BÂBÜR

Zahîrüddîn Muhammed Bâbür (ö. 937/1530)

Bâbürlü Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı (1526-1530).

6 Muharrem 888’de (14 Şubat 1483) Fergana’da doğdu. Babası Timur’un torunlarından Fergana hâkimi Ömer Şeyh, annesi Cengiz’in torunlarından Yûnus Han’ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım’dır. Bâbür’ün çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Annesiyle birlikte Endican Kalesi’nde otururken babasının bir kaza sonucu ölümü üzerine 5 Ramazan 899’da (9 Haziran 1494) henüz on iki yaşında iken Fergana hükümdarı oldu.

Bâbür’ün siyasî mücadeleleri üç ana bölümde ele alınabilir: Fergana hâkimiyeti (1494-1504), Kâbil hâkimiyeti (1504-1526) ve Hindistan hâkimiyeti (1526-1530). Bâbür başlangıçta akrabalarıyla ve kendisini tanımayan kumandanlarla uğraştı. Amcası ve Semerkant hâkimi Sultan Ahmed Mirza gailesinden kurtulduktan sonra Taşkent hâkimi Sultan Mahmud’la mücadele etti. Bâbür’ün asıl gayesi Endican’da saltanat sürmek değil atalarının vaktiyle sahip bulundukları Semerkant’ı ele geçirmekti. 1497 ve 1501 yıllarında kısa sürelerle iki defa Semerkant’a hâkim oldu. Mâverâünnehir’in kuzeyinde güçlenen Özbek Hükümdarı Muhammed Şeybânî Han (1500-1510) Bâbür’ün en tehlikeli rakibi idi. İran’da ise Şah İsmâil, Safevî Devleti’ni kurmuştu ve sınırlarını Ceyhun ötesine kadar genişletme gayesini güdüyordu. Bâbür Özbekler’le Ser-i Pül’de giriştiği savaşta mağlûp oldu ve Taşkent’teki dayısının yanına sığındı. Ancak uğradığı başarısızlıklara rağmen sağlam iradesinin yardımı ile tekrar eski gücüne kavuştu. Az sayıdaki Türk ve Moğollar’la birlikte Hindukuş dağlarını aşarak Kâbil’e indi ve kan dökmeden şehri ele geçirip buraya yerleşti (1504). Bütün ayaklanma ve tertip edilen tuzakları bertaraf ederek Kâbil’de tutunmaya muvaffak oldu. Semerkant’ı da tekrar ele geçirmekten vazgeçmemişti. Bu sırada Muhammed Şeybânî Han Şah İsmâil tarafından mağlûp edildi ve öldürüldü (916/1510). Bunun üzerine Bâbür Safevîler’in yardımıyla Semerkant ile Buhara’yı ele geçirdi (1511) ve Mayıs 1512’ye kadar hâkimiyetini sürdürdü. Buna karşılık Şiîler’in bazı isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Sünnî olmasına rağmen hutbede ve paralarda Şah İsmâil’in adını zikrettirdi. Ancak mevcut durum süratle Bâbür aleyhine gelişme gösterdi ve Safevî kuvvetlerinin İran’a dönmesinden sonra Bâbürlüler’e karşı galeyan artmaya başladı. Buhara ve buraya yakın Gucdüvân’da Özbekler’le Bâbür arasında savaş oldu. 1513 ve 1515’te Hisar Kalesi’nin kaybına rağmen Bâbürlüler bölgede fırsat kolladılar. 1514 yılında Şah İsmâil Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim karşısında yenilince Özbekler tekrar Mâverâünnehir’de güçlendiler ve Bâbürlüler’e karşı tutumlarını sertleştirdiler. Bâbür artık Semerkant’ta tutunamayacağını anladı. Bu sebeple şansını Afganistan’da merkezi Kâbil olmak üzere yeni bir devlet teşkili için denedi ve bunda da muvaffak oldu.

1518’de Güney Afganistan seferine çıktı ve Hayber Geçidi’ni aşarak Sind bölgesine indi. Bu yılın sonlarında Kunar ile Sind arasındaki topraklara hâkim oldu. 15 Şubat 1519’da 1500 kişiyle ilk defa Sind nehrini sallarla geçerek Pencap ile Cenap nehri yöresini yağmaladı. 1398-1399 yıllarında Hindistan’ı istilâ eden Timurlenk Pencap ve Delhi havalisini kendine tâbi olan Seyyidler’e bırakmıştı. Bâbür de atasının mirasçısı olarak bu topraklarda hak iddia etmiş ve halkına baskı yapılmaması için de emirler vermişti.

Kandehar Kalesi’nin fethiyle Hindistan-Afganistan ve İran yolu kontrol altına alındı. Bâbür bu kalede iken Mayıs 1522’de Lahor’dan gelen Devlet Han Lûdî ve Âlem Han’la görüştü. Lûdî sarayına yakın olan bu meliklerin yardım talebi kabul edildi. Bâbür iki yıl zarfında Pencap’ı üç defa istilâ etti. Ancak Kâbil’in


Özbekler tarafından tehdidi üzerine tekrar Afganistan’a dönmek zorunda kaldı. Bâbür hâtıratında Hindistan fethinin gecikmesine kardeşleri arasındaki anlaşmazlıklar ve emîrlerin gevşekliğinin sebep olduğunu yazmaktadır. Bu sırada doğan bir şehzadeye Hindâl adının verilmesi de Bâbür’ün Hindistan fethini ne kadar arzuladığını göstermektedir.

Bâbür kesin ve büyük Hindistan seferini 1525’te yaptı. Önce Pencap’ı istilâ ettikten sonra Delhi üzerine yürüdü. Bu sırada Kuzey Hindistan Lûdîler tarafından idare edilmekteydi. İbrâhîm-i Lûdî’nin yakınları olan Lahor valisi ve Âlem Han ile arası iyi değildi. Bâbür Lûdî başşehrine giden yol üzerinden hareket ederek Panipat yakınlarına geldi. Karargâhını burada kurdu. Kale önlerindeki aynı adı taşıyan ovada Bâbürlü ve Lûdî kuvvetleri Nisan 1526’da karşı karşıya geldiler. Lûdî ordusu çok kalabalıktı ve orduda 1000 kadar fil de yer alıyordu. Bâbür’ün ordusu ise 12.000 civarında idi. Osmanlı savaş nizamını uygulayan ve ateşli silâhlar kullanan Bâbür karşısında İbrâhîm-i Lûdî büyük bir yenilgiye uğradı ve öldürüldü. Onun ölümüyle Lûdîler’in hâkimiyeti sona erdi. Bâbür bu seferden sonra Delhi ve Agra’yı da süratle ele geçirdi ve Bâbürlü hânedanını kurdu (1526).

Bâbür, Çitor Racası Rânâ Sangâ’nın kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüğünü haber alınca hemen harekete geçti ve taraflar Biyâne yakınlarındaki Hânüvâ’da karşılaştılar. Mart 1527’de yapılan savaşta Rânâ Sangâ büyük bir hezimete uğradı. Arabalar üzerine yerleştirilmiş toplar karşısında tutunamayan Hindûlar çok kayıp verdiler. Bu savaştan sonra Bâbür Agra’da yerleşti ve Bedahşan askerlerini ülkelerine gönderdi. 1527’den sonra kesilen paralarda Bâbür ismi yanında “gazi” unvanı da görülmektedir. Bu ise Çitor Racası Rânâ Sangâ’ya karşı kazanılan zaferden dolayıdır.

Bâbür 1528’de Çanderi’ye saldırarak Raca Medini Rao’yu mağlûp etti. Ancak Afgan meselesi yüzünden Racpûtlar’a karşı genel bir tenkil harekâtına girişemedi. Ganj nehrini geçerek topçular sayesinde Lûdîler’e sadık kalan kuvvetleri de yendi ve Bâbürlü kuvvetleri 21 Mart 1528’de Leknev’i ele geçirdiler.

1529’da Bengal meselesi ortaya çıktı. Bihâr’da istiklâlini ilân eden Mahmud Şah Afganlılar’ı çevresine toplayarak böl gedeki Bâbürlü nüfuzuna son verdi. Bâbür 6 Mayıs 1529’da Bihâr seferine çıktı ve Mahmud Şah’ı mağlûp ederek doğuya ilerledi. Dönüşte Leknev’i tekrar hâkimiyeti altına aldı.

1530’da hastalanan Bâbür, hastalığının giderek ağırlaşması üzerine bütün emîrleri huzuruna çağırarak oğlu Hümâyun’u hükümdar ilân etti ve onlardan bağlılık yemini aldı. Üç gün sonra da 6 Cemâziyelevvel 937’de (26 Aralık 1530) Agra’da vefat etti. Naaşı Cemne nehri kenarındaki Nûr-Efşân bahçesinde toprağa verildi. Vasiyeti gereğince de altı ay sonra Kâbil’e taşınarak Bâğ-ı Bâbür’de yakınlarının yanına gömüldü. Şah Cihan 1646’da Bâbür için muhteşem bir türbe inşa ettirdi. Bâbür’ün on sekiz çocuğu olmuştu. Öldüğünde dört oğlu ile üç kızı hayatta idi. Bunlar Hümâyun, Kâmrân, Askerî, Hindâl, Gülreng, Gülçehre ve Gülbeden’dir.

Bâbür kurduğu devlet ve tarihte oynadığı önemli rol bakımından Türk tarihinin önde gelen simalarından biridir. Batılı yazarlar, o devirde pek az hükümdarda görülen meziyetleri şahsında toplamış olan Bâbür’e hayrandırlar ve başka hiçbir kahramanın kendisini onun Bâbürnâme’sindeki kadar güzel tasvir edemediği kanaatindedirler.

Bâbür kılıç kullanmakta, ok atmakta, ata binmekte mahir olduğu kadar insan ruhunu tanımakta, fertleri ve toplumları idare etmekte de o derece mahirdi. İleri görüşlü bir devlet adamı ve soğukkanlı bir kumandandı. Maiyetine karşı merhametli ve şefkatli davranır, affına sığınan suçluları bağışlamakta tereddüt etmezdi. Gerektiğinde de en ağır cezaları uygulamaktan çekinmezdi. Spor ve avla, fikrî ve edebî meselelerle uğraşmaktan zevk alırdı. İçki ve eğlenceye düşkünlüğüne rağmen idarî ve askerî işlerde en küçük bir ihmal göstermemiştir. Daima halkının refahı için çalışmış, ülkeyi mâmur hale getirmeye gayret etmiştir.

Bazı besteler yaptığı bilinen Bâbür güzel sanatların hemen hepsiyle yakından ilgilenmiştir. Aynı zamanda iyi bir hattat olan Bâbür “hatt-ı Bâbürî” adıyla yeni bir hat icat etmiştir. Şiir ve edebiyata da vâkıf olup Çağatay şiir ve nesrinin en güzel ve orijinal örneklerini vermiştir. Teknolojik gelişmeleri de yakından takip ederek bunları yalnızca savaş için değil aynı zamanda tarımda üretimi artırmak amacıyla da kullanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Babur, VekayiǾ (Arat), I-II; Hândmîr, Habîbü’s-siyer (nşr. Ağa M. Hâşim Kâşânî), Bombay 1857, III, 304-310, 320; Haydar Mirza Duğlat, A History of the Moguls of Central Asia (trc. E. D. Ross), London 1895, s. 216, 259, 261; Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t-tevârîħ (nşr. C. N. Seddon), Baroda 1931, s. 49-51, 86, 91-92, 127-130, 169-170, 194-195; Nizâmeddin Ahmed, Tabakat-ı Ekberî (nşr. B. De), Calcutta 1931, II, 1-27; Gülbeden Begüm, Hümayûnnâme (trc. Abdürrebâb Yelgar - Eymen Manyas), Ankara 1944; Mîr Muhammed Ma‘sûm, Târîh-i Masûmî (nşr. U. M. Duodpota), Poona 1938, s. 324-325; İskender Bey Münşî, Târîh, I, 30; W. Erskine, History of India Under the Two First Sovereigns of the House of Taimur-Baber and Humayun, London 1854; S. Lane-Poole, The Coins of the Moghul Emperors of Hindistan in the British Museum, London 1892, s. 5-6; a.mlf., Baber, London 1899; L. F. Rushbrook Williams, An Empire Builder of the Sixteenth Century, London 1918; L. Bogdanov, “The Tomb of the Emperor Babur near Kabul”, Epigraphia Indo-Moslemica, 1923-24, s. 1-12; S. M. Edwardes, Babur, London 1926; F. Grenard, Baber Fondateur de L’Empire des Indes (1483-1530), Paris 1930; R. Bum, “Coins of Babur”, Numismatic chronicle, XVIII, London 1938, s. 176-178; S. K. Banerji, “Babur’s Post War Settlements in Doab, Malwa and Bihar”, Proceedings IXth Historical Congress (1946), s. 296-300; S. R. Sharma, Studies in Medieval Indian History, Poona 1956, s. 158-166; J. Allan v.dğr., The Cambridge Shorter History of India, Delhi 1969, s. 320-329; Rızaül İslâm, Indo-Persian Relations, Lahore 1970, s. 5-21; B. Gascoigne, The Great Moghuls, New York 1971, s. 15-44; Abdul Halim, History of the Lodi Sultans of Delhi and Agra, Delhi 1974, s. 164-192, 197, 199, 201-209; Abdülmün‘im en-Nemr, Târîhu’l-İslâm fi’l-Hind, Beyrut 1982, s. 233-240; A. V. W. Jackson, “The Tomb of the Moghul Emperor Babur in Afganistan”, Proceedings American Philosophical Society, LXVIII, New York 1929, s. 195-205; A. Schimmel, “Babur Padishah, The Poet With an Account of the Poetical Talent in his Family”, IC, s. 125-138; M. Fuad Köprülü, “Babur”, İA, II, 180-187; TA, V, 21-23; J. B. Harrison - P. Hardy, “Babur”, EI² (İng.), I, 847-848; a.mlf.ler, “Bâbur”, UDMİ, III, 813-820.

Enver Konukçu




Sanatkâr ve Fikir Adamı Yönü. Bâbür devlet kurucu büyük bir siyasî şahsiyet, askerlik sanatının yüksek bir siması, yılmaz bir mücadeleci oluşu yanında sanat ve kültür yönü de o derece kuvvetli müstesna bir kimse idi. O, bir insanda aynı zamanda bir araya gelemeyecek çeşitli kabiliyet ve değerleri âhenkli bir terkip içinde toplayabilmiş eşsiz bir hükümdar olarak yalnız Türk tarihinde değil, Doğu ve Batı âleminin büyük şahsiyetler galerisinde günümüzde hayranlıkla seyredilen bir portre olmuştur. Bâbür on iki yaşında tahta çıkışından bu yana


seferden sefere koşup at üstünden inmeyen, tahtını ülkeden ülkeye taşıyarak yeni devletler kuran bir maceralar kahramanı, savaşsız kaldığında ardı gelmez büyük avların, eğlence meclislerinin zevkini yaşayan bir tabiat âşığı, araştırıcı ve gözlemci bir botanist, görmesini bilen bir seyyah, bir etnografya müjdecisi, bir bahçe mimarı ve şehirci, ata binme, ok atma ve kılıç kullanma sanatının efendisi, yüzücülük dahil komple sporcu, hattat, mûsikişinas, fakih, hararetli bir tezyinî sanatlar ve kitap meraklısı, bir edebiyata damgasını basmış şair, dünyanın zevkle, takdirle okuduğu üstün bir hâtıra yazarı, hayatı türlü lezzetleriyle bir yaşama sanatı haline getirmiş bir kimse olmanın bütün sıfatlarını beraberinde taşıyan bir Türk soylusudur.

Bâbür, şiirleri ve Bâbürnâme’siyle bugüne gelmiş ve namını bugün de devam ettirmektedir. O, kaybolanları bir tarafa bırakılırsa beş esere imzasını atmış bir edebiyatçı hükümdar olarak tanınır. İçinden birçok şair şahsiyet çıkmış Timurlular ailesindeki şiir geleneği en yüksek temsilcisini onun şahsında bulmuştur. Eğitimini saray çevresinde görmüş olan Bâbür’ün tahta çıkışı gibi şiire başlayışı da erken olmuştur. İlk şiir denemelerine daha on altı yaşında başlamıştı. Başlangıçta çalışmaları beyit çerçevesini geçemezken iki üç sene içinde artık başlı başına gazeller ortaya koyabilecek bir seviyeye erişir. 1500 yılında Semerkant’ı ikinci defa aldığında orada Nevâî ile görüşen Bâbür, ondan kendisine gelen bir mektubun arkasına bir beytini yazarak takdim etmişti. Bâbür tam olarak bir gazel yazdığı tarihi, bir hadise olarak kaydeder (Vekayi‘, s. 105). Bâbür, soyundaki ve saray çevresindeki geleneğin tesiriyle böylece on dokuz yaşında iken hükümdar şairler safında yerini alır. Onun şiirleri siyasî hayatı ile beraber Fergana, Kâbil ve Hindistan olmak üzere üç devre içinde görünür. Kâbil devresinde şiirlerinin sayısı bir divan teşkil edecek noktaya varır. 1519 yılında divanını Semerkant’ta Özbek Hükümdarı Polad Sultan’a göndermişti (Vekayi‘, s. 267).

Bâbür’ün şiiri, yazdıkları basit bir heveskârlığın alelâde ifadeleri olmaktan ileri gidememiş bazı şair hükümdarlarınkinden tamamıyla farklı olup edebî ilimleri çok iyi bilen, Türk ve Acem şiirini ne derece yakından tanıyıp incelemiş olduğunu aruz nazariyatı üzerindeki eseriyle de ortaya koymuş, söyleyiş gücü kuvvetli, ileri zevk sahibi usta bir kalemin mahsulüdür. Hâtıralarında çok iyi belli olduğu gibi o herhangi bir vesile ile, bir konu veya bir durum karşısında anında ondan bir şiir çıkarabilecek derecede bir ifade rahatlığı kazanmıştı. Çağının diğer şairleri gibi aşk-sevgili-içki zevki (veya meclisi) konuları onda da hükmünü sürdüren bir üçüzlüdür. Buna çok defa tamamlayıcı bir unsur olarak tabiattan da belirli bir dekor eşlik eder. Fakat Bâbür, klasik geleneğin bu değişmez temlerini değişik ve oynak bir üslûpla gerçek tablolar içinden verecek surette işlemeyi başarır. Zaman zaman kendi hayatını, yaşadığı hadiseleri şiirine getirir. Hayatını aksettiren otobiyografik karakterdeki şiirleri sayıca ârızî ve tesadüfîliğin sınırı dışındadır. Hâtıratında ne zaman, hangi münasebetle, ne gibi hallerde yazıldıklarına dair verdiği bilgilerden şiirlerinin kendi hayat hadiseleriyle bağlantısı anlaşılır. Babür’ün şiirlerinde çok şahsî bir yönü de, devlet kurucu ve taht sahibi olarak bulunduğu Efganistan ve Hindistan’da içinde taşıdığı gurbet duygusu ve ayrı düştüğü Fergana’ya olan özlemi dile getirmesidir. Klasik şiirin dar ve hazır bir çerçeve halinde kabullenegelinen itibarîsine (conventionel) onun samimi bir eda katabildiği görülüyor. Ancak hemen hemen her divan şairinde olduğu gibi alelâdenin üstüne çıkamamış bazı şiirlerin onda da var olduğu inkâr edilemez.

Bir modaya ayak uyduruştan ibaret kalan sayısı belli “musanna‘” bazı şiirleri (bk. J. Eckmann, “Chagataica, 2. Babur’s Artifical Poems”, AOH, XXV, 1972, s. 351-353) bir tarafa bırakılırsa ifadesi sadeliğe meyleden Bâbür yer yer halk dilinden bir kısım unsurlar almış, atasözleri ve deyimler de kullanmıştır. Bâbür en çok gazel ve dörtlük (rubâî-tuyuğ) tarzını tercih etmiş, kaside ve musammat gibi geniş hacimli nazım şekillerini kullanmaktan uzak durmuştur. Bir şiirini ise hece vezniyle bir türkü olarak yazmıştır (Bâbür Şah’ın Şiirleri: “Gazeliyyat”, MTM, nr. 1, s. 27). Bâbür daha ilk denemelerinden itibaren Farsça şiirler de yazmaya başlamış, ancak bunlar Türkçe şiirleri yanında sayıca hep geride kalmıştır. Babası ve amcasının müridi oldukları Hâce Ubeydullah Ahrâr gibi büyük bir mutasavvıfı çocuk yaşında tanımış olan, dervişlere samimi bir saygı gösteren Bâbür’ün bazı şiirleri tasavvufî bir renk taşır. Mısralarını bazan Türklük ve kahramanlık duygularına açtığı da ilâve edilirse Bâbür’ün şiirlerinin umumi tablosu tamamlanmış olur.

Bâbür’ün bir kısım şiirlerinde, özellikle rubâîlerinde Nevâî tesiri kendini hissettirir. Çağdaşları Bâbür’ün şairliğinden büyük bir takdirle bahsetmektedirler. “Türkçe ve Farsça şiir söylemekte emsalsizdi; bilhassa Türkçe divanında taze mazmunlar bulup söylemiştir” ifadesinin yanı sıra Haydar Mirza Duglat’ın, “Onu Türkçe şiirlerinde ancak Ali Şir Nevâî geçerdi” şeklindeki değerlendirmesi, devrinde onun ne derece kuvvetli bir şair sayıldığına tercüman olmaktadır. Doğu Türkçesi edebiyatının Nevâî’den sonra yetiştirdiği en değerli şairin Bâbür olduğu bugün edebiyat tarihçileri tarafından benimsenmiş bir hükümdür.

Türk ve İran edebiyatlarını çok yakından tanıyan Bâbür’ün gerek Türk, gerekse Acem şairleri hakkında çok sağlam ve yerinde görüşlere sahip olduğu Bâbürnâme’sinde açıkça görülmektedir. Bu arada Ali Şîr Nevâî hakkında söyledikleri bugün için de aynen kabul edilebilecek isabetli bir değerlendirmeyi aksettirir.

Eserleri: 1. Bâbürnâme*. Çağatay edebiyatının Nevâî’ninkini dahi aşan en tabii ve ileri nesir örneğini veren, önce ilim âlemince şöhret kazanıp mühim bir kaynak olarak ele alınmış olan bu eser, sadece Türk edebiyatı için değil, nevinde


kendisini yabancı okuyucuya da müstesna bir hâtırat kitabı olarak kabul ettirmiştir. Bâbür’ü unutulmazlar arasına sokan, ilmîliğe yükselen muhtevası, bir hükümdardan beklenemeyecek samimiliği etrafında hayranlık yaratan bu hâtırat çeşitli dillere tercüme edilerek birçok defa basılmıştır.

2. Divan. Bâbür’ü Çağatay edebiyatının şiirde Nevâî’yi takip eden büyük temsilcisi olarak tanıtan divanı, onunkiler kadar hacimli olmamasına karşılık, orijinal yönler taşıyan seçme ve kuvvetli şiirleriyle Bâbür’ün değerini ortaya koymaya yetmiştir. Kadı Burhâneddin ve diğer bazı şair hükümdarlarınki gibi klasik divanlar tarzında ve alfabetik bir tertipte olmayan bu divanda şiirlerinin kronolojik bir sıraya göre yer almış olacakları yolunda bir görüş vardır. Bâbür’ün kendisinden öğrenildiği üzere ilk şiiri olan gazelin görülebilen divan nüshalarındaki gazellerin en başında bulunması, yazılış tarihini verdiği diğer bazı manzumelerinin de böyle bir durum göstermesi bu görüşü destekler mahiyettedir.

Divanın yazma nüshalarına Orta Asya’dan çok başka ülkeler kütüphanelerinde rastlanmaktadır. Başlıca nüshaları şunlardır: 1. Tahran nüshası (Kütübhâne-i Saltanatî, nr. 671, diğer bir kayda göre 676). Verilen tarih doğru ise 931’de (1525) istinsah edilmiş, harekeli ve satır aralarında Farsça tercümeleri de bulunan Bâbür külliyatı içindedir (Zeki Velidi Togan, “Tahran Kütüphanelerinde Hindistan’dan Gelen Eserlerde Çağatay Dil ve Temürlü Sanat Âbideleri”, TTK Belleten, nr. 95, 1960, s. 444; a.mlf., “Londra ve Tahran’daki İslâmî Yazmalardan Bazılarına Dair”, İTED, III/1-2, 1960, s. 152). 2. Paris nüshası (Bibliothèque Nationale, Supplements Turcs, 1230). 1515’te istinsah edilmiştir (Blochet, Catalogue, II, 207). 3. Râmpûr Özel Nevvâb Kütüphanesi nüshası. 15 Rebîülâhir 935’te (27 Aralık 1528) istinsah edilmiştir. Bu başka bir yazmadan kopya edilmiş bir tarihe benzemektedir (bk. A. S. Beveridge, Babur-Nama (Memoirs of Babur), London 1922, Appendices, s. IX-LXI; tavsifi için bk. V. İvanov, A Concise Descriptive Catalogue of the Persian Mss. in the Asiatic Society of Bengal, 1924, s. 668). Bankipûr’da da bir divan nüshasına rastlanmaktadır (Catalogue of the Arabic and Persian Manuscripts in the Oriental Public Library at Bankipore, I, Suppl., 1998, s. 256). 4-5. Haydarâbâd Sâlâr Jang Müze Kütüphanesi, nr. 4478 ile 4479’daki Receb 1188 (Eylül 1774) istinsah tarihli ve satır arası Farsça tercümeli nüsha (bk. Erkan Türkmen, “Hindistan Kütüphanelerindeki Bazı Türkçe Yazma Eserler”, TKA, XXIII/1-2, 1985, s. 493-494; krş. H. S. Süleymanov, “Po Rukopisim Fondam İndii”, ST, nr. 2, 1980, s. 70). 6. Topkapı Sarayı Kütüphanesi nüshası (Revan, nr. 741). Cildi inci ile işlenmiştir (Karatay, Türkçe Yazmalar, II, 112). 7. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi nüshası (TY, nr. 3743). 8. 100. Yıl Atatürk (Belediye) Kütüphanesi nüshası (Muallim Cevdet Yazmaları, nr. K. 352). Divanın Buhara’da da bir nüshası bulunduğuna dair bilgi vardır (bk. Ş. Rahimî, “Zahîrüddin Muhammed Bâbür”, Maarif ve Medeniyet, nr. 1, Kânunuevvel 1923, s. 107; bk. TM, 1928, II, 608).

Tenkitli metin baskısı henüz yapılmamış olan divanın ayrı ayrı nüshalarından şu neşirleri ortaya konulmuştur: 1. E. Denison Ross, “A Collection of Poems by the Emperor Babur” (JASB, VI, Extra No. 1910, VI+23+Faksimile: 25-43. D. Ross bu nüshayı yegâne nüsha sanmıştır). 2. Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Bâbür Şah’ın Şiirleri: Gazeliyyat”, (MTM, I, 1331/1915, nr. 2, s. 235-256, nr. 3, s. 464-480; II, 1331/ 1915, nr. 5, s. 307-336. İÜ Ktp., TY, nr. 3743’teki Hâlis Efendi nüshasının yarım kalmış neşridir). 3. Samoyloviç, Sobranie Stihotvoreniy Imperetora Babura/Mecmua-i Eş’âr-ı Baber (Çast 1. Text, Petrograd 1917, 34+9 sayfa. Bibliothèque Nationale ve ilâve olarak Râmpûr nüshalarının neşridir). 4. Şefika Yarkın, Dîvân-ı Zahîrüddin Muhammed Babur (Kâbil 1962). 5. S. Azimcanova - A. Kaimov, Zahirüddin Muhammed Babir, Asarlar I. Divan (Taşkent 1965). 6. S. Azimcanova, Indiskiy Divan Babura (Taşkent 1948).

Bundan başka divandan yapılmış şu metin seçmeleri de bulunmaktadır: Fıtrat, Özbek Edebiyatı Nemûneleri (Taşkent-Semerkant 1928, s. 277-297); Alim Şarafaddinov, Uzbek Adabiëti Tarihi Hrestomatayası (Taşkent 1945, II, 30-52); Hâdi Zarif, Navoy Zamondoşları (Taşkent 1948, s. 183-185); Bobır, Tanlangan Asarlar (nşr. S. Azimcanova - A. Kaimov, Taşkent 1958); Bobır, Şe’rler (Taşkent 1958); A. Şarafaddinov - A. Kaimov - R. Majdidi, Uzbek Şe’riyatı Antologiyası (Taşkent 1961, III, 41-57); N. V. Stebleva, Semantika Gazeley Babura (Moskova 1982, s. 209-326; Fuad Köprülü ve Samoyloviç neşirlerinden bir araya getirilmiş 119 gazel); Sayyid Na‘imuddin, “Some Unpublished Verses of Babur” (IC, nr. 30, 1956, s. 44-50; İÜ Ktp., TY, nr. 3743’teki divan nüshasında bulunan Farsça şiirler). Bâbür’ün seçme şiirlerinin çok ilgi görmüş bir Rusça tercümesi de yapılmıştır (L. Penkovskiy, Babur. Lirika, Taşkent 1943; Moskova 1948, 1957; Taşkent 1959).

3. Aruz Risâlesi. Kendinden önce Ali Şîr Nevâî’nin aruz nazariye ve kaidelerine dair yazdığı eseri yeterli görmemekten gelen bir ihtiyaçla Bâbür’ün ondan otuz beş sene kadar sonra aynı konuda meydana getirdiği bir çalışmadır. Bâbür, Nevâî’nin Mîzânü’l-evzân’ını birçok bakımdan yetersiz ve kusurlu bulduğunu açıkça söyler (Vekayi‘, s. 186). Onun bu risâlesinin tenkit edilecek taraflarının çok olduğunu, Nevâî’nin rubâî de dahil bazı bahirlerin vezinlerinde yanıldığını belirten Bâbür böylece eserini kaleme almaktaki hareket noktasını açıklamış olur. Bâbürnâme’deki kayıt ve notlarından da aruz nazariyat ve ıstılahlarına kuvvetle hâkim olduğu ayrıca belli olan Bâbür’ün risâlesi tasnif ve tertip itibariyle Nevâî’den pek farklı değildir. Her ikisinin de kaynakları müşterektir. Nevâî’den ayrılan tarafı, bahisleri ondan daha tafsilâtlı ve çok daha bol örneklerle vermesidir. Bu bakımdan Nevâî’nin risâlesi Bâbür’ünkü yanında biraz sönük kalır. Bâbür aruzun her bahri ve meselesi hakkında çağdaşı şairlerle eskilerden Farsça ve Türkçe bol örnekler getirmektedir. Bununla Bâbür’ün Türk ve İran şiirini ne kadar iyi tanıdığı, malzemesinin ne derece zengin ve geniş bir okuma ve araştırmaya dayandığı belli olur.

Bâbür’ün aruz risâlesinin en mühim tarafı, onun da Nevâî gibi klasik aruz kitaplarında yer almayan Türk şiirine has olan tuyuğ, koşuk, urguştek, türkî nevinden vezinler üzerinde durmasıdır. Bâbür Nevâî’deki mevcuda onda bulunmayan öleng, tarhânî gibi maddeler ilâve ettikten başka örneklerin dairesini daha da genişletir. Bâbür Nevâî’deki muhabbetnâme, müstezad, arazvari vezinlerini zikre gerek görmemiştir. Tarhânîyi “çenge” yerine alır. Bâbür’ün izahları ile yalnız Türk şairlerince kullanılan vezinler hakkındaki bilgi daha açıklık ve zenginlik kazanmış bulunmaktadır. Risâlede şiirlerinden örnekler verdiği şair sayısı yetmiş birdir.

Bütünü ile ele alındığında Bâbür eserinde on dokuz bahir etrafında 500’den fazla vezin göstermiştir. Bunlardan bir kısmının kendi icadı olduğunu bildirir. Bâbür hâtıratında, 933 (1527) yılı sonlarıyla ilgili vukuat ve konulardan bahsederken,


bir beytini 504 ayrı vezinde ifade ettiğini ve bununla ilgili olarak bir risâle kaleme aldığını söyler ki bu eldeki aruz risâlesidir (Vekayi‘, s. 375; eserin neşrini yapan Stebleva’nın bu husustaki görüşü biraz farklıdır). Bundan başka divanının Râmpûr nüshasında aruz risâlesini Hindistan fethinin sona erişinden iki üç yıl önce tamamladığını belirten kayıttan, Hindistan fethi 933 (1527) yılı yazında son bulduğuna göre, eserinin 930 veya 931 (1524 veya 1525) yılları arasındaki bir tarihte meydana gelmiş olduğu anlaşılır.

Bâbürnâme’nin İlminski neşri nüshasının sonundaki ilâve metinde Bâbür’ün biri vezin konusunda, diğeri kafiyeye dair iki risâlesi bulunduğu belirtilir. İkincisinin isminin zikredilmemesine karşılık Aruz Risâlesi’nden, tarihçi Ebü’l-Fazl’ın da bildirdiği gibi (Ekbernâme, I, 118; İng. trc. Beveridge, I, 279), Mufassal adıyla bahsedilmektedir.

Bâbür’ün kayıp sanılan Aruz Risâlesi ilk defa Fuad Köprülü tarafından Bibliothèque Nationale’deki bir yazmadan bulunup ortaya çıkarılmıştır. 1923 Kasımında Dinler Tarihi Kongresi münasebetiyle Paris’te bulunurken yaptığı bu keşfi Tevhîd-i Efkâr gazetesinde haber vermiş, baskısı 1928’de tamamlanan Türkiyat Mecmuası’ndan ayrı basım olarak 1926’da neşredilen Türk Klasik Edebiyatındaki Hususî Nazım Şekilleri: Tuyug adlı araştırmasında eserdeki malzemeden geniş surette istifade etmiştir. Eserin keşfinin kendisine ait olduğunu iddia eden Rıza Nur, risâlede zikri geçen Mübeyyen ile ilgili “muhtasar” sözünü kitabın adı sanmış, her iki hususta da F. Köprülü ile münakaşaya girişmiştir (Riza Nour, “Le Moukhtaçar de Baber Chah”, Revue de Turcologie/Türk Bilik Revüsü, Alexandrie 1931, nr. 1, s. 86-92). F. Köprülü buna iki ayrı yazı ile cevap vermiş, eserin adının “Muhtasar” olamayacağını bir kere daha izah etmiştir (“Bâbür’ün Aruz Risalesi ve Mübeyyen’i”, “Nevâî ve Bâbür’deki Nazım Şekillerine Ait”, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1934, s. 240-246 (I), 246-254 (II)). Rıza Nur bu defa da yeni bir yazısıyla münakaşayı sürdürmek istemiştir (“Köprülüzade Fuad Beyin Cevabına Cevab”, Türk Bilik Revüsü, nr. 5, Şubat 1935, s. 99-162). Aruz Risâlesi’nin diğer bir yazma nüshası Tahran’da Kütübhâne-i Saltanatî’deki 931 (1525) istinsah tarihini taşıdığı söylenen Bâbür külliyatı içindedir (Z. V. Togan, TTK Belle ten, s. 444 ve İTED, s. 152; 1252’de [1836-37] istinsah edilmiş Madras nüshası için bk. Hofman, I, 177).

Paris nüshasının (Bibliothèque Nationale Suppl. Turc. 1308; Blochet, Catalogue, II, 229) ardarda iki faksimile neşri yapılmıştır (Saidbek Hasan, Zahîrüddin Muhammed Babur, Muhtasar, Taşkent 1971; aynı zamanda Kiril harfleriyle metni, İ. V. Stebleva, Zahır ad-Dın Muhammad Babur, Traktat Ob ‘Aruze/Aruz Risâlesi, Moskva 1972, sadece faksimile, önsöz ve indeks; ayrıca bk. A. M. Sçerbak, “Soçinenie Babura ob ‘Aruze [Predvaritelnoe Soobsçenie]”, NAA, nr. 5, 1969, s. 156-168; İ. V. Stebleva, “İzvleçeniya İz Traktata Babura Po Stihoslojeniyo [Aruzu]”, Pismenniye Pamyatniki Vostoka Ejegodnik, Moskva 1970, s. 166-171).

4. Mübeyyen. Yazıldığı sırada on bir on iki yaşlarında bulunan oğlu Kâmran Mirza’ya öğüt olarak Hanefî fıkhına dair bazı konu ve meseleleri izah gayesiyle kaleme aldığı 2000 mısralık bir mesnevidir. Aruzun hafif bahrinde “fâilâtün/ mefâilün/fâilün” veznindeki bu küçük eser beş fasıl üzerine tertip edilmiştir. İçinde ebced hesabı ile düşürülmüş tarihten başka Aruz Risâlesi’nde de verdiği (vr. 170ª) tarih 928’de (1522) yazıldığını göstermektedir. Sefer esnasında tamamlandığından önce sefer ve misafirlik ahkâmına yer verilen risâlede oruç, zekât ve vergi konuları üzerinde durulmaktadır. Eser, kendi memleketi Fergana’dan çıkan Ali b. Ebû Bekir el-Mergınânî’nin el-Hidâye’sini İmam Ebû Hanîfe mezhebinin en muteber kitabı olarak bahis konusu ettiğini gördüğümüz (Vekayi‘, s. 47) Bâbür’ün şer‘î sahadaki bilgisini aksettirmektedir. Ebü’l-Fazl Mübeyyen’in şöhret kazanıp çok takdir gördüğünü bildirir (Ekbernâme, s. 278). İşlenen konuyu cazip kılmak fikriyle manzum olarak kaleme alınmış bu didaktik eserde fazla bir sanat değeri aranamayacağı tabiidir. Onun öteden beri “Mübîn” diye yanlış okunan isminin gerçek şeklinin “Mübeyyen” olduğu tarihçi Abdülkadir el-Bedâûnî tarafından açıkça belirtilmiştir. Mübîn ise Bedâûnî’nin bildirdiği üzere Bâbür’ün kâtibi Şeyh Zeyn’in Mübeyyen’e yazdığı Farsça şerhin adıdır (Müntahabü’t-tevârîh, I, 343; İng. trc., [Ranking], I, 450). Mübeyyen’in adı bazı yerlerde Der Fıkh-ı Mübeyyen veya Fıkh-ı Bâbürî şeklinde de geçer. Bâbürnâme’de adını birkaç defa zikredip Hindistan ile ilgili iki beytini naklettiği eserden, Aruz Risâlesi’nde de yazıldığı bahirden örnek olmak üzere yirmi yedi beyit almıştır (vr. 170ª-b). İlk defa bir kısmı ile Berézin’in Chrestomathie Turque’nde (Kazan 1857, I, 226-272) basılan risâlenin 1905’te Taşkent’te Mübeyyenü’l-İslâm adı altında yapılmış bir taş baskısı vardır. Fuad Köprülü’nün hususi kütüphanesinde 937’de (1530-31) Mûsâ b. Îsâ adlı bir kâtip tarafından Merginan’da yazılmış bir nüshası olduğu gibi Leningrad ve Özbekistan’da da birkaç yazma nüshası bulunmaktadır (bk. Hofman, I, 178). Tahran Kütübhâne-i Saltanatî’de (nr. 671) istinsah tarihi 931 (1525) olarak gösterilen Bâbür külliyatı içinde de bir nüshası olduğu anlaşılıyor. Eserin “Kitâb-ı Zekât” faslı, vergi meselesi ve Bâbür’ün iktisadî görüşleri bakımından başlı başına bir incelemeye konu olmuştur (S. Azimcanova, “Nekotorie Ekonomiçeskie Vzglyadi Zahir Ad-Dina Muhammada Babura. İzlojennie v ‘Mubayine’”, Trudi Dvadçat’ Piyatogo Mejdunarodnogo Kongressa Vostokovedov, Moskva 1963, III, 203-208). Leningrad nüshası L. V. Dmitrieva tarafından ele alınmıştır (Problemi Vostokovedeniya, Moskva, nr. 4, 1959, s. 136-146). Tanlangan Asarlar isimli Bâbür’den yapılmış seçmeler kitabında (Taşkent 1958) risâle metninden bir kısım verilmiştir.

5. Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi. XV. asırda Timurlular çağında Mâverâünnehir ülkelerinde büyük mânevî nüfuzu olan Nakşibendî Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın, babası Mahmud Şâşî’nin dileği dolayısıyla yazdığı için Vâlidiyye diye adlandırdığı Farsça tasavvufî ahlâk risâlesinin manzum tercümesidir. Eser remel bahrinin “feilâtün/feilâtün/feilün” vezni üzerine 243 beyitlik mesnevi şekline konulmuştur. Menkıbe ve kerametleri Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Reşehât’ını dolduran Hâce Ubeydullah-ı Kâşî’nin (Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-üns fî menâkıbi’l-evliyâ [trc. Lâmi‘î Çelebi], İstanbul 1289 [1872], s. 344-455; Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-Mahabbe min Şemâyimi’l-Fütüvve, nşr. K. Eraslan, İstanbul 1979, s. 256-258; Storey, Persian Literature, London 1953, I/2, 964) Bâbür’ün mânevî hayatında hususi bir yeri vardır. Babası Fergana Sultanı Ömer Mirza’ya “oğlum” diye hitap edecek kadar yakınlık gösteren Hâce Ubeydullah’ı Bâbür zaman zaman rüyalarında gördüğünü ve ondan, olacak güzel şeylerin işaretlerini aldığını söyler. Hindistan’da hayatının son yıllarında daha önce geçirdiği ateşli bir hastalığın yeniden nüksetmesi sırasında, Hâce Ubeydullah’ın ruhaniyetinin şifaya vesile


olması ümidiyle onun bu eserini tercümeye başlayarak 27 Safer-8 Rebîülevvel 935 (10-20 Kasım 1528) arasında on gün içinde tamamlar (Vekayi‘, s. 393-394). Sade bir ifade ile meydana getirdiği bu tercüme, mutasavvıf ve dervişlere büyük bir hürmet duyan Bâbür’ün tasavvufî konulardan lezzet alan bir yönünü aksettirmektedir. Bu didaktik mesnevi Bâbür’ün divan nüshalarında yer almaktadır. Bunlardan İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki (TY, nr. 3743) Hâlis Efendi nüshası metninin Fuad Köprülü tarafından neşri yapılmıştır (“Risâle-i Vâlidîye Tercümesi”, MTM, nr. 1, 1331/1915, s. 113-124). Râmpûr nüshasındaki metni divanın Denison Ross tarafından, Paris nüshası da Samoyloviç tarafından yapılan neşrinde basılmıştır. 935’te (1528-29) yazılan eserin, istinsah tarihi 931 (1525) olarak gösterilen Tahran Kütübhâne-i Saltanatî’deki Bâbür külliyatı içinde yer alması, bu tarihlerden birinin yanlış olduğunu göstermektedir. Risâlenin sonundaki 935 tarihi Bâbürnâme ile de teyit edildiğine göre tarih yanlışı külliyata ait olmalıdır.

Bâbür’ün bunlardan başka var olduğu söylenen biri mûsiki hakkında, diğeri harp sanatına dair iki eseri şimdiye kadar ele geçmemiştir. Bâbür’e bir de oğlu için yazdığı bir “Vesâyânâme” atfedilmiştir (bk. A. S. Beveridge, “Further Notes on Baburiana. II. Paternal Counsels Attributed to Babur in a Bhopal MS.”, JRAS, 1923, s. 75-82).

Bâbür Arap harfleri dışında değişik ve kullanılması kolay bir yazı şekli tasarlamış, 1504’te ülkesinden ayrılıp yeni bir devlet kurmaya Kâbil’e gittiğinde “hatt-ı Bâbürî” adıyla yeni bir alfabe sistemi icat etmişti. Noktasız harflerden meydana gelen bu sistem, ileri sürüldüğüne göre, Türkçe’nin bünyesine uygun gelecek bir yol arayışın ifadesiydi. Hatt-ı Bâbürî örneklerinden bazıları çok yakın zamanlarda ele geçmiştir (bu yazı meselesi hakkında bk. A. de Longpérier, “Note sur l’Zcriture baberi”, Comptes-rendus des sciences de l’Académie des inscriptions, Paris 1872, I, 245-252; S. Azimdzhanova, “New Data Concerning Khatt-ı Baburî”, Central Asian Review, London 1964, XII/2 ve Proceedings of the Twenty-sixth International Congress Orientalists 1964, IV (1970), s. 203-208; R. Rahmeti Arat, “Babur ve Yazısı”, TK, Mart 1964, nr. 17, s. 18-21; Âhmed Golçîn-i Maanî, “Moshaf-ı Baburî”, Nâme-i Âstân-ı Kods, Meşhed 1344 hş./1965, nr. 20, s. 60-64; Ali Alparslan, “Babur’un İcad Ettiği ‘Baburî Yazısı’ ve Onunla Yazılmış Kur’an”, TM, 1976, XVIII, 161-168; a.mlf., “Babur’un İcad Ettiği Baburî Yazı II”, TM, 1980, XIX, 207-209).

BİBLİYOGRAFYA:

Bâbür, Vekayi‘ (Arat), I-II; a.mlf., Babur-Nama: Memoirs of Babur (trc. A. S. Beveridge), London 1922, I-II; Gülbeden Begim, Humâyunnâme (trc. Abdürrab Yelgar), Ankara 1944; Zeyn Han, Tabaqat-ı Baburi (trc. S. Hasan Askari), Delhi 1982; Sâm Mirzâ, Tuhfe-i Sâmî (nşr. Vâhid Destgerdî), Tahran 1314 hş., s. 15-16; Abdülkadir el-Bedâûnî, Müntehâbü’t-tevârîh, Calcutta 1865; a.mlf., Muntakhabu’t-Tawarıkh (trc. G. S. A. Ranking), Calcutta 1898; Ebü’l-Fazl el-Allâmî, Ekbernâme, Calcutta 1886, I; a.mlf., The Akbarnama of Abu’l-Fazl (trc. H. Beveridge), Calcutta 1897, I; W. Erskine, A History of India Under the Two First Sovereigns of the House of Taimur, Baber and Humáyun, London 1854; F. Teufel, “Baber und Abu’l-Fazl”, ZDMG, XXXVII (1883), s. 141-187; Mengü Kaan, Büyük Bir İslâm Mogol İmparatoru (Bâbür Şah) Merhum”, İslâm Mecmuası, nr. 7, İstanbul 1332/1914, s. 199-203 (Bilgi hatalarına mukabil İslâmi yönden bir değerlendirme vardır.); Öktey Kaan [Yusuf Akçura], “Hindistan’da Türklük. Müslüman Türk İmparatorları (Zahîru’d-din Muhammed Bâbür Şah Gazi”, Bilgi, nr. 6, İstanbul 1330/1915, s. 570-585; H. Beveridge, “A Letter from the Emperor to his son Kamran”, JASB (New Serie 15, 1919), s. 329-334; S. M. Edwards, Babur. Diarist and Despot, London 1926; Carra de Vaux, Les Penseurs de l’Islam, Paris 1921, I, 63-67; Rıza Nur, “Bâbür: Şair”, TY, nr. 16 (1926), s. 376-390; F. Grenard, Baber: Fondateur de l’Empire des Indes (1483-1530), Paris 1930 (Geniş bir özeti: Mustafa Hakkı Akansel, “Bâbur”, Tanrıdağ, nr. 12, İstanbul 1942, s. 5-9); M. Fuad Köprülü, “Bâbür Şah”, Cumhuriyet, 2 Mart 1928; a.mlf., “Arûz”, İA, 1942, I, 648; a.mlf., “Babur”, İA, 1943, II, 180-187; a.mlf. - W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1942, s. 246-249; 8. bs. Ankara 1984, s. 221-222; V. Zohidov, “Bobırnıng Faoliyatı va Adabiy-Ilmiy Merosı Hakıda”, [Bâbür, Bobırnoma (nşr. P. Şamsiev - S. Mirzaev) içinde], Taşkent 1960, s. 5-52; H. Hasanov, Zahiriddin Bobır: Sayëh ve Olim, Taşkent 1960; a.mlf., Zahiriddin Muhammed Bobir: Haëti ve Geografik Merosı, Taşkent 1966; A. Schimmel, “Babur Padishah, the Poet, With an Account of the Poetical Talent in His Family”, IC, XXXIV/2 (1960), s. 125-138; A. Bombaci, Storia Della Letteratura Turca, Milano 1963, s. 143-163; a.mlf., Histoire de la Littérature Turque (trc. I. Mélikoff), Paris 1969, s. 135-152; H. Lamb, “Varying Cultural Influences of the Last Timurid Age in Samarkand. An Aspect of the Character of Zahir Ad Din Muhammad, Surnamed Babur (the Tiger). Founder of the Dynasty Known as the Great Moghuls of India”, Trudi Dvadçat Piyatogo Mejdunarodnogo Kongressa Vostokovedov, Moskva 1963, III, 217-221; J. Eckmann, “Die Tschaghataische Literatur”, Ph.TF, II (1964), s. 370-376; N. M. Mallaev, Uzbek Adabiëti Tarihi, Taşkent 1965, s. 636-677; H. F. Hofman, Turkish Literature, Utrecht 1969, I/1-3, s. 162-183; Banarlı, RTET, I, 518-522; R. D. Palsokar, Babur: Study in Generalship, Poona 1971; Bobır”, Uzbek Sovet Ençiklopediyası, Taşkent 1972, II, 287-293; I. V. Stebleva, “Semantiçeskoe Edinstvo Gazeli Babura”, Tyurkologiçeskiy Sbornik, Moskva 1978, s. 158-166; a.mlf., Semantika Gazeley Babura, Moskva 1982; a.mlf., “Literaturnaya i nauçnaya deyatol’nost’ Zahiraddina Muhammada Babura (K 500-Letiyu so dnya rojdeniya)”, NAA (1983), s. 64-71; a.mlf., “Poetiçeskoe Tvorçestvo Babura (K 500-Letiyu so dnya rojdeniya)”, ST, nr. 1 (1983), s. 24-33; S. P. Blake, “Courtly Culture Under Babur and the Early Mughals”, JAH, XX (1986), s. 193-214.

Ömer Faruk Akün