına rağmen Ruslar’ın kendilerine destek verecekleri ve onları ezdirmeyeceklerini belirten beyannâmeler dağıtmak suretiyle Bulgarlar’ı isyana teşvik etmeleri yüzünden 1849 yılında Vidin’de yeniden isyan çıktı ve iki yıl sürdü. Bu isyan da güçlükle bastırılabildi. Buna karşılık Kırım Harbi Rusya’nın müstakil Bulgaristan tasarısını bir müddet geri bıraktı. Ancak Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’ndan da faydalanarak önce bir Bulgar papaz evi, 11 Mart 1870 tarihinde de müstakil Bulgar kilisesi kuruldu.

Bulgar kilisesinin kurulması için çalışmalar yapılırken 1867’de dışarıda hazırlanan Bulgar isyanı patlak verdi. Bükreş, İbrâil, Yerköyü gibi Eflak’ta hazırlanan çeteler Tuna’yı geçerek Ziştovi’de halkı isyana teşvik ettiler. İsyan Midhat Paşa tarafından bastırıldı, âsiler Rusçuk ve Tırnova’da muhakeme edilerek idam edildiler. Ancak yeni isyan hazırlıkları yapılmaya


devam etti. Nitekim 1875 yılında Rusya’nın Filibe ve Rusçuk konsoloslarının da yardımıyla kurulan yeni ihtilâl cemiyetleri ortaya çıkarıldı. Buna rağmen idarecilerin âcizlikleri Nisan 1876’da büyük bir isyanın çıkmasına sebep oldu. Türk köy ve kasabaları yakıldı, müslüman ahali katledildi. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın Rus elçisi İgnatiyef’in sözlerine göre hareket etmesi sebebiyle isyanın bastırılması uzadı. Pek çok yer yakıldı, yıkıldı ve nihayet 18.000 kişilik bir askerî kuvvet gönderilmek suretiyle isyan büyük zorluklarla bastırılabildi.

Hersek ve Karadağ meselesinden çıkan ve Osmanlı tarihlerinde 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Bulgaristan için de son derece önemli neticeler doğurdu. Bu savaş sonunda İstanbul yakınlarına kadar gelen Ruslar’ın desteğinde Bulgarlar tarafından müslüman-Türk halkı büyük zulüm gördü; öldürme ve yağma dışında başta cami ve mezarlıklar olmak üzere Türkler’le ilgili her şey büyük çapta yok edildi. Bütün cephelerde Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sona eren savaş sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile de Tuna ile Balkanlar arasında Sofya, Niğbolu, Ziştovi, Rusçuk, Silistre, Varna, Şumnu, Lofça ve Tırnova gibi şehirleri içine alan muhtar bir Bulgaristan Prensliği kuruldu. Ayrıca aynı antlaşma ile Filibe, İslimye, Eski Zağra, Tatarpazarcığı, Burgaz ve Hasköy sancaklarından müteşekkil Doğu Rumeli vilâyeti oluşturuldu. Prenslik 1885’te Doğu Rumeli vilâyetini de topraklarına kattı. 1912 Balkan Savaşı sonunda Bulgaristan Batı Trakyası olarak adlandırılan Kırcali, Koşukavak, Ortaköy, Gümülcine Yaylası, Darıdere, Eğridere, Paşmaklı, Rodopçuk, Nevrekop ve Razlık ilçeleri de Bulgaristan topraklarına dahil edildi. Böylece 1885’te 96.000 km² olan Bulgaristan, bu Türk ilçelerinin ilâvesiyle 111.000 km²’lik bir devlet haline geldi. Son olarak ise Romanya’dan Güney Dobruca bölgesi Bulgaristan’a katıldı.

Bulgaristan bölgesinde XIX. yüzyıldan itibaren önemli nüfus değişmeleri olmuştur. Bu değişme genel olarak çete hareketleri ve savaşlar sebebiyle Türkler aleyhine gerçekleşmiştir. Meselâ 1831 yılında yapılan ilk Osmanlı nüfus sayımında Bulgaristan’ın Cisr-i Mustafa Paşa, Çırpan, Ahî Çelebi, Akçakızanlık, Eski Zağra, Tırnova, Sutaliç, Torluk, Sahra, Filibe, Tatarpazarcığı, İhtiman, Sofya, Berkofça, Lofça, Plevne, Rahova, Niğbolu, Ziştovi, Rusçuk, Yanbolu, Yeni Zağra, Kızılağaç, Hasköy, Varna, Karinâbâd, Rus Kasrı, Aydos, Yenipazar ve Kozluca şehirlerinde yaklaşık 197.027 Türk, 269.285 Bulgar, Rum ve Sırp erkek nüfus bulunduğu ve bunlara kadınlar da eklendiği takdirde Türk nüfusun yaklaşık 394.054, Bulgar, Rum ve Sırp nüfusun ise 538.570 dolaylarına ulaştığı tahmin edilmektedir.

1868 yılında Tuna vilâyetinde 610.000 hıristiyan, 412.417 müslüman nüfus gösterilmektedir. Bu nüfus içerisinde Bulgar asıllı olanlar 490.467, Türk nüfus da 359.907 idi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde ise Doğu Rumeli vilâyeti bölgesinde toplam 250.000 Türk, 400.000 civarında da Bulgar nüfusu yer almaktaydı. Savaş sonrasında Türk nüfusu 120.000’e, Bulgarlar da 390.000’e düşmüştür.

Alman A. Ritter tarafından 1878’de Doğu Rumeli nüfusu 1.304.352 olarak kaydedilmektedir. Bu verilen nüfusun 810.294’ü hıristiyan, 503.058’i müslüman olarak gösterilmiştir. Aynı bölgenin nüfusu, yine 1878 tarihli salnâmeye göre, her hâne beş kişi sayılmak üzere 1.914.638’dir. Bu rakam, Berlin Kongresi’ne sunulmak üzere Saffet Paşa tarafından Musurus Paşa’ya gönderilen ve onun tarafından 11 Nisan 1878’de Salisbury’ye verilen raporda da kaydedilmiştir. Rus Teplow’un Doğu Rumeli’nin nüfusu ile ilgili olarak verdiği bilgiler de bu rakama yaklaşık olup yine ona göre Vidin, Tırnova, Niş ve Sofya’da Bulgarlar’ın, Rusçuk, Varna, Tulça, İslimye ve Filibe’de Türkler’in çoğunlukta olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan, Osmanlı Devleti’nin Doğu Rumeli’nin Filibe ve İslimye sancakları ile ilgili nüfus istatistiklerinde 170.422 Türk, 286.024 Ortodoks ve Katolik nüfus gösterilmektedir.

Bağımsız Bulgar hükümetinin 1888’de neşrettiği resmî nüfus sayımına göre Bulgaristan Prensliği’nde nüfus 2.193.434 olarak tesbit edilmektedir. Aynı tarihte Doğu Rumeli’nin nüfusu da 960.941 idi. Buna göre bütün Bulgaristan’daki toplam nüfus 3.154.375 olup bunun 607.372’si Türkçe konuşan müslümanlar olarak gösterilmiştir (toplam nüfusa göre % 19.25). Bulgarlar ise 58.000 Rum ve 162.000 de diğer milletlere ait nüfus çıktıktan sonra 2.130.000 olarak tesbit edilmektedir (% 67.52).

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ve sonrasında sivil halktan 500.000 ile 600.000 Türk’ün öldürüldüğü veya göçe zorlandığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra Rodoplar’da Rus kuvvetlerine karşı uzun süre mukavemet eden Pomaklar’ın da antlaşma imzalanmasından sonra baskılar karşısında büyük ölçüde Türkiye’ye göç ettikleri, diğer taraftan Filibe sancağında 1875’te 300.000 olan Türk nüfusun savaş şartları ve Bulgar zulmü dolayısıyla 1878’de 15.000’e düştüğü görülmektedir. Belgelerde 1880 yıllarında devlet tarafından resmen yerleştirilmesi için emir çıkarılan 150.000 göçmenden bahsedilmektedir. Resmî Bulgar istatistiklerine göre 1893 ile 1902 arasında 72.524 müslüman Türk Türkiye’ye göç etmiştir. 1908-1909 yıllarında ise Balkan ülkelerinden gelen göç dalgası daha da artmış ve özellikle 1913’te Balkan Savaşı sonunda en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Savaştan sonra 115.883 kişi Hicret ve Muhâcirîn Müdüriyet-i Umûmiyyesi’ne başvurarak iskânını istemiştir.

1913’te Batı Trakya bölümü önce Bulgarlar’ın, 1919’da Bulgaristan ve Yunanistan’ın idaresine geçince Bulgaristan Batı Trakyası’nda on Türk ilçesi ve burada yaşayan 333.321 Türk Bulgar idaresine girmiştir. Kayıtlardan anlaşıldığına göre bu nüfusun 3800’ü öldürülmüş, 34.000’i de baskılar karşısında göç etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu sırada bölgede ancak 10.720 Rum ve 50.967 Bulgar bulunuyordu. Nitekim A. Ischirkoff da Bulgaristan tarafında kalan kısımda sadece Pomaklar’ın 121.000 nüfusa sahip olduğunu kaydetmektedir. Buna karşılık 1916’daki resmî Bulgar istatistiğine göre Bulgaristan’ın Batı Trakya bölümünde 209.618 Türk nüfus bulunduğu bildirilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, TD, nr. 50, s. 1; nr. 370, s. 190-191; nr. 492, s. 10-26; nr. 651; BA, Yıldız Evrakı, Ks. 18, Evr. nr. 553/146, Kar. nr. 93, Zrf. nr. 34; Karamânî Mehmed Paşa, Tevârîhu’s-selâtîn (trc. İ. Hakkı Konyalı, Osmanlı Sultanları Tarihi içinde), İstanbul 1949, s. 347; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 61; Oruç b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osmân, s. 25; Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 239, 241, 259, 269, 279, 281, 285, 287, 293, 297, 303, 305; Feridun Bey, Münşeât, I, 112; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, I, 74, 84, 104, 119, 120, 122, 125; Ayn Ali, Kavânîn-i Âl-i Osmân, s. 11-12; Mir’ât-ı Hakîkat (Miroğlu), I, 81-87, 132-137, 166-169, 684-690; A. Ischirkoff, Bulgarien, Land und Leute, Leipzig 1917, II, 16; Les Statistiques de la population en Thrace-Occidentale, İstanbul 1922, s. 35-56; Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Ankara 1943, s. IV-V, 17, 19-23; Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğu’nda


İlk Nüfus Sayımı, 1831, Ankara 1943, tür.yer.; a.mlf., Osmanlı Tarihi, VII, 83-101; Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, s. 9-12, 19-29, 56-57, 70-71, 75, 80, 84, 92; a.mlf., Edirne ve Paşa Livâsı, s. 13, 18-19; Cevat Eren, Türkiye’de Göç ve Göçmen Meseleleri, İstanbul 1966, s. 79-81; Mehmet Beytullov, Jivont nanaseleniets ot Turski Proizhod u NRB, Sofia 1975, s. 68; Metin Kunt, Sancaktan Eyalete, 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, İstanbul 1978, s. 125-126, 150-151, 186; Nicolaj Todorov, La Ville Balkanique aux XVe-XIXe siècles, développement, socio-économique et démographique, Bucarest 1980, s. 38-39; Kemal Karpat, Ottoman Population, 1830-1914, Wisconsin-London 1985, s. 50, 51, 75; a.mlf., “By Way of Introducing this Issue: Bulgaria’s Methods of Nation Building-the Annihilation of Minorities”, International Journal of Turkish Studies, IV/2, İstanbul 1989, s. 1-22; Süleyman Oğuz, Osmanlı Vilâyet İdaresi ve Doğu Rumeli Vilâyeti (1878-1885), İstanbul 1987; Bilal Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, Ankara 1989, I; II, s. XXXI-CLXXXII; a.mlf., “Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırma ve Belgeler, IV”, TK, sy. 276 (1986), s. 257-262; a.mlf., “The Turkish Minority in Bulgaria: History and Culture”, International Journal of Turkish Studies, IV/2 (1989), s. 159-175; Mohàmmed Djinguiz, “L’Islam en Bulgarie et dans la Roumélie Orientale”, RMM, V/7 (1908), s. 482-499; Ahmed Refik [Altınay], “1282 Bulgar İhtilali”, TTEM, IX/86 (1341), s. 137-164; Irwin T. Sanders, “The Moslem Minority of Bulgaria”, MW, XIV/4 (1934), s. 356-369; Ö. Lûtfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, İFM, XI/1-4 (1949), s. 524-569; a.mlf., “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, VD, II (1974), s. 298, 300, 301, 338-349, 359-361; Münir Aktepe, “XIV ve XV. Asırlarda Rumeli’nin Türkler Tarafından İskânına Dâir”, TM, X (1953), s. 299-312; Halit Mollahüseyin (Eren), “Muslims in Bulgaria: A Status Report”, JIMMA, V/1 (1984), s. 136-144; Ali Eminov, “The Status of Islam and Muslims in Bulgaria”, a.e., VIII/2 (1986), s. 278-301; İlhan Şahin – Feridun Emecen – Yusuf Halaçoğlu, “Turkish Settlements in Rumelia (Bulgaria) in the 15th and 16th Centuries”, International Journal of Turkish Studies, IV/2 (1989), s. 23-42; R. J. Crampton, “The Turks in Bulgaria, 1878-1944”, a.e., s. 43-78; Machiel Kiel, “Urban Development in Bulgaria in the Turkish Period: The Place of Turkish Architecture in the Process”, a.e., s. 79-129; Yusuf Halaçoğlu, “XVI. Yüzyılda Sosyal, Ekonomik ve Demografik Bakımdan Balkanlar’da Bazı Osmanlı Şehirleri”, TTK Belleten, LIII/207-208 (1989), s. 637-677.

Yusuf Halaçoğlu





Bağımsızlık Dönemi.

Bulgaristan 5 Ekim 1908 tarihinde bağımsızlığını ilân ettikten sonra “çar” unvanı ile kral olan Prens Ferdinand’ın yönetiminde Osmanlı Devleti aleyhine bir Balkan ittifakı oluşturulmasında önemli rol oynadı. 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Arnavutluk ve Yeni Pazar sancağına girmesiyle başlayan I. Balkan Savaşı’na Bulgaristan’ın yanında Sırbistan, Yunanistan ve Romanya da katıldı. Özellikle Bulgarlar bu savaşta önemli başarılar elde ettiler ve Çatalca’ya kadar Trakya’nın tamamına hâkim oldular. 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Antlaşması Bulgaristan’la müttefiklerinin lehine, Osmanlı Devleti’nin aleyhine hükümler ihtiva ediyordu. Antlaşmadan bir ay sonra, maddelerin yorumu ve ele geçirilen toprakların paylaşılması hususunda müttefik devletler anlaşamayınca kendi aralarında II. Balkan Savaşı patlak verdi. Bulgaristan’ı dört yandan saran Sırbistan, Yunanistan, Romanya ve Karadağ bu ülkeyi büyük bir yenilgiye uğrattılar; durumdan istifade eden Osmanlı Devleti de Edirne’yi geri almayı başardı (20 Temmuz 1913). Barış istemek zorunda kalan Bulgaristan 10 Ağustos 1913’te Bükreş Barış Antlaşması’nı imzalayarak Güney Dobruca’yı Romanya’ya bıraktığı gibi Makedonya’dan da vazgeçti. Bulgaristan I. Dünya Savaşı çıktığında diğer Balkan devletlerinin aksine Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının yanında yer aldı. Ancak iç karışıklıklar ve yenilgiyle biten savaşın sonunda Çar Ferdinand mütareke istemek ve oğlu Boris lehine tahttan çekilmek zorunda kaldı (29 Eylül 1918). Savaşı sona erdiren Neully Antlaşması’yla (27 Kasım 1919) Bulgaristan Sırplar lehine belirli bir stratejik toprak kaybına uğramış, Batı Trakya’nın tamamını kaybetmiş, Ege denizi kıyısını Yunanistan’a bırakmak durumunda kalmış ve Güney Dobruca’yı Romanya’ya veren Bükreş Barış Antlaşması hükümlerini de onaylamıştır. Ayrıca bu antlaşma Bulgaristan’ı, otuz yedi yılda ödenmek üzere 2.25 milyar altın frank, 70.825 baş hayvan ve 250.000 ton taş kömürü savaş tazminatına mahkûm etmiştir.

I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgi, özellikle çarpışmaların son yılında yaşanan Dobre Pole hezimeti üzerine askerlerin isyan ederek devleti savaşa sokanlardan hesap sormaya kalkmaları ve kaybedilen topraklarda yaşayan Bulgarlar’ın ülkeye göçü siyasî istikrarsızlığa ve iktisadî sıkıntıya sebep oldu. Savaş sırasında yaptığı sert muhalefet yüzünden tutuklanan Çiftçi Partisi’nin genç ve dinamik lideri A. Stamboliyski, ayaklanan askerleri yatıştırmak üzere cezaevinden çıkarıldı ve ardından koalisyon hükümetine bakan olarak alındı; barıştan sonra yapılan genel seçimlerde partisi tek başına çoğunluğu elde edince de başbakan oldu. Çiftçi hükümeti, iktidarda kaldığı üç yıl içinde küçük çiftçilerin istekleri yönünde çeşitli yeni düzenlemeler yaparken muhalefeti sindirmeye çalıştı. Sonunda hükümet askerî bir darbe ile devrildi (9 Haziran 1923) ve Stamboliyski öldürüldü. Darbeden sonra A. Tsankov başkanlığında kurulan hükümet, önceki hükümetin köylülere dağıttığı toprakları eski mâliklerine iade etti ve siyasî partilerin kapatılması yönünde bir propaganda kampanyası başlatarak lider kadrodan önde gelenlerin bir kısmını tutuklattı. Çiftçi iktidarına karşı yapılan darbe sırasında tarafsızlık ilân eden komünistler, 23 Eylül 1923’te yeni rejime karşı silâhlı ayaklanma başlattılar; ancak büyük bir başarısızlığa uğradılar ve yıl sonuna doğru hükümet meclisten Komünist Parti ile bağlı kuruluşlarının kapatılmasını içeren Devleti Koruma Kanunu’nu geçirdi. 1923-1925 dönemindeki olaylar ve terörist hareketler kamuoyu önünde Tsankov hükümetini yıpratırken iktidarın kendi içinde de önemli bir muhalefetin doğmasına sebep oldu. 1926’da muhalif liderlerden A. Lyapçev’in başkanlığında kurulan hükümet ilk iş olarak bir af çıkardı ve suçluların cezalandırılmasında adalet gücüne ağırlık verdi. Ülkede çok partili siyasî hayat sürdürülürken komünistler de İşçi Partisi adıyla yeniden legal örgütlenmeye gittiler (1927). Lyapçev döneminde iktisadî hayatta nisbî bir istikrar sağlanmış olmasına rağmen radikallerle liberallerden ve çiftçilerden belirli bazı grupları da yanına alan Demokrat Parti lideri A. Malinov, “Ulusal Blok” adıyla bir muhalefet oluşturdu ve 1931’deki seçimleri kazanarak iktidara geçti. Malinov hükümeti iç politikada önemli bir değişiklik yapmazken dış politikada Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’dan eski toprakların geri alınabileceğini umarak Faşist İtalya ve Hitler Almanyası’yla yakınlık tesis etti; bu yüzden 1934’teki Balkan Paktı’na da girilmedi. Bu arada İşçi Partisi kapatıldıysa da yerine Bulgar İşçi Partisi adıyla yenisi kuruldu. 19 Mayıs 1934’te, eski başbakanlardan Tsankov’un kurduğu Ulusal Sosyal Hareket Partisi, askerlerle yakın ilişkisi olan Zveno adlı faşizan kuruluşla birlikte eyleme geçerek bir darbe yaptı. K. Georgiev başkanlığında kurulan hükümet ilk olarak meclisi dağıttı ve bütün siyasî partilerin faaliyetlerini durdurdu; ayrıca yerel yönetimler


kaldırılarak merkeziyetçilik güçlendirildi. Darbeyi yapanlardan bir grubun istekleri doğrultusunda önce Yugoslavya ve Fransa ile yakınlık kurulurken daha sonra hükümet de değiştirilerek (1935’e kadar P. Zlatev ve A. Toşev, 1940’a kadar G.Köseivanov) Almanya ve İtalya ile yakınlık sağlandı. 1937’de Almanlar’ın baskısıyla önce Yugoslavya ile, arkasından da Selânik’te öteki Balkan ülkeleriyle “Sürekli Dostluk Anlaşması” imza edildi.

1940’taki seçimler sonunda B. Filov başkanlığında kurulan hükümet, 1 Mart 1941’de “Üçlü İttifak”a (Almanya, İtalya ve Japonya) girme kararı aldı ve ertesi gün Alman askerleri Bulgaristan’a gelmeye başladılar. Almanlar buradan Yugoslavya ve Yunanistan’a hücum ederken Bulgar ordusu da Makedonya, Batı Trakya ve Sırbistan’a girdi; bu arada Romanya’dan da Güney Dobruca alındı. Bunların yanında Bulgaristan savaş boyunca Almanya’ya sürekli biçimde gıda maddesi sağladı. Ancak bütün bunlar, ülkenin Üçlü İttifak’ta yer almasına karşı olan ve Sovyetler tarafından desteklenen muhalefetin büyüyerek 1942’de, Bulgar İşçi Partisi’nin liderliğinde öteki bazı grupların da katılmasıyla “Vatan Cephesi” adıyla bir ittifak oluşturmasına yol açtı. Bu sıralarda Kral Boris esrarengiz şekilde öldü ve yerine geçen genç Simeon adına üç kişilik bir nâibler konseyi ülkeyi yönetmeye başladı. 1943’te Bulgar İşçi Partisi, mevcut hükümeti devirip yerine bir Vatan Cephesi hükümeti kurmak amacıyla “İhtilâlci Ulusal Kurtuluş Ordusu” adı altında oluşturduğu güçlerle gerilla faaliyeti başlattı. 5 Eylül 1944’te Sovyetler Birliği Bulgaristan’a savaş ilân ederek askerlerini bu ülkeye soktu ve 9 Eylül’de de gerçekleştirilen bir hükümet darbesiyle K. Georgiev başkanlığındaki Vatan Cephesi hükümeti iktidarı ele aldı.

Vatan Cephesi’nin köylü-komünist askerî hükümeti kurulduktan sonra hemen Sovyetler’deki sosyalist düzenin yerleştirilmesine geçilmedi. 5 Eylül 1944’te Sovyetler Birliği’nin Bulgaristan’a savaş açarak Kızılordu’nun bu ülkeye girmesinden sonra 9 Eylül’de de Bulgaristan Almanya’ya savaş ilân etti. Bunun ardından 28 Ekim 1944’te Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere ile mütareke yapıldı. 18 Kasım 1945 seçimlerinden sonra yine K. Georgiev’in başkanlığında komünistlerin hâkim olduğu Vatan Cephesi hükümeti kurulunca ordunun karşıt görüşlü elemanlardan temizlenmesine ve denetim altına alınmasına öncelik verildi. 8 Eylül 1946’da yapılan halk oylamasıyla cumhuriyet ilân edildi; arkasından 27 Ekim 1946 tarihinde yapılan yeni seçimleri yine Vatan Cephesi kazanarak yıllardır Sovyetler Birliği’nde yüksek görevlerde bulunan ve 1944’te ülkesine dönen komünistlerin lideri G. Dimitroce başbakanlığa getirildi. Sovyetler’in desteğiyle güçlenen komünistler, Vatan Cephesi içindeki ve bütün ülkedeki muhalefeti ezerek spekülatif kazanç ve mallara el koyma, 200 dekardan fazla (Dobruca’da 300) tarım topraklarının devletleştirilmesi ve emeğin korunması ile ilgili yasaları çıkardılar. 10 Şubat 1947’de Paris’te herhangi bir toprak kaybına uğramadan barış antlaşması imzalandı. 4 Aralık 1947’de Yugoslavya ve Sovyetler Birliği anayasaları örnek alınarak Bulgar İşçi Partisi’nin yerine kurulan Komünist Parti’nin liderliğini kabul eden ve yönetimde ona rakip başka bir partiye yer vermeyen yeni anayasa kabul edildi.

Önceleri tarımda küçük özel işletmeler hâkim iken Komünist Parti’nin beşinci kongresinde (1948) alınan kararlardan sonra hızla kollektivizasyona geçildi ve tarım işletmelerinin toprakları devletleştirildi. Arkasından sanayide de aynı yola gidilerek bu konudaki yasanın kabulüyle bütün işletmeler devletleştirildi. Sonuçta tamamen merkezî planlamaya dayalı bir ekonomik yapı kuran Bulgaristan sanayi alanında önemli başarılar kazandı; fakat bu arada dış ticaret de dahil olmak üzere her bakımdan Sovyetler Birliği’ne bağımlı hale geldi.

1980’li yılların sonunda Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa ülkelerine, bu arada Bulgaristan’a öteden beri sağlamakta olduğu ucuz ham madde ve belirli enerji kaynaklarını aynı şartlarla verememesi ve giderek vermekten tamamen vazgeçmesi, bu ülkelerde ekonomik sıkıntıların ve yeni siyasî durumların ortaya çıkmasına sebep oldu. Bir yandan yıllardır süren tam bağımlılıktan bağımsızlığa geçiş hareketi hızlanırken öte yandan kaynak sağlanamayışı sebebiyle işletmelerin çalışmalarını yavaşlatmaları ve bu yeni hayat tarzının getirdiği sıkıntılar içinde eski ekonomik sistemin tamamıyla terkedilip yerine yenisinin kurulmak istenmesi, üretim ve dağıtım sistemini temelinden felce uğrattı. Bunların yanında Bulgar yönetimi, belki halkın dikkatini bu sıkıntılardan başka alanlara çevirebilmek için yakın tarihte eşi görülmemiş bir devlet politikasıyla ülkedeki Türk azınlığın adlarını zorla değiştirmeye başladı. Bu harekete karşı Türkler’in direnişe geçmesi ve bu direnişin başta Türkiye olmak üzere hemen bütün ülkeler ve bizzat Bulgar halkının oluşturduğu bazı örgütler tarafından desteklenmesi, ülke genelinde yönetim karşıtı gösterilerin yapılmasına yol açtı. Sonunda, 1954 yılından beri Komünist Parti genel serketerliğini yürüten ve 1971’de de Devlet Konseyi başkanı olan T. Jivkov halka teşkilâtlanma hürriyeti tanımak ve arkasından da görevlerinden ayrılmak zorunda kaldı (10 Kasım 1989). Bunun üzerine, aralarında çoğunluğunu Türkler’in oluşturduğu Haklar ve Özgürlükler Hareketi adlı siyasî örgütün de bulunduğu çeşitli siyasî partiler kuruldu. Adını Sosyalist Parti’ye çeviren eski Komünist Parti’ye karşı birleşerek Demokratik Güçler Birliği’ni oluşturan yeni kuruluşlar yapılan son seçimlerde (13 Ekim 1991) başarı kazanarak iktidara geçtiler. Bu seçimlerde yirmi dört milletvekili çıkaran Haklar ve Özgürlükler Hareketi anahtar parti durumuna gelmiş, devlet başkanlığı seçiminde de Demokratik Güçler Birliği’nin lideri Jelyu Jelev’i destekleyerek seçilmesine önemli katkıda bulunmuştur.

1991 anayasası kuvvetler ayrılığını kabul eden, çoğulcu parlamenter sistemi benimsemiş, Batı standartlarına dayalı, insan hak ve özgürlükleriyle özel mülkiyetin korunmasını ve rekabetçi bir ekonomik yapıyı öngörmektedir. Anayasanın kabulünden sonra demokratikleşme yönünde bazı adımlar atılarak tarım topraklarının eski sahiplerine iadesini hükme bağlayan yasa kabul edilmiş, özel teşebbüsün iktisadî faaliyetini serbest bırakan, hatta teşvik eden düzenlemeler getirilmiştir. Ancak ülkede üretim mekanizmasının felç olmuş durumda bulunmasından ve eski sisteme göre çok farklı bir örgütlenmeye ihtiyaç duyulmasından dolayı halkın buna alışması ve yeni müteşebbis kadroların doğup yeni süreci yürütmesi biraz zaman alacağa benzemektedir. Bu arada yabancı sermaye de teşvik edilmekte ve daha şimdiden ülkede belirli alanlarda yabancıların faaliyete başladıkları görülmektedir. Dış politikada da Bulgaristan, kurucu üyesi olduğu COMECON ve Varşova Paktı’nın dağılması üzerine Batı bloku kuruluşlarına, bu arada Avrupa Birliği’ne ve ekonomik örgütlere üyelik için başvurmuş


bulunmaktadır ve bu alandaki çabalarını genişletmeye çalışmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

R. L. Wolff, The Balkans in Our Time, Cambridge 1956, s. 100; Bulgaria (ed. L. A. Dellin), New York 1957; Problems of the Transition from Capitalism to Socialism in Bulgaria, Sofia 1975; Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih 1789-1960, Ankara 1975, s. 332-349, 463; a.mlf., 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Ankara 1991, II, 162-169; Tarihte Türk-Bulgar İlişkileri (nşr. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı), Ankara 1976; A. Burmov v.dğr., İstoriya Na Balgariya, Sofia 1976; V. Aleksandrov – P. Marinov, The People Republic of Bulgaria, Sofia 1978; P. Semerdjiev, Krizata v Balgarskata Kompartiya i İzhoda ot neya, Paris 1981; B. Jelavich, History of the Balkans, Cambridge 1983, II, tür.yer.; Nazif Kuyucuklu, Balkan Ülkeleri İktisadı 2: Bulgaristan, İstanbul 1987.

Nazif Kuyucuklu





III. BULGARİSTAN VAKIFLARI

Bulgaristan XIV. yüzyılda Balkanlar’da ilk fethedilen yerlerden biri olup Osmanlı fetih siyasetinin sonucu olarak daha o tarihlerden itibaren burada birçok vakıf eser kurulmuştur. Başta Osmanlı padişahları ve saray mensupları olmak üzere bölgede faaliyet gösteren akıncı ve sancak beyleri, ulemâ ve özellikle çeşitli sebeplerle Anadolu’dan buraya iskân edilen halk pek çok vakıf kurmuşlar, bunları ayakta tutacak gelir kaynakları tahsis etmişlerdir. Bu faaliyetlerin bölgenin Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında önemli rolü olmuştur.

XVI. yüzyıldan itibaren bölgedeki şehir ve kasabaların büyük çoğunluğu Anadolu’dakilerden farksız hale gelmiş, hatta yer yer Türk ve müslüman nüfus yoğunluğu ve vakıf eserlerin yaygınlığı Anadolu’dan fazla olmuştur. Sayıları binlerle ifade edilen vakıfların çoğu mahallî küçük vakıflar olmakla birlikte özellikle büyük şehirlerde geniş gelir kaynaklarına sahip âbidevî vakıflar da bulunmaktaydı. Bulgaristan’daki vakıf eserlerin adları, sayıları, gelirleri ve dağıldıkları yerler hakkında tahrir ve cihat defterlerinde, XIX. yüzyıl salnâmelerinde, konu ile ilgili lâyihalarda ve II. Abdülhamid devri resim albümlerinde çok önemli bilgiler ve görüntüler bulunmaktadır. Bunlardan özellikle cihat defterlerinde bütün vakıfların isimlerini bulmak mümkündür. Ayrıca başta Evliya Çelebi olmak üzere yerli ve yabancı seyyahlara ait seyahatnâmelerde de bilgi verilmektedir. Bulgaristan’da vakıflar sayı bakımından olduğu gibi tür olarak da zengindi. Burada zamanla birçok vakıf köyler, mezraalar, çiftlikler oluşmuş ve bunlara bağlı olarak vakıf reâyâsı teşekkül etmiştir. Meselâ Sofya’ya bağlı İhtiman’da Mihaloğlu Mehmed Bey’in zâviyesine bu bölgedeki müslüman ve gayri müslim cemaatiyle on yedi köyün, çok sayıdaki çiftlik ve mezraanın vakfedildiği görülmektedir (BA, TD, nr. 370, s. 202-203). Bu nevi vakıflarda reâyâ çeşitli mahsul vergilerini vakfa vermekteydi (geniş bilgi için bk. Kiel, s. 101-116).

Osmanlı şehirlerindeki birçok vakfın da Bulgaristan köy ve kasabalarında gelir kaynakları olduğu görülmektedir. Meselâ II. Bayezid’in Edirne’de bulunan külliyesinin Silistre’de çok çeşitli cemaatlerden oluşan vakıf köyleri bulunduğu gibi (BA, TD, nr. 370, s. 100), bunun aksine Bulgaristan şehirlerindeki vakıfların da Anadolu köy ve kasabalarında gelir kaynakları olduğu bilinmektedir. Ayrıca bu bölgede pek çok para vakfına (vakf-ı nükūd) rastlanmakta olup bunlar diğer emsalleri gibi “muâmele-i şer‘iyye” adıyla yılda % 15’e varan bir kâr nisbetiyle işletilmekteydi (örnekler için bk. BA, TD, nr. 370, tür.yer.).

Bulgaristan’ın Türk-İslâm hüviyeti, XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar önemli sayılabilecek hiçbir problem çıkmadan devam etti. Bu yüzyılda yaygınlaşan bağımsızlık hareketlerinden en çok etkilenen Rumeli kesimindeki bölgeler oldu. Asırlarca devam eden huzur ve sükûn bozularak Balkanlar’da Türk-İslâm varlığını temsil eden dinî-kültürel eserlere karşı büyük bir tahribata girişildi. 1878’de Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’ne tâbi muhtar bir prenslik haline gelmesiyle buradaki müslüman ahalinin ve vakıfların durumunda ve idaresinde hukukî açıdan önemli bir değişiklik meydana geldi. Ayrıca 93 Harbi sonunda müslüman ahalinin büyük kitleler halinde başta İstanbul olmak üzere anayurda göç etmesi, şehir ve kasabaların boşalmasına ve Bulgar makamlarının daha serbest hareket etmesine zemin hazırladı. 1878 Berlin Antlaşması’nda Bulgaristan’daki vakıflar ve müslüman ahalinin durumu ile ilgili çeşitli maddeler bulunmaktaydı. Özellikle on ikinci maddenin bir fıkrasında, “Osmanlı ve Bulgarlar’dan mürekkep bir komisyon emlâk-i mîriyye ve mevkūfeyi Bâbıâli hesabına sûret-i ferâğ ve istimaline müteallik işlerin cümlesine ve bunlarda bir ilişiği bulunacak efrâdın mesâlihine iki sene zarfında tesviyeye memur olacaktır” denilmekteydi (Erim, s. 409). Berlin Antlaşması gereğince buradaki zengin İslâm kültür mirasının tesbiti, yerinde bırakılması veya satılması, başka bir şekle dönüştürülmesi için Türk ve Bulgar yetkililerden oluşan komisyonların çalışması gerekiyordu. Bu dönemde Bulgaristan’daki vakıflar beş kısımda değerlendirildi. 1. Camiler, mescidler, medreseler, tekkeler sadece müslümanlara hizmet veren kurumlardır ve bunlara “hayrat” denilmektedir. Çeşmeler, köprüler, kaldırımlar ise müslim, gayri müslim herkese hizmet veren vakıflar olup bunlara da “müberrât” denilmektedir. 2. Evler, hanlar, hamamlar ve icâre-i vâhideli vakıflar. 3. İcâreteynli vakıflar. 4. Mukātaalı vakıflar. 5. Mazbut ve gayri mazbut arazi vakıfları.

Son dört maddede yer alan vakıflar esas itibariyle birinci maddede zikredilen hayratın hizmetini devam ettirmesi için tesis edilmiş kaynaklardır. Bu tesbitlere rağmen komisyonun Bulgar üyelerinin devamlı engellemeleri yüzünden vakıfların âkıbetiyle ilgili toplantılar çok


defa yapılamamış, bir araya gelindiğinde de Bulgar tarafı huzursuzluk çıkarmıştır. 1902 yılında Bulgaristan komiseri olarak tayin edilen Ali Ferruh Bey, II. Abdülhamid’e sunduğu bir raporda Bulgaristan vakıflarının yürekler acısı durumunu dile getirmiştir.

Bulgar yetkililer boşalan, terkedilen veya kullanılmayan cami, medrese, mektep ve diğer hayır eserleri ve bunlara ait gelir kaynaklarının hukuken Bulgaristan emâretine intikal ettiğini ve Bulgar hükümetinin resmî emlâkine katılması gerektiğini ileri sürmüşler, Türk heyeti mensupları ise bu iddiayı şiddetle reddederek bu eserlere ait her türlü hakkın vârislere ve müslüman cemaate ait olduğunda ısrar etmişlerdir.

Türk ve Bulgar üyelerden oluşan komisyon bu konuları müzakere etmek için seksen üç defa toplanmış, ancak devamlı engellemeler yüzünden verimli bir çalışma yapamamıştır. Bulgar makamları Osmanlı Devleti’nin bu eserler üzerindeki hakkını kabule bir türlü yanaşmamışlardır. Bu arada Bulgarlar’ın işine yarayabilecek bazı yanlış kararlar da alınmıştır. Nitekim boşalan yerlerdeki camilerin hilâl ve diğer İslâmî sembolleri alındıktan sonra enkaz ve arsalarının satılmasının benimsenmesi çok zararlı sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca bazı mütevellilerin küçük menfaatler karşılığı Bulgar makamlarının işlerini kolaylaştıracak davranışlarda bulunması ve müslüman cemaatlerin aralarındaki basit anlaşmazlıklar sebebiyle birbirlerini ele vermeleri Bulgar makamlarının işine yaramış ve eserlerin tahribini hızlandırmıştır.

Bulgar makamları, bir taraftan Türk-İslâm varlığının sembolü olan, diğer taraftan çok zengin bir maddî kaynak durumunda bulunan vakıfları çeşitli bahanelerle yok etmişlerdir. Ali Ferruh Bey, vakıflar açısından en zengin durumda olan Sofya’da cami, medrese, tekke, zâviye, ev, han, kaplıca, dükkân, arsa, bostan vb.den oluşan 174 adet kıymetli vakfın Bulgar makamları tarafından hangi bahanelerle nasıl yok edildiğini “Harâbât” başlığını taşıyan lâyihasında II. Abdülhamid’e arzetmiştir. Bu eserlerin önemli bir kısmı Sofya Belediyesi tarafından yeni yollar açmak veya genişletmek, dinlenme ve oyun alanı tesis etmek gerekçesiyle yok edilmiştir. Türk hükümeti bu uygulamaya karşı çıktığında ise Bulgar hariciyesi İstanbul, Bursa, İzmir gibi şehirlerde pek çok vakfın bizzat Türkler tarafından bu tür gerekçelerle yıkıldığını, yerine yenilerinin yapılmadığını söyleyerek kendisini mâzur göstermek istemiştir.

XIX. yüzyıl sonlarında Bulgar komitacıları Filibe, Sofya, Şumnu gibi şehirlerde bulunan yüzlerce İslâmî eseri medenî âlemin gözleri önünde toplu halde yok ederken bilhassa Ruslar’dan büyük destek görmüşlerdir. Nitekim Filibe’de Rus kuvvetlerinin bulunduğu bir sırada şehirdeki elli kadar minareden rahatsız olan Rus subayı bunların neden hâlâ yok edilmediğini sormuş, Bulgarlar yabancı konsolosların ve diplomatik erkânın bulunduğu bir yerde bunun çok zor olduğunu söyleyince Rus subayı, “Burada hiç şimşek çakıp yıldırım düşmez mi? Camilere dinamitler yerleştirin, hava bozulunca dinamit fitillerini tutuşturun” demiş, gerçekten de pek çok eser bir gecede bu yolla yok edilmiştir.

1908’de Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla vakıflar için yeni bir dönem başlamıştır. Bundan sonra Bulgaristan’daki dinî hayatın ve vakıfların başlıca üç protokol ve nizamnâme ile tesbit edildiği görülmektedir. Bunlar 1909 tarihli İstanbul protokolü, bunu tâdil edip yenilikler getiren 1913 tarihli protokol ve 1919’da kabul edilen Bulgaristan Müslümanları Müessesât-ı Dîniyye İdare ve Teşkilâtı Nizamnâmesi’dir.

Bu dönemde vakıfların idaresi mütevellilerin elinden çıkmış, Türk ve müslüman cemaatin lideri ve her türlü dinî hayatın düzenleyicisi olan müftülerin sorumluluğuna verilmiştir. 1909 tarihli protokolün beş ve yedinci maddelerinde müftülerin bu konudaki yetkileri anlatılmıştır. 1913 tarihli protokolün altıncı maddesinde müftülerin evkafın idaresinden sorumlu oldukları, başmüftünün başlıca vazifelerinden birinin müftülerden vakıfların muhasebesine ait defterleri istemek olduğu, bu defterlerin Türkçe tutulacağı belirtilmekte, sekizinci maddede ise şehirlerde vakıfların İslâm cemaatlerinin seçeceği kişiler tarafından idare edileceği, burada çalışacak memurların Bulgar hükümeti tarafından tanınacağı, vakıfların İslâm hukukuna göre yönetileceği, vakıf mallarının İslâm cemaatinin hükmî şahsiyetine ait olacağı belirtilmektedir. Vakıfların bedeli ödenmedikçe istimlâk edilmeyeceği, zaruri olarak istimlâki gerektiğinde


ise aynı kıymette ve aynı semtte diğer bir arsa verilmedikçe, ayrıca binanın bedeli ödenmedikçe hiçbir müdahale yapılmayacağı, istimlâkten elde edilen paraların müslüman cemaatine verileceği ve bu paraların diğer vakıf eserlerin tamirine harcanacağı hükme bağlanmıştır.

1919 tarihli Bulgaristan Müslümanları Müessesât-ı Dîniyye İdare ve Teşkilâtı Nizamnâmesi’nin 130. maddesine uygun olarak başmüftülükte Müessesât-ı Dîniyye ve Vakfiyye Müdürlüğü kurulmuştur. Bu müdürlüğün görevleri aynı nizamnâmenin 175-179. maddelerinde belirtilmiştir. 175. maddeye göre bütün vakıfların listesinin yapılması gerekiyordu. 179. maddeye göre de vakıfların gelir fazlası bir fonda toplanıyor, Dîvân-ı Âlî-yi Şer‘î kararıyla bu paralar fakir çocukların tahsil masraflarında kullanılıyordu. Ayrıca 1932’de vakıfları ıslah için Sofya’da bir kongre yapılmıştır.

Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yerinde yaptığı araştırmalar yanında özellikle cihat defterlerindeki verilere dayanarak tesbit ettiğine göre Bulgaristan’da 2356 cami-mescid, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekke-zâviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam-ılıca-kaplıca, 27 türbe, 24 köprü, 75 çeşme, 16 kervansaray vb.den oluşan toplam 3339 İslâmî eserden günümüze çok azı gelmiş, diğerleri tamamen yok edilmiştir. Bu eserlerin böylesine tahribi buradaki cemaat ruhunu ve dayanışma fikrini ve hepsinden önemlisi müslüman halkın ilim, din ve kültür kaynaklarını da kurutmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, TD, nr. 370, tür.yer.; BA, Yıldız Tasnifi, Ks. Ç-1, Evr. 111-127, Zrf. 53, Kar. 136; BA, Sicill-i Ahval Defterleri, nr. 22, s. 263; Düstur, Birinci tertip, V, 285-286; Düstur, İkinci tertip, I, 179; Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, tür.yer.; Nihat Erim, Siyasi Tarih ve Devletlerarası Hukuk Metinleri, İstanbul 1953, s. 409; Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mi‘mârî Eserleri IV, s. 11-143; Osman Keskioğlu, Bulgaristan’da Türkler, Ankara 1985, s. 50-51; a.mlf., “Bulgaristandaki Bazı Türk Vakıfları ve Âbideleri”, VD, VII (1968), s. 129-137; a.mlf., “Bulgaristan’da Bazı Türk Âbideleri ve Vakıf Eserleri”, a.e., VIII (1969), s. 309-322; a.mlf., “Bulgaristan’da Türk Vakıfları ve Bâlî Efendi’nin Vakıf Paraları Hakkında Bir Mektubu”, a.e., IX (1971), s. 81-94; a.mlf. – Ali Taha Özaydın, “Bulgaristan’da Türk-İslâm Eserleri”, a.e., XVII (1983), s. 109-140; Machiel Kiel, Art and Society of Bulgaria in the Turkish Period, 1985, s. 101-116; Hafız Hasan Sani, “Bulgaristan Müftülükleri”, SM, IV/85 (1326), s. 125-127; Ömer Lutfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, VD, II (1942), s. 279 vd.; P. Mijatev, “Les Monuments Osmanlis en Bulgarie”, RO, sy. 23 (1956), s. 7-56; Eşref Eşrefoğlu, “Bulgaristan Türklerine ve Ruscuk’taki Türk Eserlerine Dair 1897 Tarihli Bir Rapor”, GDAAD, I (1972), s. 23; St. Stamov, “Les Monuments Islamiques sur les terres Bulgares”, Art and Archeology Research Papers, IX, London 1976, s. 68-74; Ahmet Çelebi, “Silistre Sancağı Vakıfları ve H. 1006 (1597-1598) Tarihli Silistre Livası Vakıf Defteri”, VD, XX (1988), s. 453-466; Sadi Bayram, “Bulgaristan’daki Türk Vakıfları ve Vakıf Abideleri”, a.e., s. 475-482; Mehmet İpşirli, “Bulgaristan’daki Türk Vakıflarının Durumu”, TTK Belleten, LIII/207-208 (1989), s. 679-707.

Mehmet İpşirli





IV. BULGARİSTAN’DA TÜRK MİMARİSİ

Türkler’in Rumeli’ye geçip Bulgaristan’la birlikte Rumeli adı verilen Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmında hâkim olmaya başlamaları ile Bulgaristan’da yepyeni ve öncekinden farklı bir mimari ortaya çıkmıştır. Türkler bu topraklara yerleşmek üzere geldiklerinden kısa süre içinde Bulgaristan’da yer adları Türkçeleşmiştir. Bu kadar yoğun bir Türk yerleşmesi beraberinde örf ve âdetlerle birlikte yaşama şartlarını da getirmiştir. Osmanlı devri boyunca burada kurulan köyler, kasabalar ve şehirler sokakları, evleri ve hayır binaları ile Türkleşmiş ve Anadolu yerleşim bölgelerinden farksız bir görünüm almışlardır. Bulgaristan ve bütün Rumeli’deki mesken mimarisinin incelenmesi ayrı bir konu olmakla beraber son yıllarda çeşitli Balkan ülkelerinde, oralardaki bu sivil mimari eserlerin kendi mimarileri olduğu yolundaki iddialarla çeşitli Balkan milletlerine mal edildiğine işaret etmek gerekir. Halbuki bu evlerin, konakların, hatta kule denilen tahkim edilmiş çiftlik evlerinin plan şemaları bunların hangi mimariden geldiklerini açıkça belli eder. Rila Manastırı’nda bile Türk han ve kervansaray mimarisinin izleri görülebilir. Anadolu’da da benzerleri olan çiftlik kulelerinin son derecede ilgi çekici bir örneği Sarambey’de görülüyordu. Burada çok yüksek kâgir bir kulenin üstüne Türk mimarisinin “karnıyarık” denilen ortadaki bir sofadan uzanan dört kol ve köşelerde birer odadan meydana gelmiş ev tipinde bir köşk oturtulmuştu. Bugün hâlâ durup durmadığını bilmediğimiz büyük bir ahşap konak da Zağra yakınında Varbica’daki Kırım Hanları Sarayı’dır. Türk sanatında barok tesirlerin hâkim olduğu dönemde yapılan yapı iç süslemesinde bu tesirden nasibini almıştı.

Bulgaristan’ın Türkleşmesinde büyük payı olan Türk ve İslâm vakıf sistemi kısa sürede bu topraklarda cami, mescid, tekke gibi dinî yapılardan başka medrese, sıbyan mektebi, köprü, çeşme, hamam, kervansaray gibi kamu yararına yapıların yükselmesini mümkün kılmıştır. Böylece XVI. yüzyıldan itibaren Rumeli’den dönüşün başladığı XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar bugünkü Bulgar topraklarında pek çok eser yapılmıştır. Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984), Rumeli’deki Türk eserlerine dair olan kitabında, birkaç kaynaktan derlemek suretiyle 2356 cami ve mescid, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekke ve zâviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam ve ılıca, 27 türbe, 24 köprü, 16 kervansaray, 3 bedesten tesbit etmiş ve Osmanlı devri boyunca yapıldıkları kesinlikle bilinen yapıların


sayısının 3339 olabileceğini ortaya koymuştur. Bugün ne kadarının ayakta kaldığını bilemediğimiz, sadece 1966 yılında bir inceleme gezisinde pek azının kaldığını gördüğümüz bu Türk eserlerinin içlerinde Türk sanatı bakımından değer taşıyanlar hiç de az değildir.

Fethedilen şehirlerde başta en büyük kilise olmak üzere bazı hıristiyan ibadethânelerinin cami haline getirilmesi usulüne bağlı olarak Sofya’da Büyük Ayasofya Kilisesi (Siyavuş Paşa Camii), Tırnova’da Kırkazizler Kilisesi (Kavak Baba Tekkesi Camii), Misivri’deki (Nessebar) kiliselerden biri ve daha başkaları cami yapılmışlardı. Bu topraklar elden çıktıktan sonra bunlar tekrar kiliseye çevrildiklerinde Türk sanatı izleri tamamen ortadan kaldırılmıştır. Fakat Misivri’de restorasyonu yapılan bir kilisede ahşap kaplama üstüne “edirnekârî” denilen zarif Türk nakışlarının varlığı dikkatimizi çekmişti. Bulgaristan’da Osmanlı mimarisi esas olarak temelden Türk olan eserlerle de temsil edilmiştir.

Erken Osmanlı devri Türk mimarisinde ulucami tipi olarak adlandırılan biçimde, eşit bölümlere ayrılmış mekânlardan her birinin üstü eşit kubbelerle örtülü camilerin iki şehirde temsil edildikleri bilinmektedir. Bunlardan biri Filibe’de Ulucami veya Sultan Murad Camii, diğeri ise Sofya’da Mahmud Paşa Camii’dir. Erken Osmanlı devri Türk mimarisinin ana prensiplerinin bu iki binada birbirinden değişik olarak uygulandıkları görülür. Bugün arkeoloji müzesi olan, bu yüzden iç mimarisi tanınmaz hale sokulan Sofya Ulucamii ile ona nazaran biraz daha iyice durumda bulunan Filibe Muradiyesi planlar ve duvar işçilikleri bakımından erken Osmanlı devri mimarisinin Bulgaristan’daki temsilcileridir. Sofya’dakinin Edirne’de Eskicami gibi her biri bir kubbe ile örtülü eşit dokuz bölümlü bir düzene sahip olmasına karşılık, Filibe’deki cami yalnız cümle kapısı-mihrap ekseni üzerinde sıralanan üç bölümü kubbeli, yanlardakiler ise tonozludur. Burada taş ve tuğladan baklavalı süslemesi olan bir minarenin varlığı dikkati çeker.

Tabhâneli veya zâviyeli cami olarak adlandırdığımız ve en son örnekleri Kanûnî Sultan Süleyman devrinde yapılan cami ve zâviye birleşimi binalardan da Bulgaristan’da örnekler vardır. Bunlardan biri, Filibe’de İmaret Camii olarak anılan Şehâbeddin Paşa’nın hayratıdır. 1966’da görüldüğünde çok harap durumda olmakla beraber dışına iskele kurulmuş, tamir edilmekte idi. İçinde zengin mukarnaslı kubbelere geçiş unsurları olan bu tabhâneli caminin çok değişik biçimde zikzak yivli bir minaresi vardır ki benzeri yalnız Tire’de Yeşil İmaret Camii’nde görülür. Bu yapı tipinin ikinci eseri ise Sofya’nın doğusunda İhtiman’da Gazi Mihaloğulları İmareti idi. Rumeli fâtihlerinden bu önemli ailenin erken Osmanlı devrinden kalma son hâtırası, Türk mimarlık tarihi bakımından bütün değerine rağmen son derecede harap ve yıkılmaya terkedilmiş bir halde idi. 1925’lere kadar ayakta duran minaresi ise yıktırılmıştı.

Bulgaristan’daki camilerde en çok kullanılan yapı tipi, geçişi tromplarla temin edilmiş olan tek kubbeli biçimdir. Bunların arasında belki en değerlisi, Mimar Sinan’ın eseri olan Bosnalı Sofu Mehmed Paşa Camii’dir. Eski fotoğraflarda bütün şehre hâkim, heybetli bir görünüşü olan bu güzel eser, geçen yüzyılın sonlarına doğru Sedmoçislenici adıyla kiliseye çevrildiğinde dış mimarisini tamamen gizleyen bir kılıf içine alınmıştır. Yapı bugün dıştan bakıldığında içinde bir vakitler Sinan’ın eseri bir cami gizlediğini belli etmez, ancak içeri girildiğinde klasik Türk mimarisi kendisini gösterir. Sofya’da cami hüviyetini minaresiyle birlikte yakın tarihlere gelinceye kadar koruyan tek yapı olan Seyfullah Efendi (Banyabaşı) Camii, üç bölümlü son cemaat yerini takip eden tek kubbe ile örtülü kare bir mekândan ibaret büyükçe bir ibadet yeridir. Aynı yapı tipinin günümüze kadar ulaşabilen tek tük örneklerinin en ilgi çekici olanlarından biri Köstendil’de Fâtih Camii olarak adlandırılan eserdir. Kubbe kasnağında tuğla ile işlenmiş 937 (1530-31) tarihine göre cami Fâtih değil Kanûnî Sultan Süleyman devrine ait olmalıdır. XIV-XV. yüzyıllarda Türk mimarisinde çok yaygın olan karma taş ve tuğla duvar örgüsünün desenler meydana getirecek şekilde uygulandığı bu yapıda minarenin gövdesi Türk sanatında başka hiçbir eserde rastlanmayan biçimde işlenmiştir. Burada altı köşeli olarak örülen taşların etrafları tuğla ile çerçevelendiğinden minare gövdesi bir arı peteği görünümü almıştır. Yine Köstendil’de İnceli Ahmed Bey Camii, kitâbesine göre 983-985 (1575-1577) yıllarında yapılmış ve kapısı üzerinde boya ile yazılan başka bir tarihe göre 1147’de (1734-35) tamir edilmiştir. 1944’te esaslı surette restore edilerek müze yapılan Ahmed Bey Camii 1966’da hâlâ müze idi. Minaresi yıktırılmış ve bazı değişikliklere uğramış olan bu eser nâdir rastlanan bir plana sahiptir. Dış duvarları taş ve tuğla süslemeli olan caminin oldukça değişik bir kubbe kasnağı vardır. Fakat plan bakımından da burada bir özellik dikkati çeker. Üç kubbeli son cemaat yeri ile kare planlı kubbeli ana mekân arasında, buraya üç sütuna oturan dört kemerle açılan ve üstü yarım kubbe ile örtülü bir ara mekân vardır. Bu bakımdan


İznik’teki Yeşilcami’yi andırır. Burada çok ilgi çekici bir özellik de duvarlara Türk ziyaretçilerin yazdıkları hâtıra yazı ve tarihlerdir. En eskisi 987 (1579) tarihli olan bu yazıların arasında meşhur Evliya Çelebi’nin 1071’de (1660-61) buradan geçişini gösteren el yazısı ve imzası ise hazin bir hâtıra olarak durmaktadır.

Dubniçe’de (Stanke Dimitrov) köprü başındaki kare planlı, üç bölümlü son cemaat yerine sahip, bitişiğinde kubbeli küçük bir de türbe bulunan cami alttaki çok yüksek olan çifte kasnağı ile dikkate değer. Türbenin de çifte kasnağından alttaki aşırı derecede yüksektir. Dubniçe’de E. H. Ayverdi evvelce otuz kadar caminin var olduğunu tesbit etmiştir. 1966’da köprü başında gördüğümüz caminin bunlardan hangisi olduğunu öğrenemedik. Eski Zağra’daki (Stara Zağra) tek cami, 1877’de General Gurko idaresindeki Rus ordusunun burayı işgali sırasında tahripten kurtulmuşsa da bir yıl sonraki işgalde minaresi barutla atılarak kubbesi üzerine düşürülmek suretiyle tahrip edilmişti. Bu mâbed, Zağra müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin yazdığı Târihçe-i Vak‘a-i Zağra’da ilk işgalde içindeki bütün mefruşatın yağma edildiği ve yakıldığı anlatılan Eskicami olmalıdır. Râci Efendi’ye göre Yıldırım Bayezid’in oğlu Emîr Süleyman tarafından 811’de (1408-1409) yapımına başlanan, fakat ancak II. Murad devrinde (1421-1451) Hamza Bey tarafından tamamlanan bu cami de tromplu tek kubbeli tipin temsilcisi olmakla beraber herhalde sonradan ilâve edilen çok derin bir son cemaat yerine sahiptir. Kasnakta ise oval pencereler açılmıştır. Kubbe ve duvarları barok üslûplu zengin nakışlar süsler. Zarif ahşap mahfil ve minber 1299 (1881-82) tarihli olduğuna göre 1297’de (1880) cami tekrar Türkler’e verildikten sonra yapılmıştır. Halen harap bir vaziyettedir.

Yanbolu’da ise tek kubbe ile örtülü bir mekândan ibaret camilerin en tuhaf örneğiyle karşılaşılır. Klasik üslûpta olduğu mukarnaslı mihrap nişinden anlaşılan bu caminin iki yanına geniş birer kanat ilâve edildikten başka giriş cephesine son cemaat yerini de içine alan boydan boya bir ek yapılmıştır. Böylece nisbeten ufak ölçülü kare şeklindeki cami kocaman bir dikdörtgene dönüşmüş, minaresi de ilk binaya bitişik olduğundan içeride kalmıştır. Bu minare alışılmamış biçimde dört köşe bir kitle halinde yükselerek şerefeden sonra normal şekline dönüşür. Evliya Çelebi’nin “kâr-ı atîk”, kurşun örtülü ve “çârkûşe kule-misâl” minareli olarak tarif ettiği Eskicami burası olmalıdır. Ona göre bu eserin bânisi bir yeniçeri ağasıdır. İç duvarlardaki zengin barok nakışların yanlardaki ilâvelerin inşası sırasında yapıldığını sanıyoruz. Kapı üstünde de boya ile yazılmış 1288 (1871-72) tarihi bu tamiri ve nakışların yapım tarihini verir. İçeride oldukça süslü yine barok bir mahfel vardır. Evliya Çelebi caminin avlusu etrafında medrese odaları bulunduğunu söyler. Bugün bunlardan hiçbir iz yoktur. Bu camide görülen değişik bir özellik de son cemaat yerinin sol bölümünde Sadrazam Tevfik Paşa’nın babası, Tuna ve çevresi kumandanı İsmâil Hakkı Paşa’nın 1294 (1877) tarihli mezarıdır. Bu kabrin alt kenarında mezarın Paşa’ya ait olduğu ve halkı katliamdan kurtardığı, boya ile Türkçe, Bulgarca ve Fransızca olarak yazılmıştır.

Tek kubbeli basit bir cami ise Eskicuma’da (Targovişta) bulunmaktadır. Kitâbesi 1222 (1807) yılını veren tek mekânlı ve kubbeye geçişi köşe tromplu olmasına karşılık dış mimarisi hayli şaşırtıcıdır. Trompları da içine alan yüksek sekizgen kasnaktaki pencereler trompları delerek içeri açılır. 801 (1398-99) tarihli bir vakfiyesine göre Ali Bey’in hayratından olduğu sanılan Karlıova’da (Karlova) Karlıoğlu Ali Bey Camii erken Osmanlı devri Türk mimarisinin güzel eserlerindendir. 1877 savaşında tahrip edilerek minaresi yıktırılan cami 1966’da kapalı idi. Çok muntazam taş ve tuğladan örülü olan duvarları XIV-XV. yüzyılın mimarisini temsil eder. Bu da kare planlı ve tek kubbe ile örtülü bir cami olup kıble tarafında sadece temel izleri duran bir de türbe vardır. Şumnu’da (Kolarovgrad) adını tesbit edemediğimiz küçük bir cami de kare planlı, tek kubbeli tipin bir örneği idi. Yalnız burada sekiz köşeli kasnağın üstüne ahşap bir ilâve yapılarak kiremit örtülü bir çatının oturtulduğu görülüyordu. Şerefeye kadar yıktırılan minareden ise sadece kesme taş gövde kalmıştı. Tırnova’da eski bir fotoğrafından anlaşıldığına göre gerçekten heybetli bir yapı olan Büyük Cami yıllarca önce yıktırılmış, şehrin yakınındaki Çareveç’te (Tazaravetz) kale içindeki Hisar Camii ise otuz yıl önce yıkılmaya mahkûm edilmişti. Mimari bakımdan tek kubbeli yapılardan olan, tarihî değeri büyük bu ikinci eserin kapısı üstündeki kitâbe 839 (1435-36) yılını gösterdiğine göre Bulgaristan’da en eski Türk eserlerinden birisiydi.

Bulgaristan’daki Türk dinî yapılarının en güzellerinden biri, hiç şüphesiz Şumnu’da


kitâbesinden 1157’de (1744) yapıldığı öğrenilen Şerif Halil Paşa Camii ve Külliyesi’dir. Beş kubbeli son cemaat yerini takip eden esas cami yine kare planlı olup üstünü 15 m. kadar çapı olan büyük bir kubbe örter. Caminin alışılmış şemaların dışında olarak sağ tarafına şadırvan avlusu ile bunu üç taraftan çeviren revaklı medrese odaları yapılmış, sol tarafına da başka bir ek bina inşa edilmiştir. Geç bir devirde bu caminin içinin çok karmaşık bir biçimde güya süslendiği görülmektedir. Külliyenin genel mimarisi hâlâ klasik Türk mimarisini devam ettirir. Şumnu’daki bu cami Türk mimarlık tarihi için çok değerlidir. Çünkü XVIII. yüzyılda Batı sanat tesirleri henüz tam benimsenmeden Nevşehir’deki Damad İbrâhim Paşa Külliyesi ile Şumnu’da Şerif Halil Paşa Külliyesi bu geçiş dönemini en iyi ve en âbidevî biçimde temsil eden eserlerdir. Taş konsollar üzerine çıkmalı olan Halil Paşa Kütüphanesi, taş ve tuğla işçiliği ve tuğlalar arasındaki derzleri bakımından dikkat çekicidir.

Hezargrad’da (Razgrad) Maktul (Makbûl) İbrâhim Paşa Camii de Kanûnî devrinin meşhur sadrazamının hayratından olup klasik Türk mimarisinin başta gelen eserlerindendir. Yüksek yapısının üstünde tahminen 18 m. çapında bir kubbe vardır. Yalnız dört köşesinde yükselen minare gibi ağırlık kuleleri, bu garip biçimleriyle Türk mimarisine tamamen yabancı olduklarından gözleri rahatsız eder. Hezargrad’daki ikinci cami ise 1017’de (1608-1609) yapılan Ahmed Bey Camii’dir. Bu da tek kubbeli tipin temsilcisidir. Silistre’de de tek kubbeli, gösterişli mimariye sahip olan bir caminin varlığı resimlerden öğrenilmektedir. Uzuncaova’da üç bölümlü son cemaat yeri olan tek kubbeli bir cami, kemerlerinin biçimi değiştirilip kubbesinin tepesi sivriltilerek ve minaresi de yıkılarak acaip mimari özellik gösteren bir kilise biçimine sokulmuştur. Türk mimari geleneklerine aykırı düşen bir biçimde olan bir başka cami ise Samokov’daki Bayraklı Cami’dir. Aynı yerdeki tek mekânlı ve ahşap çatılı bir yapı olan Eskicami’nin kalıntıları yerinde 1830-1840’a doğru inşa edilen caminin üstünde dört sütuna dayanan pencereli kasnaklı bir ahşap kubbesi vardır. “Bulgaristan’daki en zarif cami”, “Samokov sanat ekolü ustalarının bir şaheseri” sözleriyle turistik rehberlerde tarifi yapılan bu yapı her bakımdan Türk sanatına ters düştüğünden büyük bir özenle restore edilmiştir. Bu itinanın bir sebebi de camiyi yapan ustanın mihraba bir cami resmi işlerken bir başka duvara da Rila Manastırı’nın krokisini işlemiş olmasıdır. Bu usta Khristo Kosto olan adını da tonoz sıvasının bir köşesine gizlemiştir.

Bulgaristan’ın bütün şehir, kasaba ve köylerinde basit mimariyle ve üstü kiremit örtülü ahşap çatı ile kapalı nisbeten mütevazi camiler de vardı. Çoğu daha önceleri ortadan kaldırılan bu küçük eserlerden biri Kızanlık’ta görülüyordu. 1966’da çok temiz ve bakımlı bir halde olan bu caminin çok uzun kitâbesi 1255 (1839-40) yılını gösterir. Ayrıca boya ile yazılmış bir de 1311 (1893-94) tarihi okunuyordu. Çok derin ve önü direkli bir son cemaat yerinden sonra gelen harim kısmı uzunlamasına büyük bir dikdörtgen teşkil ediyordu. Yenipazar’daki (Novipazar) sakıflı küçük caminin en ilgi çekici tarafı, minaresinin tepesindeki taştan yontulmuş çifte boynuz biçimindeki alemdir. Şumnu’da dikdörtgen basit planlı ve üstü kiremit kaplı kesme taş duvarlı ufak bir cami şehre hâkim bir tepede yer alır. Bu caminin en dikkate değer tarafı, yanındaki arazide uzanan ve içinde çok değerli mezar taşları olan büyük hazîre idi. Bunların arasında, III. Selim devri sadrazamı olup 1205’te (1791) idam edilen Rusçuklu Çelebizâde Şerif Hasan Paşa’nın uzun kitâbeli kabri dikkat çekicidir. Burada üzerinde çeşitli silâh kabartmaları işlenmiş olan, XIX. yüzyıl işi bir subay kabri de vardır. Bu caminin 1984’te yıktırılmış olduğu öğrenilmiştir. Hazîresindeki mezarların ne olduğu ise bilinmemektedir. Karlıova’da 1966’da namaza açık olan uzunlamasına dikdörtgen planlı ahşap çatılı İskender b. Ali Bey Camii’nin bir sanat özelliği yoktur. Bânisinin Osmanlı tarihinde oynadığı rol bakımından olduğu kadar çatılı camiler içinde ayrı bir yeri olan bir diğer eser ise Vidin’de Pazvandoğlu Osman Paşa Camii’dir. 1797’de devletin başına büyük dert açan bu âsi burada bir cami yaptırmış, idam edildiğinde de aynı şehirdeki Mustafa Paşa Camii hazîresine gömülmüştür. Vezir kallâvili taşı olan mezarı da burada bulunmaktadır. Mimari bakımından iddiasız, ahşap çatılı küçük camilerden biri de Filibe’de 1966’da çok harap durumda olan Hacı Hasan Camii idi. Bir başkasını ise modern bir Bulgar şehri hüviyeti almış olan Tarnova’da Marinopol mahallesinde uzaktan farketmiştik. Bu tipten başka örnekler E. H. Ayverdi’nin kitabında bulunmaktadır.

Mimari bakımından fazla dikkat çekici olmayan küçük bir caminin kitâbesi bir vakitler önemli bir belge olarak görülmüştü. Kitâbedeki tarih Türkler’in Bulgaristan’ı fetihlerinden önceye ait olarak okunmuştu. Fakat sonra bunun hatalı olduğu anlaşılmıştır. Türk dinî mimarisinden bahsederken Sofya’da Lozenetz mahallesinde çarşı içinde dükkânların arasına sıkışmış, ne olduğu anlaşılamayan bir kalıntıdan da bahsetmek gerekir. Evvelce “Roma duvarı” veya “Roma perdesi” denilen bu tek cepheden ibaret kalıntı 1957’de tamir edildiğinden 1966’da çok iyi durumda idi. Mükemmel bir taş ve tuğla işçiliği ile yapılan bu duvarın yüzünde, eksende olmayan bir mihrapla iki yanında pencereler vardı. Aslında bu duvarın köşelerindeki kemer izlerinden, evvelce önünde bir yapının var olduğu anlaşılmaktadır. Bunun bir namazgâh veya cami olması mümkündür. Kemerler önde iki pâyeye oturduğu takdirde üstü kubbeli ve bir cephesi mihraplı, üç tarafı açık bir türbe de olabilir. Her ne olursa olsun Osmanlı devri bir Türk yapısı olduğunda en ufak bir şüphe bulunmayan bu kalıntının aslında ne olduğu çözümlenmeye değer bir problem olarak kalmaktadır.

Bulgaristan’daki tekkeler, Rumeli’ye Türk yayılışında görüldüğü üzere genellikle Bektaşî tarikatına aitti. Bunlardan en tanınmışı, Türkiye sınırına yakın Hasköy (Haskovo) yakınındaki Otman Baba Tekkesi’dir. Bir başkası ise Deliorman bölgesinde dağların ve yeşilliklerin arasında âdeta bir vadi dibine gömülmüş olan Demir Baba Tekkesi’dir. Bir Horasan ereninin türbesi yanında yabancı toprakları şenlendirmek üzere kurulan bu tekke muntazam kesme taşlardan yapılmıştır. Çok kubbeli kesme taş bir yapı olan Demir Baba Türbesi’nin esasının Proto-Bulgarlar’ın ünlü başbuğu Omurtak’ın mezarı üstünde olduğu yolunda bir de faraziye ortaya atılmıştır. 1945’ten sonra Bulgarlar’a geçen Rumen arazisinde, Varna ile Balçık arasında bulunan Akyazılı Sultan Âsitânesi ise çok intizamlı kesme taş mimarisiyle XVI. yüzyıl başı Osmanlı sanatında tarikat yapılarına ışık tutacak değerde bir eserdir. XVII. yüzyılda Evliya Çelebi’nin birkaç gün misafir kaldığı bu tekkede meydan


evi muazzam bir çatı ile örtülü idi. Bugün sadece duvarları kalan bu meydan evi yedi köşelidir. Aynı şekilde uzun bacası da yedi köşeli bir gövde halinde yükselir. Az ötede bulunan kubbeli kesme taş türbe de Bektaşîliğin kutsal sayısı olan yedi köşeli olarak yapılmıştır. 1966’daki ziyarette eski Bektaşî nefeslerinde adı geçen ve hakkında çeşitli Osmanlı belgeleri olan bu Türk eserinin, Sveti Tanaş (Athanasios) adındaki hıristiyan azizinin makamı olduğunu bildiren “turistik” bir levhayı okumuştuk. Son yıllarda bir İtalyan aynı görüşü destekleyen bir makale yayımlamıştır. Sofya yakınındaki Bâlî Baba Türbe ve Tekkesi ise önce yıktırılmış, sonra, türbenin yerine sembolik bir mezar yaptırılmıştı.

Osmanlı devri ticaret yapılarının başında gelen bedestenlerden bazı örnekler çeşitli şehirlerde bulunuyordu. Bunlardan Damad Yahyâ Paşa’nın evkafından olup Sofya’da bulunan bedesten çoktan ortadan kalkmıştır. Klasik dönem Osmanlı bedestenlerinin altı kubbeli tipinin bir temsilcisi olan Filibe Bedesteni ise yıkılmış olmakla beraber elimizde bir resmi bulunmaktadır. Uzunlamasına bir yapı olan ve beş bölümü bir sırada dört kubbe ile örtülü Yanbolu Bedesteni son yıllarda restore edilmiş ve galeri olmuştur. Bu bedesten İstanbul’da Çemberlitaş’ta camisi olan Atik Ali Paşa evkafına ait bir yapıdır. Şumnu’da Halil Paşa Camii yakınında bedesten denilen ince uzun bir yapı vardır. Üzerindeki tuğra ve kitâbesi sökülüp müzeye kaldırılmıştır. Ancak bunlar 1221 (1806-1807) tarihli olup III. Selim devrine aittir. Bina daha eski olmakla beraber Türk mimarisindeki bedesten tipolojisinin hiçbir çeşidine uymaz. Ticaret yapılarından çok güzel bir başka eser Filibe’de Kurşunlu Han idi. Üç yol ağzında köşe başında yükselen bu han bilhassa bir üçgenin ucundaki kapısı ile dikkati çekiyordu. Hasköy’deki kervan yolu hanı ise mimarisi ve planı bakımından Edirne’deki Ekmekçizâde Ahmed Paşa Kervansarayı’nın bir benzeriydi.

Bulgaristan’daki türbelerden biri olan Şehâbeddin Paşa Türbesi Filibe’de cami yanındadır. Altı köşeli bir planı olan bu yapının mimari bakımından bir özelliği yoktur. Karlıova’da Ali Bey’in türbesi olarak tanınan yapı ise bugün sadece sekiz köşeli bir temelden ibarettir. Erken Osmanlı devrine işaret eden ve Saruca Paşa’ya ait olduğu söylenen tuğladan, dört ayak, dört kemer üzerine kubbeden ibaret bir açık türbe Kızanlık’ta Tülbe (türbe) denilen tepede bulunmaktadır. Bitişiğinde ise milâttan önce IV. yüzyıl sonu veya III. yüzyıl başlarına ait içi freskolarla süslü meşhur Trak mezarının varlığı dikkat çekicidir. Harmanlı’da da XVI. veya en geç XVII. yüzyıl karakterinde kesme taştan güzel bir türbe yakın yıllara kadar duruyordu. Bulgaristan’daki Türk hâtıraları arasında bazı türbe ve mezarlar da önemlidir. Fakat yıllardır yok edilmeye çalışılan bu tarih belgelerinden geriye nelerin kaldığı bilinmemektedir. Ancak Osmanlı devrinin bazı tarihî kişilerinin bugünkü Bulgar topraklarında yattıkları kaynaklardan öğrenilmektedir. Yukarıda Sadrazam Tevfik Paşa’nın babası İsmâil Hakkı Paşa’nın Yanbolu’daki, Çelebizâde Hasan Paşa’nın Şumnu’daki mezarlarından bahsedilmişti. Fakat gurbette kalan bu ölüler ve türbeler içinde en hazin olanlarından biri de son dönem Osmanlı denizcilik tarihinde unutulmaz bir ad bırakarak 1790’da Şumnu’da vefat eden Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın oradaki mezarıdır. Bugün bu kabrin ne olduğu bilinmemektedir. Türk mezarlıklarından sökülüp depolanan veya müzelere toplanan mezar taşları arasında kitâbeleri ve ait oldukları kişiler bakımından ilgi çekici olanlar vardır. Ayrıca 1966’daki ziyaretimizde Şıpka’dan Kızanlık’a giden yolun sonunda, bu şehre 5 km. kala, basit bir kır çeşmesinin yanında küçük bir mezarlığın hazin bir hâtıra olarak nasılsa kalmış olduğunu görebilmiştik.

Osmanlı devri, Bulgaristan’ın akarsuları üstünde çevrenin gelişmesine yardımcı olan birçok güzel köprü bırakmıştır. Bunlardan bir tanesi doğuda Filibe’ye yaklaşırken yeni köprünün üstünden bakıldığında solda görülebilir. Türkiye sınırı yakınındaki Cisr-i Mustafa Paşa kasabasında (Svilengrad) XVI. yüzyıl başlarında Çoban Mustafa Paşa’nın eseri olan güzel köprü ise klasik devir Türk köprülerinin değerli örneklerindendir ve tezkirelere göre Sinan’ın eserlerinden olması mümkündür. Harmanlı’da pek çok hayır binası yaptırmış olan Sadrazam Siyavuş Paşa’nın yine oradaki köprüsünün 993 (1585) tarihli manzum kitâbesi, XVI. yüzyılın tanınmış şairi ve Mimar Sinan’ın dostu Sâî Mustafa Çelebi’nindir. Ancak köprünün Sinan’ın eseri olduğuna dair tezkirelerde bir kayıt yoktur. Kızanlık Müzesi’nde 1220 (1805-1806) tarihli bir köprü kitâbesi vardır. Hacı Mahmud Ağa’nın hayır eseri olan bu köprünün nerede olduğunu öğrenemedik. Mimari bakımdan çok gösterişli bir köprü de Köstendil yakınında Struma üzerindedir. Fâtih Sultan Mehmed devri vezirlerinden İshak Paşa’nın hayır eseri olduğu bir başındaki 876 (1471-72) tarihli kitâbesinden öğrenilen bu köprüye bir efsane uydurularak “Kadın Köprüsü” denilmiştir. Ortada yüksek bir sivri kemeri, yanlarda basık küçük kemerleri olan bu köprü zarif bir estetiğe sahiptir. Esası eski olan Gabrovo Köprüsü’nün ise XIX. yüzyıl içinde tamir edildiği 1271 (1854-55) tarihli kitâbesinden anlaşılmaktadır. Ancak bu kitâbenin bir özelliği hem Türk hem de Bulgar dillerinde yazılmış olmasıdır. 1175 (1761-62) tarihinde gümrük emini Hacı Mehmed Ağa’nın Lom ırmağı üzerinde yaptırdığı köprünün kitâbesi Rusçuk’ta müzede bulunmaktadır.

Suya büyük değer veren Türkler, gerek yerleşme yerleri içinde gerekse yollar üzerinde birçok çeşme yapmışlardı. Çoğu yıktırılan bu çeşmelerden kalanların da genellikle kitâbeleri sökülüp müzelere taşınmıştır. Değişik mimarili, üstü saçaklı kitâbesiz bir meydan çeşmesi Samokov’da görülebilir. “Goljama çeşme” olarak adlandırılan bu çeşmenin cephesinde mermerden yontulma bir zincirle bir kilidin varlığı ilgi çekicidir. Kızanlık’taki caminin duvarına bitişik 1259 (1843) tarihli bir mermer çeşme vardır. Sultan II. Mahmud’un Varna’da bulunan kırk altı mısralık uzun kitâbeli 1250 (1834-35) tarihli çeşmesi yıktırılmış, kitâbesi müzeye konmuştur. Siyavuş Paşa ile bir Bulgar


kızına dair bir efsanesi olan, hatta manzum bir hikâye olarak da işlenen Harmanlı dolaylarındaki Akbaldır Çeşmesi’nin 1966’larda tamir edilip korunacağı söyleniyordu. Hatta bu kervan yolu çeşmesinin üstü örtülü bir bina şekline sokulması için yapılan projenin resmi bir Bulgar gazetesinde de yayımlanmıştı.

Türk devrinde Bulgaristan’ın belli başlı şehirlerinde saat kuleleri de yapılmıştır. Bunlardan biri Şumnu’da duruyordu. Bir başkası Filibe’ye hâkim tepede idi. Şumnu Saat Kulesi 1153’te (1740) vakıf olarak yapılmıştı. Filibe Saat Kulesi ise 1227 (1812) tarihli olup bunun bir tamir yazısı olduğu iddia edilmektedir. Türk askerî mimarisinin örnekleri olan bazı kalelerle Vidin, Belgrad istihkâmları bu maddenin çerçevesi dışında kaldığı gibi hamamlardan bahsetmek de mümkün değildir. Bu konuda yalnız şunu belirtelim ki yakın tarihlere kadar eski bir Türk hamamı Filibe’de çalışıyordu. Misivri’de ise küçük bir hamamın kahvehane yapılmak üzere 1966’larda tamir edildiğini görmüştük.

Çeşitli yabancı yayınlarda da Bulgaristan’ın Türk eserlerine dair notların, bilgilerin hatta resimlerin bulunabileceğine işaret etmek gerekir. Bulgar araştırmacı ve yazarlarından St. N. Şişkof (Chichcof), Filibe hakkında 1926’da basılan kitabında o tarihlerde bu şehirde on altı kiliseye karşılık hâlâ on dört cami bulunduğunu bildiriyordu. Yine Bulgar sanat tarihçisi P. Mijatev 1959’da basılan makalesinde Tırnova’da evvelce kırk cami ve mescid varken şimdi sadece bir mescid bulunduğunu itiraf eder.

Burada belirtilen ve gerçekten sanat ve tarih değerine sahip Türk eserleri, 1966’da bizzat tarafımızdan görülen ve pek azı da bazı yayınlardan derlenenlerdir. Bugün bunların ne durumda oldukları bilinmemektedir. Fakat çoğunun kaybolduğu veya kaybolmaya mahkûm edildiği bir gerçektir. Kalanlar bile tarih boyunca devamlı bir imarın, o yerleri benimseyerek yerleşmenin ve orada kalma direnişinin maddî delilleridir. Ancak belirtilmesi gereken bir nokta vardır ki o da Bulgar topraklarını terkettiğimizden bu yana orada bıraktığımız tarih ve sanat yâdigârlarının hiç değilse bir arşivini kurmaya çalışmış olmayışımızdır. Halbuki yukarıda verilen bilgilerden Bulgaristan’ın diğer ülkelere nazaran Türk mimarisi bakımından daha zengin ve değerli eserlere sahip olduğu açık şekilde anlaşılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Kâtib Çelebi, Rumeli und Bosna, geographisch beschrieben von Mustafa ben Abdalla Hadschi Chalfa (trc. J. von Hammer), Wien 1812; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III-IV, tür.yer.; J. Hütz, Beschreibung der Europäischen Türkei, München 1828; A. Boué, La Turquie d’Europe, Paris 1840, I-IV (Almancası: Die Europaeische Türkei, Wien 1889); F. Kanitz, Donau-Bulgarien und der Balkan, Leipzig 1875-79; 1879-80 (2. bs.), I-III (Fransızcası, Paris 1882); C. Jireçek, Die Heerstrasse von Belgrad nach Constantinopel, Prag 1877; N. Staneff, Geschichte der Bulgaren II-Vom Beginn der Türkenzeit bis zur Gegenwart (Bulgarische Bibliothek, nr. 6), Leipzig 1917; A. Protitch, Guide à travers la Bulgarie, Archéologie, Histoire, Art, Sofia 1923; H. Minetti, Osmanische provinziale Baukunst auf dem Balkan, Ein Beitrag zur Baugeschichte des Balkans, Hannover 1923; A. Hajek, Bulgarien unter der Türkenherrschaft, Berlin-Leipzig 1925; St. N. Chichcof, Plovdiv, dans son passé et son présent, Plovdiv 1926; J. Petkov, Bulgarien, Sofia 1932; B. Filov, Geschichte der Bulgarischen Kunst unter der Türkischen Herrschaft und in der neueren Zeit, Berlin-Leipzig 1933; Mehmet Şeref, Bulgarlar ve Bulgar Devleti, Ankara 1934; F. Babinger, “Beitrag zur Geschichte von Karlı-eli, vornehmlich aus Osmanischen Quellen”, Eis mnemon Sprydons Lamprou, Atina 1935, s. 140-149 (aynı makale: Aufsaetze und Abhandlungen zur Geschichte Sudosteuropas und der Levante, München 1962, I, 370-377); a.mlf., “Das Bektaschi-Kloster Demir Baba”, MSOS, XXXIV (1931), s. 1-10 (aynı makale: Aufsaetze und Abhandlungen zur Geschichte Sudosteuropas und der Levante, München 1962, I, 88-96); G.-O. Rudloff, “Die Stadt Philippopel”, Geographische Anzeiger, Wien 1937, s. 15 vd.; a.mlf.ler-Hille, “Die Stadt Plovdiv und ihre Bauten” (Bulgarca, Almanca özetli), Izvestija na Balgarskija arkhiologitischeski Institut, VIII, Sofia 1935, s. 379 vd.; P. R. Slaveykof, Akbaldır Çeşmesi: Tarihî Manzum Hikâye (trc. Ali Kemal), Ankara 1943; Ch. D. Peew, Alte Haeuser in Plovdiv, Berlin 1943; a.mlf., “Golemiat bezisten v Plovdiv”, Godesnik na narodnia arkh. Muzej, I, Plovdiv 1948, s. 204-207; Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, s. 257, 259; J. Tonev, Kuli i kambanarii Bilgarija do osvobojdeneto, Sofia 1952; Th. Zlatev, Bilgarskijat grad prez epokhata na viznajdaneto (Almanca, Fransızca ve İngilizce özetli), Die Bulgarische Stadt waehrend der Bulgarischen Renaissance, Sofia 1955; D. Sougarev, Karlovski dvorore prez epohata na viznajdaneto (Almanca, Fransızca ve İngilizce özetli), Jardins de Karlovo à l’époque de la Renaissance Bulgare, Sofia 1956; S. Bossilkov, Tarnovo, Die Stadt und ihre Kunst, Sofia 1960; P. Mijatev, “Bulgaristan’daki Türk Epigrafi Anıtları Üzerine Notlar”, X. Türk Dil Kurultayı Tebliğleri, Ankara 1963, s. 81-89; Kratka Istoria na Bilgarskata arhitektura (nşr. Bilgarska Akademia), Sofia 1965; Ch. J. Veyrene, Bulgarie (Les Guides Nagel), Genève-Paris-Munich 1966; Cevdet Çulpan, Türk Taş Köprüleri, Ankara 1975, s. 153-155; Hakkı Abdullah Meçik, Şumnu-Bulgaristan Türklerinin Kültür Hayatı, İzmir 1977; a.mlf., Şumnu-Bulgaristan Türklerinin Durumu, İzmir 1984; Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mi‘mârî Eserleri IV, s. 11-191; M. Kiel, Art and Society of Bulgaria in the Turkish Period, Assen-Maestricht 1985; a.mlf., “Some Ottoman monuments in Bulgarian Thrace”, TTK Belleten, XXXVIII (1974), s. 635-656 (resimli); a.mlf., “Bulgaristan’daki Osmanlı Türk Mimari Anıtları Restorasyonundaki Sorular ve Beklentiler” (trc. Nihal Akbulut), Milliyet Sanat Dergisi, sy. 8 (1980), s. 56-60; Osman Keskioğlu, Bulgaristan’da Türkler, Ankara 1985; a.mlf., “Bulgaristandaki Bazı Türk Vakıfları ve Âbideleri”, VD, VII (1968), s. 129-137 (resimli); a.mlf., “Bulgaristan’da Türk Vakıfları ve Bâli Efendi’nin Vakıf Paralar Hakkında Bir Mektubu”, a.e., IX (1971), s. 81-94 (resimli); Altan Araslı, Avrupa’da Türk İzleri, s. 267-285; Batılı Gözüyle Balkanlarda Türk Şehir ve Eserleri (haz. Türk Tarih Kurumu), Ankara, ts. [1986]; Hüseyin Râci Efendi, Tarihçe-i Vak’a-i Zağra (nşr. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 1990, s. 95-98; Ahmet Refik [Altınay], “Türk İdaresinde Bulgaristan 973-1255”, DEFM, VIII (1932), s. 62-96 ve 1-44 (ayrıca kitap halinde, İstanbul 1933); H. Duda, “Balkantürkische Studien”, Sitzungsberichte d. Ost. Akademie-Phil. hist., sy. 226, Wien 1949, s. 63-131; P. Mijatev, “Les monuments Osmanlis en Bulgarie”, RO, XXIII/1 (1959), s. 7-56; Mihailov, “Sur les sultans et le serai de Varbica” (Bulgarca), Izvestija na Balgarskija Arhiologitischeski Institut, XXIII, Sofia 1960, s. 146-163; A. Zajaczkowski, “Materialy do epigrafiki Osmánsko-Tureckiej z Bulgarii”, RO, XXVI/2 (1963), s. 7-47 (resimli); Semavi Eyice, “Svilengrad’da Mustafa Paşa Köprüsü (Cisr-i Mustafa Paşa)”, TTK Belleten, XXVIII (1964), s. 729-756 ve resimler; a.mlf., “Varna ile Balçık Arasında Akyazılı Sultan Tekkesi”, a.e., XXXI (1967), s. 551-600; a.mlf., “Sofya Yakınında İhtiman’da Gâzi Mihaloğlu Mahmud Bey İmâret-Câmii”, KAM, IV/2 (1975), s. 49-61 (resimli); N. Muşanov, “Samokovskata Bairakli Dzamia (=La mosquée Bairaklı à Samokov, Monument représentatif du style baroque Bulgare)”, Arkhitektura, sy. 7, Sofia 1965, s. 30-34; İsmail Eren, “Mimar Sinan’ın Sofya’da Bilinmeyen Eseri”, BTTD, sy. 8 (1968), s. 66-70; Eşref Eşrefoğlu, “Bulgaristan Türklerine Dair Bir Rapor”, GDAAD, I (1972), s. 19-36; Kâmil Dürüst, “Bulgaristan’da Akyazılı Sultan Tekkesi”, Türkiyemiz, sy. 26, İstanbul 1978, s. 6-10.

Semavi Eyice