BAKICI

Herhangi bir nesneye bakarak kayıp eşya hakkında bilgi verdiği, geçmişe ve geleceğe dair olayları bildiği öne sürülen bir tür kâhin.

Arapça’daki nâzır kelimesinin karşılığıdır. Kaynaklarda bazan kâhin ve falcı ile eş anlamda kullanılırsa da nâzır daha farklı bir terimdir. Meselâ kâhin ve falcı mutlak olarak gaipten haber verdiklerini iddia ederken bakıcı özellikle görme duyusunu kullanarak kehanette bulunur. Bunun için çok defa aynaya, tırnağa, su dolu tasa veya zeytinyağı gibi şeffaf maddelere, hayvanların yürek, ciğer ve kemiklerine bakarak bunların parlak ve saydam yüzeyinde gördüğünü öne sürdüğü hayalî şekillerden hareketle yitik ve çalıntı eşya hakkında bilgi verir. Kâhin ve falcı ise kehanetin bütün şekillerini içine alan daha kapsamlı birer terimdir. Bu sebeple bakıcının gaybı bilme konusundaki ruh gücünün kâhininkinden daha aşağı ve zayıf bir mertebede olduğu kabul edilir. Kâhinin, insanın gaybı bilmesine engel olan beşerî duygulardan sıyrılmakta güçlük çekmediği, bakıcının ise bütün duyu gücünü görme duyusunda yoğunlaştırmadıkça bunu gerçekleştiremediği kabul edilir (İbn Haldûn, s. 98). Ayrıca başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere Mevlânâ’nın Mesnevî’si, Hâfız-ı Şîrâzî’nin Dîvân’ı, Ahmed Mürşidî’nin Ahmediyye’si ve Yazıcızâde’nin Muhammediyye’si gibi bazı kitapları açarak tefe’ül*de bulunanlara da bakıcı denildiği olmuştur.

Uzun bir geçmişi bulunan bakıcılığın eski Çin, İran, Mısır ve Bâbil’de olduğu gibi Câhiliye devri Arap kültüründe de izlerine rastlanır. Ahd-i Atîk’in her türlü falcılık, büyücülük ve bakıcılığı yasaklamasına rağmen (Tesniye, 18/10-12; II. Krallar, 21/6; İşaya, 8/19; Levililer, 19/ 26-31) yahudilerin mehtaplı gecelerde insan gölgesine bakarak ve su, şarap vb. maddeleri kullanarak bakıcılık yaptıkları, ayrıca Kitâb-ı Mukaddes’te vahiy ve ilham dışındaki hiçbir vasıta ile gaybın bilinemeyeceği bildirildiği halde (Galatyalılar, 5/19-21; I. Samuel, 15/22-23; Vahiy, 21/8) hıristiyanların da özellikle skolastik dönemde bakıcılığa başvurdukları bilinmektedir.

Bakıcıların gaipten haber vermek için kullandıkları yöntemler tarih boyunca farklı şekiller arzetmiştir. Bir kısım bakıcılar İslâm öncesi astrolojisinin etkisinde kalarak küçük âlem (mikro kosmos) kabul edilen insan ile büyük âlem olan (makro kosmos) kâinat arasında sıkı bir ilişki ve benzerlik bulunduğuna inanmışlar ve makro kosmosu dikkatle gözlemek suretiyle buradan mikro kosmosa dair bütün bilgileri elde ettiklerini iddia etmişlerdir. Bakıcıların hayvanların yürek, ciğer ve kemiklerine bakıp tahminde bulunmalarında da bu inancın etkisi vardır. Bu tür bakıcılık Sâbiîler’den beri yaygın bir şekilde devam etmiştir. Günümüzde bakıcılık daha çok billurdan yapılmış bir kadehin içine bir miktar zeytinyağı ve mürekkep konduktan sonra çeşitli dualar okunarak cinlerin davet edilmesi ve bu sırada kadehe dikkatle bakıp burada görülecek hayalî varlıklar yardımıyla bilgi edinilmesi şeklinde icra edilir.

Bakıcının saydam bir cisme bakarak gaipten ne şekilde haber verebileceği hususunda konuya ilgi duyan İslâm bilginlerinin benimsediği iki görüş vardır. Çoğunluğun kabul ettiği yaygın kanaate göre bakıcı râî veya tâbi adı verilen bir medyum olup saydam cisme bakarken cinler tarafından kulağına fısıldanan sesleri duyar ve bunları etrafındakilere anlatır. Mes‘ûdî, Zemahşerî, Hattâbî ve İbn Haldûn’un görüşüne göre ise her türlü kehanet, insanda var olan beşeriyetten ruhaniyete yükselme (insilâh) istidadının bir sonucudur; bakıcının kullandığı bütün alet ve vasıtalar bu ruhanî yükselişin gerçekleşmesini sağlayan tâli unsurlardır. Bakıcı saydam bir cisme bakarken kendisini dış duyuların etkisinden kurtararak konuya konsantre olur; böylece onun iç duyuları harekete geçer ve baktığı cismin yüzeyinde buluta benzer bir sis perdesi oluştuktan sonra burada canlanan hayalî varlıklardan hareketle daha önce normal şartlar altında algılayamadığı ayrıntıları idrak imkânı bulur. Peygamberlerin gaybı bilebilmeleri de beşeriyetten ruhaniyete yükseliş ile izah edilmiştir. Ancak onlarda bu kabiliyet fıtrî ve vehbî olduğu, ayrıca en yüksek kemal derecesinde bulunduğu için onların verdiği bilgiler tamamıyla doğrudur. Kâhinlerde ise bu durum hem kesbî hem de noksan bir seviyededir (İbn Haldûn, s. 92-93, 98).

Bakıcının yitik bir maddenin yerini bilebilmesini psikolojik bir olay olarak kabul edenler de vardır. Bunlara göre yitik eşyanın bulunabilmesi, bu eşyanın bakıcının şuur altını etkilemiş olmasıyla açıklanabilir (Mazhar Osman, s. 29).

Kur’an’da ve bazı hadislerde şeytanların kendi dostlarına fısıltı şeklinde bazı haberleri taşıdıklarının bildirilmesi (eş-Şu‘arâ 26/223; Buhârî, “Tefsîr”, 31; Müsned, I, 218), İslâm bilginleri arasında yaygın olan ve bakıcının bilgisini cinlerin fısıltısı ile açıklayan birinci görüşü destekler gibi görünmekte ise de (el-Hicr 15/ 18; es-Sâffât 37/10) Hz. Peygamber’in nübüvvetiyle bu kapının kapandığını bildiren haberler bu görüşün yanlışlığını gösterir mahiyettedir. İbn Haldûn ve diğer bilginlerin benimsediği ikinci görüşe gelince bunu doğrulayan hiçbir dinî delil mevcut değildir. Pozitif bilimlerin hızla gelişmekte olduğu çağımızda da bakıcıların sözlerine değer verenlerin, hatta dinî hayatı ve bilgisi zayıf olan sosyete arasında fantazi halinde de olsa bunlara iltifat edenlerin bulunduğu görülmektedir. Her türlü gaybî bilginin Allah’a mahsus olduğu ilkesini getiren İslâm dini (el-En‘âm 6/59; en-Neml 27/ 65), bazı kabiliyetlerin geliştirilerek kullanılmasıyla gaybın bilineceği iddialarına değer vermediği gibi bu tür iddia sahiplerine bilgi için başvurulmasını da kesinlikle yasaklamıştır. Zira bakıcı ve diğer kâhinlerin verdiği haberler zan ve tahminin ötesine geçmeyen, tekrarı ve kontrolü mümkün olmayan asılsız bilgilerdir. İslâm’a göre gaybî bilginin yegâne sağlam kaynağı vahiydir, bu da Hz. Muhammed’in vefatı ile sona ermiştir. Bu sebeple müslümanların tarih boyunca bilgi için başvurdukları ve bundan sonra da başvurmaları gereken vasıtalar, başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere doğru haber (haber-i sâdık) ile akıl ve duyular gibi objektif bilgi kaynaklarıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “nažar” md.; Müsned, I, 218; Buhârî, “Tefsîr”, 31; Müslim, “Selâm”, 35; Tirmizî, “Tefsîr”, 36; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb, II, 175; Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut 1947, IV, 412; İbn Kayyim el-Cevziyye, Miftâĥu dâri’s-saǾâde, Kahire 1323, II, 132-134; İbn Haldûn, Muķaddime, Kahire, ts. (Dârü’ş-Şa‘b), s. 92-93, 98; Taşköprizâde, Miftâĥu’s-saǾâde, I, 367-368; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), XIX, 143-144; Mazhar Osman, Spritizma Aleyhinde, İstanbul 1910, s. 29; Elmalılı, Hak Dini, VII, 5342, 5344; Cevad Ali, el-Mufaśśal, VI, 757, 759, 786, 805; C. A. Nallino, “Astroloji”, İA, I, 682-683; T. Barns, “Divination”, ERE, IV, 788-792.

İlyas Çelebi