AVRUPA

Okyanusya’dan sonra dünyanın ikinci küçük kıtası.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. KITADA İSLÂMİYET

Tamamı kuzey yarı kürede, 72º kuzey (Norveç’in kuzeydoğusundaki Nord Kapp Burnu) ile 36º kuzey (İspanya’nın güneyindeki Tarifa Ucu) enlemleri ve 10º batı (Portekiz’in batısındaki Roka Burnu) ile 60º doğu (Ural dağları hattı) boylamları arasında yer alır. Asya’nın kuzeybatıya doğru yarımada şeklinde uzanan bir parçası görünümündedir ve bu sebeple Asya kıtasıyla birlikte Avrasya adıyla anılır. Yüzölçümü 10 milyon km² olup yeryüzündeki toplam karaların 1/15’ini teşkil eder. 1989 tahminlerine göre nüfusu 700 milyon civarında ve nüfus yoğunluğu da yaklaşık 70/km²’dir. Kuzeyden Kuzey Buz denizi, batıdan Atlas Okyanusu, güneyden Akdeniz, doğudan Ural dağları, Emba nehri, Hazar denizi, Kura ve Ryon ırmakları, Karadeniz, Marmara denizi ve Ege denizi ile sınırlandırılabilir. İzlanda’nın batısındaki Danimarka Boğazı ile Kuzey Amerika’dan, Akdeniz ile Afrika’dan, Ural dağları ile Asya’dan ayrılırsa da bazı coğrafyacılar doğu sınırını Sovyetler Birliği’nin batı sınırı ile birleştirirler.

Kıtanın adı, Grek mitolojisindeki Fenike Kralı Agenor’un kızının adı olan Europe’den alınmıştır. Grekçe olmadığı bilinen kelimenin Sâmî dillerde “güneşin batışı, akşam” anlamını taşıyan erebden geldiği ve Yunanlılar’a Fenikeliler’den geçtiği sanılmaktadır. Bu isim uzun süre yalnız Ege denizinin batısında kalan ülkeler için kullanılmış olup ancak yakın çağlarda bugünkü anlamını kazanmıştır.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

1. Yüzey Şekilleri. Avrupa kıtası, öteki büyük kara kütlelerinde olduğu gibi bazı eski kara çekirdeklerinin yeni oluşmuş kara parçalarıyla birleşmesi, bunların kenarlarına daha yeni parçaların eklenmesi, sonra da daha yakın yer hareketleri sırasında bazı kısımların ayrılması ile günümüzdeki şeklini almıştır.

Avrupa’nın yüzey şekillerinin oluşmasında en önemli yer hareketleri, üçüncü zaman ortalarında Alp kıvrımlarını meydana getiren hareketlerdir. Bu hareketlerin öncüleri ikinci zamanda başlamış ve üçüncü zaman ortalarında en yüksek şiddetine erişmiştir. Alp kıvrımları, bu devirlere kadar iki eski kıtayı (kuzeyde Hersinyen Avrupası, güneyde Afrika-Arabistan kütlesi) birbirinden ayıran deniz alanında birikmiş tortulların yanlardan gelen basınç sonucunda sıkışıp katlanması ile meydana çıkmıştır. Avrupa’da daha eski kıvrılmalarla meydana gelmiş olan dağlara bugün dağınık parçalar halinde rastlandığı halde, Alp kıvrımlarının yükselttiği dağlar uzun mesafeler üzerinde yekpâre sıralar halinde görülmektedir. Bu kıvrılmaların yükselttiği sıralar, harita üzerinde yay şekilleriyle hemen göze çarpar. Alp dağları kuzey ve güney kanadı olmak üzere iki kanada ayrılır. Bu iki kanat, İtalya’nın kuzeyindeki asıl Alp dağları alanında birleşik olduğu halde doğu ve batı uçlara doğru birbirlerinden ayrılırlar ve güneyde Dinarid, kuzeyde Alpid sıralarını meydana getirir. Güney kanat, biri Alpler’in doğu ucundan ayrılan Dinar-Toros sıraları, diğeri batı ucundan ayrılan Tiren yayı olmak üzere iki koldan teşekkül etmektedir. Dinar-Toros sistemi önce Dalmaçya kıyılarında Dinar, sonra Arnavutluk ve Yunanistan’da Pindos dağları ile devam ederek Balkan yarımadasının batı kıyısı boyunca uzanır; daha sonra ise Mora yarımadası ve Girit adası üzerinden Anadolu’ya geçerek güney kıyılarını izleyip Toros dağlarını oluşturur. Alpler’in batı ucundan ayrılan Tiren yayı da Apenin dağları ile İtalya’yı baştan başa geçerek Sicilya’nın kuzeyinden Afrika’ya atlar. Afrika’da Atlas dağlarını meydana getiren bu yayın başka bir kolu da Batı Akdeniz kıyılarını Rif dağları ile takip ettikten sonra yeniden Avrupa’ya dönerek İspanya’nın güneyindeki Betik dağlarını meydana getirir. Bu yay, Akdeniz üzerindeki Balear adaları ile tamamlanır. Alpler’in kuzey kanadı ise Pireneler’i, Karpatlar’ı ve Balkan dağlarını içine alır. Alp dağları kıvrılırken bunları meydana getiren hareketler, uzun süreden beri aşınıp peneplen haline gelmiş bulunan birtakım eski kütleleri de yeniden oynatıp gençleştirmiştir. Bunlara örnek olarak İspanya Mesetası, Balkan yarımadasının ortasındaki Makedonya kütlesi, Fransa’da Massif Central, Almanya’da Schwarzwald (Karaorman) kütleleri, Fransa ile İsviçre arasındaki Vosges dağları, Orta Almanya dağları ve Bohemya kütlesi gösterilebilir. Bu sayılan dağlık alanlar, Hersinyen kıvrılmaları ile oluştukları sıradaki durumlarını artık hatırlatmamakta, kırıklarla parçalanmış ve farklı yüksekliklere çıkmış parçalar halinde görünmektedirler. Yükseklikleri az olan bu dağlar pek ender olarak 2000 metreyi aşarlar. Hemen hepsi, kendilerini yerlerinden oynatmış bulunan Alp hareketleri basıncının geldiği tarafta fazla yükseldikleri için asimetriktirler. Bu yüzden bir taraflarında dik yamaçlarla gerçek dağlar gibi yükselirken öte taraflarında hafif eğilimlerle ova ve havzalara doğru inerler.

Avrupa’nın dağlarındaki çeşitlilik düzlüklerinde de görülür. Bu kıtada çok geniş düzlükler olduğu gibi dağ kütleleri arasına sıkışmış küçük ovalar da vardır. Bazı düzlükler gerçek ova, bazı düzlükler ise vadilerle yarılmış plato görünüşündedir. Avrupa’nın en geniş düz alanları Doğu Avrupa’da bulunur. Bunlar bütün doğu yarıyı kapladıktan başka Orta Avrupa’nın da büyük bir kesimine sokulurlar. Kıtanın iç kesimlerinde daha çok çöküntü ovaları, özellikle Akdeniz’e komşu alanlarda da alüvyonlu birikim ovaları görülür.

2. İklim ve Bitki Örtüsü. Avrupa büyük bir kısmıyla orta iklim kuşağında bulunur; yalnız kuzeydeki küçük bir kesimi soğuk iklim kuşağına girer. İklimin esas çizgilerini kıtanın yer küre üzerinde bulunduğu kuşak belirlemekle birlikte denize olan uzaklık, yükseklik, dağ sıralarının kıyıya paralel olup olmaması gibi coğrafî sebepler yüzünden Avrupa’da oldukça önemli iklim farklılıkları görülür.

Genel olarak kıta batısındaki Atlas Okyanusu’nun etkisi altındadır. Bu okyanustan gelen batı rüzgârları, dağ sıralarının genellikle kıyıya paralel olmaması yüzünden içerilere doğru fazlaca sokulur. Okyanustan gelen bu hava yazın serin, kışın ılık ve her mevsimde nemlidir. Okyanusun etkisi kıtanın doğusuna doğru azalır ve Batı Avrupa’nın ılık ve nemli iklimine karşılık Doğu Avrupa düzlüklerinde şiddetli bir kara iklimi hüküm sürer. Kıtanın güneyinde ise dar bir şerit üzerinde kışları ılık ve yağışlı, yazları kurak ve sıcak geçen Akdeniz iklim tipi görülür.

Avrupa kıtasında yüzey şekillerinin ve iklimin çeşitliliğinin bir sonucu olarak doğal bitki örtüsünde de çeşitlilik görülür. Girit adasından Rusya’nın kuzeyine kadar 37. enlem derecesi boyunda, hemen hemen tropikal bitkilerden başlayarak orta iklim kuşağının çeşitli bitki şekillerine ve kutup bitkilerine kadar birçok tipler sıralanır. Bu çeşitli bitki örtüsü tipleri tundra sahası, orman alanları, steplerle çayır alanları ve Akdeniz


bitkileri olmak üzere dört ana grupta toplanabilir. Cılız kutup bitkilerinin yaşama alanı olan tundra sahası, Asya ve Amerika’nın kuzeyindekiler kadar geniş yer tutmayıp dar bir kıyı şeridi üzerinde uzanır. Bu şerit batıda Kola yarımadası kıyıları boyunda pek dar, Beyaz denizin doğusunda ise biraz daha geniştir. Bir çeşit soğuk step olan tundralardaki başlıca özellik ağaçsızlıktır ve buralarda en çok görünen bitkiler likenlerle yosunlardır; ayrıca bunlar arasında boyu bir insanın diz boyuna varamayan söğüt ve cüce huş (betula nana) ağaççıkları da bulunur. Kıtanın büyük bir kesimi orman örtüsü taşımaktadır. Kuzeyde tundra alanı sınırında başlayan ormanlar güneye doğru genişleyerek Rusya’nın kuzeyini, Finlandiya’yı, İskandinav yarımadasının büyük kısmını kaplar ve 60. paralel dairesine kadar uzanır. Daha çok iğne yapraklı ağaçlardan meydana gelen bu ormanlara “Kuzey ormanları” adı verilir. İğne yapraklı ormanların güneyinde, Orta Rusya’dan başlayıp İskandinav yarımadasının güneyini de içine alarak Avrupa’nın büyük bir kesimini kaplayan karışık (iğne ve yayvan yapraklı) ormanlar uzanır. Bu ormanlar içinde yayvan yapraklı ağaçlar güneye ve batıya doğru gittikçe artar. Baltık denizi kıyısında Vistül ırmağı ağzından Karadeniz kıyısında Varna’ya doğru çekilecek bir çizginin doğusunda daha çok saplı meşe ve ıhlamur ağaçları, batısında ise çeşitli türde meşelerle beraber kayın ağaçları karışık ormanlar sahasının tanıtıcı elemanları olurlar.

Doğu Avrupa’daki orman kuşağı güneye doğru yerini step görünüşündeki alanlara bırakır. Önemli step alanları Ukrayna’dan güneybatıya doğru uzanarak Aşağı Tuna ovalarına, Bulgaristan’a ve Balkan yarımadasının ortasındaki çukur ovalara girer, özellikle de Macar ovalarında genişler. Bunlardan başka kıtanın Akdeniz havzasında da denizden dağlarla ayrılmış step görünümünde ovalar ve platolar bulunmaktadır. Bunların başlıcaları Doğu Trakya’nın Ergene havzası, Yunanistan’da Selânik ovası ve Tesalya havzası, İtalya’da Sicilya’nın iç kesimleri, İspanya’da Ebro havzası ile Eski ve Yeni Kastilya yaylalarıdır.

Avrupa’nın güney kıyısı boyunda uzanan ince bir şerit üzerinde de Akdeniz bitki örtüsü bulunur. Akdeniz bölgesinde kış şiddetli olmadığından bitkilerin faaliyet devresi soğuk sebebiyle pek duraklamaz. Yazların kurak ve sıcak geçmesi ise bu bölgelerde susuzluğa dayanan bitkilerin hâkim durumda olmasına yol açmıştır. Akdeniz ormanları en çok yaprak dökmeyen ağaçlardan meydana gelir; fakat denizin çevresinde gerçek ormanlar fazla yer tutmaz. Bunda Akdeniz çevresinin Avrupa’da en erken iskân edilen yerlerden olması ve buraya uzun zamandan beri yerleşmiş bulunan insanların ormanları tahrip etmiş olmalarının da rolü bulunmaktadır. Bu yüzden ormanlar, ilk görünüşleri hemen her yerde bozulmuş olarak daha ziyade yükseklerde serin ve sapa kalmış bölgelerde tutunmuşlardır. Dağ yamaçlarının alçak kesimleri ise maki adı verilen, kışın yapraklarını dökmeyen ve bazı elverişli yerlerde insan boyunu ancak aşabilen bodur çalılıklarla örtülmüştür. Akdeniz çevresindeki maki alanı içerisinde Akdeniz ikliminin asıl tanıtıcısı olan zeytin ağaçları yer alır. Zeytin ağacı bölgenin kuru iklimine çok iyi uymuş ve deniz kıyısından itibaren dağ yamaçlarına pek yükseklere çıkmayacak şekilde gelişmiştir.

3. Akarsular ve Göller. Avrupa’da yüzey şekillerinin durumu ile akarsuların boyları arasında dikkat çekici bir ilişki vardır. Yüzey şekilleri daha parçalı olan Batı Avrupa’da akarsular, doğuya doğru uzanacak yer bulabilen Tuna hariç çok uzun boylu değildirler ve havzaları da fazla yer kaplamaz. Buna karşılık Doğu Avrupa’da daha büyük ırmakların uzanmasına elverişli alanlar mevcuttur. Meselâ Volga’nın uzunluğu 3500 kilometreyi, Ural ırmağınınki ise 2500 kilometreyi aşar. Halbuki tamamı Batı Avrupa’da bulunan ırmakların en büyüğü olan Ren’in (Rhein) uzunluğu ancak 1325 kilometredir. Avrupa kıtasında akarsu ağı genellikle sıktır ve akarsuların çoğu boylarına göre fazla su taşır. Cebelitârık Boğazı’ndan Ural dağlarının orta kesimine doğru çekilen bir çizginin batı ve kuzey tarafında bulunan sular Atlas Okyanusu, Kuzey denizi, Baltık denizi ve Kuzey Buz denizine akarlar. Bu çizginin güney ve doğu tarafındakiler ise Akdeniz, Karadeniz ve Hazar denizine boşalırlar. Bütün bu akarsuların havzaları, genellikle birbirlerinden yüksek dağlarla ayrılmamış olduğundan, birçokları açılması kolay kanallarla birleştirilmiştir. Birleştirilen bu akarsular aynı zamanda yavaş akışlı ve düzenli bir rejime sahip bulunmaları sebebiyle kıtanın ulaşım sistemi içinde de önemli rol oynarlar.

Avrupa’da şekil ve menşe bakımından çok çeşitli göllere rastlanır. Önemli göller kıtanın kuzeyinde Baltık denizi çevresinde dizilmiş olup Sovyetler Birliği sınırları içinde bulunan Ladoga ve Onega ile Finlandiya’daki Saimaa ve İsveç’teki Väner kıtanın en büyük gölleridir. Bunlardan başka büyüklükleri fazla olmamakla birlikte sayıları pek çok olan göl çanaklarına rastlanır ki başlıcaları “göller memleketi” diye bilinen Finlandiya’dadır. Orta büyüklükte fakat turizm bakımından çok önemli bir dizi göl de Alp dağlarının kuzey ve güney eteklerinde sıralanır. Bunların en önemlileri Alpler’in kuzeyindeki Konstanz, Lüzern, Neuchatel ve Cenevre gölleri ile güneyindeki Garda, Como ve Maggiore gölleridir.

4. Nüfus. Avrupa kıtalar arasında nüfusu en çok olan değil en sık olandır ve 700 milyon nüfusun kilometrekareye düşen yoğunluğu 70’i bulmaktadır (Asya 57, Amerika 10,5, Afrika 10, Okyanusya 2). Avrupa’da nüfusun fazla oluşu, geçmişi çok eskiye inmeyen oldukça yeni bir olaydır. XVII. yüzyılın başlarında 100 milyonu bile bulmadığı tahmin edilen Avrupa nüfusu XVIII. yüzyıl sonunda 175 milyon, XIX. yüzyıl ortasında 270 milyon olmuş,


I. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı yıllarda bu sayı 450 milyona varmış ve savaşın sebep olduğu kayıplara rağmen 1930’da 500 milyonun üstüne çıkmıştır. Bu artış II. Dünya Savaşı’ndaki kayıplara rağmen de devam etmiş ve günümüzde nüfus 700 milyona yaklaşmıştır. Asıl dikkat çeken husus, Avrupa’nın üç asırdan beri devamlı şekilde ve özellikle XIX-XX. yüzyıllarda başka kıtalara göçmen olarak büyük insan yığınları gönderdiği halde bu nüfus artışını gösterebilmesidir. Kıta sathında nüfus artışı son bir yüzyıl içinde batıdan ortaya, güneye ve doğuya doğru bir dalga gibi yayıldıktan sonra yavaşlamıştır. Meselâ Batı Avrupa’dan Fransa’da erken başlamış, sonra gittikçe ağırlaşmış, İngiltere’de XIX. yüzyılın ilk yarısındaki nüfusun iki katını geçecek kadar yükseldikten sonra yavaşlamış, Almanya’da da XIX. yüzyılın ikinci yarısında bu yüzyılın ilk yarısına göre bir kat daha hızlı olmuş, fakat XX. yüzyılda yavaşlamıştır. İskandinav ülkelerinde ise nüfus XIX. yüzyılın başından II. Dünya Savaşı’na kadar geçen zaman içinde üç katını bulmuştur. Buna karşılık Avrupa’nın güneyinde ve doğusunda geçen yüzyılda oldukça yavaş ilerleyen nüfus artışı XX. yüzyılda hızlanmıştır.

Avrupa’nın bazı bölgelerinde nüfus artışı geçim kaynaklarının gelişmesinden daha hızlı olmuş ve bu durum o bölgelerdeki nüfusun başka taraflara göç etmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında büyük kütlelerin yer değiştirmesi biçiminde olan Avrupa göçlerinden bazıları kıta içine, bazıları ise başka kıtalara doğru oldu. Kıta içi göçler, kalabalık ülkelerden geçim kaynaklarını işletmeye yetecek kadar nüfusu bulunmayan ülkelere doğru olmuş, bu arada Fransa komşularından ve Kuzey Afrika’dan çok sayıda göçmen almıştır. Kıta dışı göçlerin boyutları ise çok daha büyüktür. Ruslar’ın Sibirya’ya olan göçleri hesaba katılmamak şartıyla XIX. yüzyıl başlarından I. Dünya Savaşı sonlarına kadar, Avrupa’dan kıta dışına göç eden insan sayısı 60 milyonu bulmuştur. XIX. yüzyılın son on yılı ortalamalarına göre Avrupa’nın başlıca ülkelerinden çıkanların sayısı yılda 650.000’e varıyor, hatta bazı yıllar bu rakam 1 milyonu dahi geçiyordu. Bu husustaki rekor 1913 yılına ait olup o yıl 1.370.000 kişi kıtayı terketmişti. Bu büyük boyutlu göçlerin dışında daha sonraki yıllarda da bazı siyasî olayların sebep olduğu dağınık göç hareketleri görüldü. I. Dünya Savaşı sonunda Rusya’da yeni kurulan rejimi benimsemeyenlerden kaçabilenler, özellikle Beyaz Ruslar başka ülkelere sığındılar. Ayrıca Lozan Antlaşması’na göre Yunanistan’da yaşayan Türkler’le Türkiye’de yaşayan Rumlar arasında yüz binlerce insanı ilgilendiren nüfus değişimi yapıldı ve bu değişimi Balkan ülkelerinde yaşayan Türkler’den bir kısmının kendi istekleriyle Türkiye’ye göçmeleri takip etti. II. Dünya Savaşı çok daha büyük çapta nüfus hareketlerine sebep oldu. Bunların başında, Orta Avrupa’da ırk birliği temeline dayanan bir Alman devleti kurabilmek için başka ülkelere dağılmış olan Almanlar’ın anavatana çekilmesi denendi. Nitekim Baltık devletleriyle Besarabya ve Kuzey Bukovina’da yaşayan çok sayıda Alman Almanya’ya getirildi (1940) ve Güney Tirol Almanları’nın getirilmesi için de İtalya ile bir anlaşmaya varıldı. Alman hükümeti başka ülkelerdeki soydaşlarını ülkeye çekerken kendi topraklarındaki yabancı unsurları da dışarı çıkarmaya gayret ediyordu. Daha savaş başlamadan önce Almanya’dan dışarı bir yahudi akını başlamıştı ve savaş içinde de bu göçler başarılabildiği kadar devam etti. Aynı zamanda Almanya 1938’de ele geçirdiği Sudet bölgesindeki Çekler’i Bohemya’ya yolladı ve 1939 Eylülünde istilâ ettiği Polonya’nın doğrudan doğruya ülkesine kattığı batı topraklarında yaşayan Polonyalılar’ı birkaç hafta içinde doğuya nakletti. Almanya’nın savaş içindeki nüfus politikası bu nunla kalmadı, Almanya ayrıca işgal ettiği ülkelere kendi göçmenlerini yerleştirip buraların halkını da Almanya’da çalıştırmayı denedi. Böylelikle Almanlar Polonya, Slovenya ve Fransa gibi ülkelere yerleşirken tarım ve fabrika işçisi olmak üzere buralardan toplanan 12 milyon kadar yabancı da Almanya’ya gönderildi. Savaş içinde Almanya dışında da büyük nüfus kütleleri yerlerinden oynadı. Finlandiya’nın Sovyetler Birliği’ne bırakmak zorunda kaldığı topraklarda yaşayanlar buraları terkedip bağımsız Finlandiya’ya çekildiler. Sovyetler Birliği’nin Doğu Polonya (1939) ile Baltık memleketlerini (1940) ve Almanlar’ın bir kısım Sovyet topraklarını istilâsı (1941-1942), Avrupa’nın doğu taraflarında milyonlarca insanı yurdundan uzaklaştırdı ve bunların büyük bir kısmını da yok etti. Yine savaş sırasında Dobruca’daki Romenler’le Bulgarlar’ın değişimi yapıldı (1940).

II. Dünya Savaşı’nın sonunda savaş sırasında meydana gelenlerden daha büyük ölçüde nüfus oynamaları vuku buldu. Bunlar arasında en önemlisi, savaştan mağlûp çıkan Almanya’nın terkettiği topraklarda ve diğer ülkelerde Almanlar’ın kendilerine bırakılmış olan topraklara toplanmasıdır. Polonya ve Çekoslovakya gibi Almanya’ya komşu olan ülkelerle Macaristan, Romanya ve Yugoslavya kendi sınırları içinde kalan Almanlar’ı kısa sürede buralardan çıkardılar. Toprakları savaştan sonra küçülmüş olan Almanya’nın bu sebeple nüfus yoğunluğu fazlaca arttı. Almanlar’ın boşalttıkları yerlere de Çekler ve Polonyalılar yerleştirildi. Ayrıca Macarlar, Çekler, Slovaklar ve Macarlar’la Yugoslavlar arasında da yüz binlerce insanı ilgilendiren nüfus değişimleri oldu. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin sınırları içinde kalan Doğu Avrupa nüfusunda çok büyük kütle hareketleri meydana geldi. Bazı Sovyet cumhuriyetlerinin halkları, savaş sırasında Almanlar’a yardım etmiş oldukları gerekçesiyle Sibirya’ya sürüldü (Kırım Türkleri, Kalmuklar ve Çeçenler gibi). Sovyetler’in istilâ ettiği Doğu Baltık ülkelerinden yüz binlerce nüfus da doğuya yahut Kuzey ormanlarına taşınarak yerlerine Ruslar yerleştirildi. Bütün bunlardan başka savaş yüzünden yurtları harap olmuş yahut Sovyetler’in istilâsına uğramış memleketlerden kaçabilen yüz binlerce insan Almanya, Avusturya, İtalya gibi ülkelerde Batılı müttefiklerin hazırladıkları kamplara yerleştirildiler; sonra da buralardan çeşitli Avrupa ülkelerine


veya Avrupa dışında göçmen kabul eden ülkelere dağıtıldılar. II. Dünya Savaşı sonrasında Bulgaristan’daki Türkler’den de önemli sayıda nüfus kitlesi farklı dönemlerde Türkiye’ye göçmen olarak gitmişlerdir. 1984’ten sonra ise Bulgaristan’da Türkler’e reva görülen insanlık dışı muameleler bu insanların zaman zaman iltica yoluyla Türkiye’ye gelmesine sebep olmuş, son olarak da 1989 Haziranında mecburi pasaport verilerek sınır dışı edilen 300.000’i aşkın Bulgaristan Türkü Türkiye’ye sığınmış; bunlardan bir kısmı ülkelerine geri dönmüş, 220.000 kadarı ise Türkiye’de yerleşmişlerdir.

5. Dil. Avrupa kıtasında konuşulan ve oldukça çeşitli olan dilleri, Hint-Avrupa ve Ural-Altay ailelerine bağlı diller olmak üzere iki büyük grupta toplamak mümkündür. Hint-Avrupa dillerini konuşanların başlıcaları Slav, Germen, Latin ve Grek kökenli kavimlerdir. Slav-Baltık grubunun Slav kolu Doğu Slavlar ve Batı Slavlar diye ikiye ayrılır. Doğu Slavları’nın dili Rusça’dır; Batı Slavları ise daha çeşitli diller konuşur. Bu grubun kuzey kolu içinde Lehçe, Çekçe, Slovakça dilleri, güney kolu içinde ise Bulgarca ile Yugoslav dil grupları yer alır. “Güney Slavları” anlamındaki Yugoslav kelimesiyle adlandırılan Güney Slavları arasında dil birliği olmadığı gibi mezhep ve kültür bakımından da birlik yoktur. Sırpça konuşan Sırplar Ortodoksluğu ve Kiril alfabesini, Hırvatça ve Slovence konuşan Hırvatlar ile Slovenler de Katolik mezhebini ve Latin harflerini kabul etmişlerdir. Bu gruptaki Boşnakça konuşanlar ise çoğunlukla müslümandır. Bu grubun Baltık kolunu ise Letonya ve Litvanya dilleri teşkil etmektedir.

Germen menşeli diller arasında birbirinden farklı İskandinav, Germen, Flaman ve Anglosakson grupları seçilebilir. Bunlardan İskandinav grubu içinde birbirine çok yakın olan İsveççe, Norveççe, Danca ve İzlanda dilleri yer alır. Germen asıllı kavimlerin kullandığı dillerden en önemlisini, Doğu ve Batı Almanya’dan başka Avusturya ile İsviçre’nin büyük bir kesiminde ve ayrıca İtalya’nın kuzeydoğusundaki Avusturya sınırına yakın bölgede konuşulan Almanca oluşturur. Flaman dil grubu Hollanda ile Belçika’nın kuzey yarısında, Anglosakson grubunun temsilcisi olan İngilizce ise Büyük Britanya adası ile İrlanda’da ve çevredeki diğer adalarda konuşulur.

Latin menşeli kavimlerin kullandıkları diller Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca ve Rumence’dir. Bunlardan Fransızca Fransa’dan başka Belçika’nın güney yarısında ve İsviçre’nin bir bölümünde, İtalyanca da İtalya’nın dışında İsviçre’nin güneydeki küçük bir kesiminde konuşulur. Yunanlılar’la Kıbrıs Rumları’nın dili Yunanca’dır. Avrupa’da bunlardan başka yine Hint-Avrupa dillerinin İtalik - Kelt grubundan Keltçe ve Galce gibi diller Britanya adalarının bazı kesimlerinde, İrce İrlanda’da ve İllirya - Arnavutça grubundan Arnavutça Arnavutluk’ta, Trak - Frig grubundan Makedonca da Yunanistan ve Yugoslavya’nın Makedonya topraklarında konuşulmaktadır.

Avrupa’daki Ural - Altay ailesinin temsilcileri olan diller Macarca, Fince ve Türkçe’dir. Bunlardan en geniş alana yayılmış bulunan Türkçe, Türkiye’nin dışında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Balkanlar’da kalan Türk toplulukları arasında konuşulmaktadır. Bu topluluklar halen Yugoslavya’nın Osmanlılar’ın eski Manastır ve Kosova vilâyetlerini içine alan topraklarında, Bulgaristan’da dağınık olarak, Yunanistan’da Batı Trakya’da ve Romanya’da Tuna nehrinin aşağı çığırı ile Karadeniz arasında kalan alanlarda oturmaktadırlar. Avrupa’da Balkan ülkeleri dışında Sovyetler Birliği’nin doğu kesimlerinde de ana dili Türkçe olan topluluklar yaşarlar. Volga - Ural Türkleri veya Kuzey Türkleri adı verilen bu grubun başlıca kollarını Kama ırmağı ile Ural dağları arasında yerleşmiş bulunan Başkırtlar, Orta Volga boyunda yerleşmiş Volga Türkleri ve Aşağı Volga kıyılarında bulunan Volga Tatar ve Kırgızları teşkil etmektedirler. Avrupa’da Hint - Avrupa ve Ural - Altay dillerinin dışında Sâmî dillerden de bir örnek bulunmakta ve Malta adasında ana dil olarak Arapça’nın Mağrib lehçesine bağlı Latin harfleriyle yazılan Malta dili (Maltız) konuşulmaktadır.

6. Ekonomi. Çalışan nüfusun çiftçi kesiminin küçük bir oranda bulunmasına rağmen Avrupa verimin yüksek düzeyde olduğu bir kıta olarak dikkati çeker ve dünya ziraatında da söz sahibidir. Ekilebilir alanlar kıta yüzeyinin üçte birine yakın bir kısmını kaplayarak % 30 gibi önemli bir oran gösterir. Bu ortalama oran ülkeler arasında değişmekte ve topraklarının


çoğu buzlarla kaplı olan İrlanda’da son derecede az yer tutan ziraat alanları İtalya’da % 50’yi aşarken Danimarka’da % 70’e ulaşmaktadır. Bu ekilebilir alanlarda yetişen hububat dünyadaki üretimin % 40’ı kadar olup buğdayın % 20’si, çavdarın % 80’den fazlası, yulafın % 65’i Avrupa’da üretilmektedir. Önemli gıda maddelerinden olan patates İrlanda’dan Sovyetler Birliği’ne kadar uzanan geniş bir alanda ekilir ve dünya üretiminin yarıdan çoğunu bu kıta verir. Endüstri bitkilerinden şeker pancarı Rusya, Almanya, Fransa ve İtalya’da; keten Rusya, Polonya, Fransa, Belçika ve Hollanda’da; kenevir İtalya, Romanya ve Rusya’da çok ekilir. Pamuk ve tütün tarımı daha çok kıtanın güney ve güneydoğusunda yapılır. Çeşitli meyveler arasında üzümün yayılış sahası daha geniştir ve 50. kuzey paraleline kadar olan sahalarda ticarî amaçla yetiştirilir. Zeytin ve narenciye ise Akdeniz iklimiyle sınırlı olduğundan yalnız kıtanın güneyindeki bir şeritte yetiştirilebilmektedir. Tarımın önemini kaybettiği kuzey ülkeleri ile ekime ayrılan alanların az olduğu dağlık ülkelerde, daha çok büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve süt üreticiliği şeklinde yoğunlaşan hayvancılık gelişmiştir.

Avrupa yer altı servetleri bakımından da zengin bir kıtadır; fakat asırlardan beri işletilen madenlerin bir kısmı, özellikle sanayi devriminden sonra tükenmiş, bir kısmı da oldukça azalmıştır. Kıtada yakıt madenlerinden kömür pek bol olup en önemli maden kömürü havzaları Hersinyen kıvrımlarının çevresinde bulunmaktadır. İngiltere, Belçika, Hollanda, Fransa, Almanya, Polonya, Çekoslovakya ve Rusya’daki kömür havzalarının tamamı bu kuşaktadır. Avrupa’nın petrol yatakları kömür yataklarına göre daha azdır. Fransa, Almanya ve Hollanda’da petrol bulunmakla birlikte Avrupa’nın en önemli petrol yatakları Doğu Avrupa’dadır. Bu yataklar arasında en zengin olanlar Romanya’da Karpat dağlarının eteklerinde sıralananlar ile Rusya’nın VolgaUral bölgesindekilerdir. Yakıt dışındaki madenlerden demir Rusya, Fransa ve İsveç’te, uranyum Çekoslovakya’da, kükürt İtalya’da, tungsten Portekiz’de, civa İtalya’da, boksit Fransa ve Macaristan’da, kurşun da Yugoslavya’da çıkarılır.

Endüstri gerek üretim hacmi gerekse ürün çeşitliliği bakımından çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Dünya çelik üretiminin yarısını elinde bulunduran Avrupa’nın önemli demir çelik tesisleri maden kömürü yataklarının yanında sıralanmış durumdadır. Bu bakımdan Batı Almanya’daki Ruhr havzası, demir çelik endüstrisinde olduğu gibi öteki endüstri çeşitleri bakımından da bir yoğunlaşma alanı olarak dikkati çeker. Avrupa’daki çelik endüstrisi beraberinde gemi inşaatı, motorlu araçlar ve uçak yapımcılığını da geliştirmiştir. Bu ağır endüstri kolları dışında, özellikle yine Batı Almanya’da kimya endüstrisi de son yıllarda çok ilerlemiştir. Daha çok kıtanın kuzeyindeki ülkelerde orman ürünleri, Fransa’da parfümeri ve İsviçre’de ise çikolata endüstrileri gelişmiştir.

Endüstri alanındaki atılım, ham madde çeşitliliği yanında kıtadaki ulaşım ağının sıklığı ile de ilgilidir. XVIII. yüzyıldan


beri devamlı gelişme halinde olan ulaştırmacılık Avrupa kıtasında gidilemeyen nokta bırakmamıştır. Demiryollarının tarihçesi ve yoğunluğu bakımından Avrupa kıtası dünyada bir önceliğe sahiptir. İlk demiryolu inşaatı bu kıtada gerçekleştiği gibi (İngiltere) dünya demiryollarının en fazla kuzey kutbuna yaklaşan hattı da bu kıtadadır (Norveç’e ait Spitzberg adasında). Avrupa’da demiryolları gibi karayolları da son derece sık bir şebekeye sahiptir ve bu sıklık özellikle kıtanın kuzeybatı kesiminde artar. Bu kesimde demiryolu ve karayolu ile rekabet halinde olan bir başka sistem de kıta içi su yolu taşımacılığıdır. Ayrıca Avrupa ülkeleri arasında çok yoğun bir havayolu şebekesi kurulmuş ve önemli şehirlerin tamamı birbirine bağlanmıştır. Öte yandan Avrupa’daki birçok ülkenin havayolu şirketleri kıta dışına da seferler yapmaktadır. Bu ulaşım sistemlerinin yanında hepsinden fazla geleneği olan denizyolları yolcu taşıma bakımından önemini yitirmişse de yük taşımacılığında ve okyanus aşırı ulaşımda halen geçerlidir.

BİBLİYOGRAFYA:

A. Hettner, Mevziî Coğrafya: Avrupa (trc. Hâmid Sa‘dî), İstanbul 1927; Erol Tümertekin, Ağır Demir Sanayii ve Türkiye’deki Durumu, İstanbul 1954, s. 18, 69-74; a.mlf., Ekonomik Coğrafya, İstanbul 1984, s. 218-219, 393, 435; a.mlf., Ulaşım Coğrafyası, İstanbul 1987, s. 183, 232-243; Ali Tanoğlu, İktisadî Coğrafya: Enerji Kaynakları, İstanbul 1958, s. 39-50, 287-292; a.mlf., Ziraat Hayatı, İstanbul 1968, I, 105-108; a.mlf., Beşerî Coğrafya: Nüfus ve Yerleşme, İstanbul 1969, I, 168-183; Frisk, GEW, I, 593; Sami Öngör, Coğrafya Sözlüğü, Ankara 1961, s. 61-62; Besim Darkot, Avrupa Coğrafyası, İstanbul 1969; Büyük Dünya Atlası, İstanbul 1975; Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, İstanbul 1978, s. 118; Sırrı Erinç, Jeomorfoloji, İstanbul 1982, I, 172-248; Faik Sabri Duran, Büyük Atlas, İstanbul 1985; Selâmi Gözenç, Avrupa Ülkeler Coğrafyası I: Akdeniz Avrupası ve Balkan Ülkeleri, İstanbul 1985.

Ahmet Ertek





7. Din.

Avrupa’nın az bilinen tarih öncesi dönemine paralel olarak Grek öncesi dinleri hakkında da çok az bilgi mevcuttur. İspanya ve Fransa’daki bazı kaya yerleşmelerinde veya açık mezarlarda yaklaşık 100.000 yıl öncesine ait Neandertal adamından kalma birtakım ölü gömülerinin dinî düşünceyle ilgili olduğu ileri sürülürse de bunlar spekülasyona dayalı iddialar olup net bir sonuç vermekten uzaktır. Yine kuzey ülkeleriyle Avusturya’da bolca bulunan prehistorik kadın tasvirlerinin bir ana tanrıça kültünü yansıttığı iddiası da açık değildir. Bu malzeme eksikliğinden dolayı Avrupa’da din konusunun sınırlarını Grek dini düşüncesinden başlatmak uygun olacaktır.

Grek dini, onu oluşturan insanların etnolojisi ile yakından ilişkilidir ve Grekler’in etnolojik haritası dinlerinin de şemasını belirler. Etnolojik olarak Grekler belli bir ırk değil İndo - Germen ve İndo - Germen olmayan etnik unsurların bir karışımıdır; bu sebepten dolayı dinî düşünceleri de her iki unsurdan birer miktar almıştır. Bunların dışında Grekler’in yurt edindikleri Balkan yarımadasının daha önceki yerli dinî sistemleri de dinî düşünüş biçimlerine katkıda bulunmuştur. Grekler denizci olarak ortaya çıkışlarından itibaren Anadolu, Mezopotamya ve Mısır’dan dinî inançları da içeren pek çok kültür unsuru almışlardır. Ayrıca siyasî birliklerinin olmayışı da inanç sistemlerine değişik bir etki yapmış ve milletçe kabul ettikleri inançların yanında her sitenin kendine has dinî bir sisteme sahip olması, çeşitliliğin çoğalmasına yol açmıştır. Bu hususlar göz önüne alındığında Grek inanç biçimlerini sıralayabilmek ve ortaya belli bir dinî doktrin koyabilmek imkânsızlaşmakta, yalnız düzenli bir sınıflamaya gitmeksizin “Grekler’in yaşadığı bir din”den bahsetmek mümkün olabilmektedir.

Milâttan önce I. binyılın ilk çeyreğinde tanrıları insan suretinde tasavvur etme (antropomorfy) eğiliminde olan Grek dini, milâttan önce VII. yüzyılın başından itibaren gelişen mistik kültlerle (bâtınî - tasavvufî mezhep) renk kazanmıştır ki bu kültler daha sonra Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılmasına da katkıda bulunmuşlardır. Demeter, Dionizos ve Orfeos kültlerinin dışında Grek dini oldukça yavandır. Şeytan ve şer problemi yoktur; tanrılar insanî nitelikte olup Olimpos dağında otururlar ve ölümden sonraki hayat insanları fazla ilgilendirmez. Bu inançlar, Yunanistan ve Küçük Asya Romalılar’ın eline geçtikten sonra da Hıristiyanlık çağına kadar devam etmiştir. Romalılar’ın din coğrafyasına kattıkları yeni bir şey yoktur; çoğunun kökenleri eski Anadolu’ya dayanan Grek tanrılarına Latince isimler verip onlara tapınmışlardır. Roma dininin iki önemli yanı olan rahiplik kadrosu ile insanda ilâhî ve beşerî iki özün bulunduğu inancı daha sonra Hıristiyanlığı etkilemiştir.

Avrupa’nın güneyindeki Greko - Romen dinlere karşı kuzey bölgelerinde de yine içinden geldikleri etnik gruplara göre sonraları Kelt, Slav ve Töton dinleri denilecek olan birtakım yerel dinler ortaya çıkmıştır. Greko - Romen dinlerinden farklı olarak bu dinlere ait kaynaklar azdır ve çoğunluğu hıristiyan yazar ve seyyahlardan gelir. Bu üç din içerisinde özellikle Kelt ve Töton dinleri Hıristiyanlığa yaptıkları katkı açısından önemlidirler. Slav dini Hıristiyanlık’la Avrupa’nın doğusunda ve geç bir zamanda tanıştığı için bu anlamda pek etkili olamamıştır. Küçük Asya’da Galatlar adı ile ortaya çıkan Keltler milâttan önce IV. yüzyıldan itibaren Orta Avrupa’da görünmeye başlamışlardır. Çok tanrılı bir dine sahiptiler. Bunlarda Druidler denilen ve aynı zamanda çağlarının bilim adamları olan rahipler kadrosu önemlidir; bunlar özellikle astronomiyle yakından uğraşmışlardır. Keltler’de tenâsüh* inancının olduğu söyleniyorsa da bu husus kanıtlanamamıştır.

Hıristiyanlığa geçen Kelt (bazı uzmanlara göre Töton) unsurları arasında en önemlileri yeni yıl kutlamalarındaki bazı inançlardır. Çam ağacı motifi (büyük ihtimalle Töton kaynaklı) ve Kristmas’ta ocağa getirilen kütük (bu inanç özellikle Kuzey Hıristiyanlığında yaygın olup Keltler’in Samhain âyinindeki Yule kütüğünün ocağa getirilmesi inancından alınmıştır), Roma Katolik Kilisesi’nin “Mundus Patet” adıyla benimsediği “ruhlar günü” (2 Kasım; Yule festivalinde ölülerin belirli aylarda ve günlerde yaşayanların yanlarına geldikleri yolundaki inancın kutlandığı gün) ve çam ağaçlarına hediye asılması geleneği Kelt kökenlidir.

Çok tanrılı ve ruhlara tapar (politeistanimist) nitelikte bir din olan Töton dini de Hıristiyanlığa yaptığı katkı açısından önemlidir. Töton gök tanrısının adı olan Tyr (Alm. Ziu, İng. Twi) bugün “tuesday” kelimesinde yaşamaktadır. İngilizce’deki “wednesday”in “wed”i de Tötonlar’ın tanrı Wodan’ıdır. Kuzeydeki popüler hıristiyan inançları, özellikle Tötonlar’ın mevsim ve tarım kültlerinden oldukça etkilenmiştir. IX. yüzyılda St. Gall adındaki


bir rahip bu inançların Hıristiyanlığa girmesinde oldukça rol oynamıştır. Kuzeyli millî aziz St. Olaf kızıl sakalı ve elinde baltasıyla Töton tanrısı Fhor’un geç tipidir. Çok tanrılı nitelikte olan Slav dini de oldukça soyut kavramlara sahiptir ve Rus Ortodoksluğu’nun mistik oluşunun başlıca sebebi budur. Slav dininin en önemli tanrıları Chursu (güneş tanrısı), Makoşi ve Simaruglu’dur.

Yahudilik. İbrânîler’in Avrupalılar’la ilk teması, muhtemelen milâttan önce VII. yüzyılda Doğu Akdeniz’e yayılan Grek tüccarları vasıtasıyla olmuştur. Yahudiler milâttan önce 586’da Kudüs’ün düşüşünden sonra vuku bulan ilk sürgün sırasında Avrupa’ya gelmişlerdir. Bu dönemde Grek köle tüccarlarının yahudi esir satmış olmaları da muhtemeldir. Yunanistan’da yapılan kazılarda milâttan önce III. yüzyıldan itibaren yahudilere ait bazı buluntulara rastlanmaktadır. Milâttan önce 59’da Çiçero Roma sarayında çok sayıda yahudinin bulunduğundan bahseder. Bu tarihte Roma İmparatorluğu’nun yukarı eyaletlerinden Galya, İspanya, Pannoya ve Rhineland’da yahudilerin mevcut olduğu bilinmektedir. Roma şehrindeki 50.000 yahudi toplam nüfusun onda birini teşkil ediyordu.

Milâttan sonra IV. yüzyıla kadar Roma İmparatorluğu’ndaki durumları iyi olan yahudilerin VII. yüzyıldan itibaren Güney Avrupa’daki ticarî faaliyetleri artmış ve Avrupa XI. yüzyıldan itibaren yahudi entellektüel dünyasının merkezi olmuştur. Yahudilerin ticarî hayatta başarı kazanmaları üzerine XIII. yüzyıldan itibaren devletlerin tutumu değişmiş ve İngiltere ile Fransa onları ülkelerinden çıkarmışlardır. XVI. yüzyılda Almanya’daki yahudiler iş yapma imkânları daha fazla ve daha güvenli olan Polonya’ya gitmişlerdir; böylece Polonya Aşkenazi Yahudiliği’nin merkezi olmuştur. 1492’de İspanya’dan, 1497’de Portekiz’den sürülen yahudiler Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmışlardır. Fransız İhtilali’nden sonra yahudiler daha fazla imkâna kavuşmuşlarsa da II. Dünya Savaşı sırasında, daha önceden başlayan ve başını Almanlar’ın çektiği antisemitik hareket kıyımlarına yol açmış ve 1945’e kadar pek çok yahudi öldürülmüştür. Bu tarihten itibaren büyük bir kısmı Asya’ya ve Atlantik Okyanusu’nun öte yanındaki ülkelere göçen yahudilerin 1969’daki sayımlara göre Avrupa’daki toplam nüfusu 4.303.950’dir.

Hıristiyanlık. Hıristiyanlık Avrupa’ya milâttan sonra 40-50 yıllarında Anadolu kanalıyla geldi ve Balkanlar bölgesinde tutunmaya başladı. Roma’da ilk hıristiyan varlığı 40’ta ortaya çıkmış ve 60 yıllarında hıristiyan olan halkın sayısı bir hayli yükselmiştir. Hıristiyanlık Avrupa’ya ulaştığında kabulünü kolaylaştıracak bir zemin buldu. Milâttan önce II. yüzyıldan beri Doğulu dinler ve yerli Demeter, Dionizos kültleri halkı mistisizme alıştırmış olduklarından Hıristiyanlığın bâtınî-tasavvufî inançları kolayca benimsendi. Hıristiyanlık önceki dinlerde olmayan yüksek bir ahlâk ve insanlara kurtuluş ümidi sunuyordu. Bunun yanında getirdiği eşitlik fikri de ezilmiş kölelere cazip geliyordu. İlk Avrupalı hıristiyanların Roma yönetiminden gördükleri zulüm de hıristiyan inancını pekiştirdi. Böylece IV. yüzyıldan itibaren Avrupa’da Hıristiyanlığın iyice tutunmasında çeşitli sosyal ve siyasî sebepler etken oldu. IV. yüzyılda Hıristiyanlık geri dönmeyecek şekilde bir atılım yaptı; 311’de İmparator Galerius’un emirnâmesiyle dinî tolerans kabul edildi, 380 ve 392 arasındaki bir dizi emirnâme ile de Hıristiyanlık resmen tanındı. IV. yüzyılda Avrupa’da henüz yalnızca şehir halkları hıristiyan olmuş durumdaydı ve köylerde hâlâ putperest inançlar hâkim bulunuyordu. Bu asırdan itibaren Mısır ve Suriye’den Avrupa’ya getirilen manastır hayatı bütün Avrupa’nın kırsal kesiminde etkili olmaya başladı. VII. yüzyıldan sonra ise köylerde Hıristiyanlığın ciddi olarak tutunduğu görülmektedir. Yönetici sınıflar arasında kilisenin durumu her açıdan önem kazanıyordu. IV. yüzyıla kadar Latin kilisesi ile devlet arasında belli bir ayırım vardı. Bu asra kadar devletin Hıristiyanlık’tan faydalanma fikri, St. Ambrose ile birlikte devletten faydalanan bir kilise inancını doğurdu; Doğu’da Kayserealı Eusebius’un yaptığı gibi Batı’da da Ambrose bir hıristiyan devlet fikrini yerleştirdi.

IV ve V. yüzyıldan itibaren kuzeyli barbar kavimler güneye doğru akarak geniş bir göç hareketinin sebebi oldular. Barbar istilâlarının meydana getirdiği nüfusun yer değiştirmesi olayına paralel biçimde Hıristiyanlık da her yanda yayılmaya başladı ve istilâcıların da kabulü ile iyice popüler hale geldi. Ancak kısa bir süre için de olsa barbar kavimler kilisenin reddettiği Ariusçu doktrini benimsediler. Hıristiyanlığın bütün Avrupa’da yayılması, V. yüzyıl ile XIII. yüzyıl arasındaki geniş bir süreç içerisinde tamamlanmıştır. IV. yüzyıla kadar Orta ve Güney Avrupa’da gelişen Hıristiyanlık, 430 civarında İrlanda’da faaliyet gösteren St. Patrick ile Britanya adalarına girdi. 550-800 yılları arasında İrlanda hızlı bir şekilde hıristiyan oldu. İngilizler arasında dini yayanlar da İrlandalı misyonerlerdir. 768 yılında Frank tahtına geçen Charlemagne Hıristiyanlık ile devleti birleştirdi ve böylece VIII. yüzyıldan itibaren kilise ve devlet iç içe iki kurum oldu. 772-804 yılları arasında Charlemagne’ın Elbe ve Ems arasındaki Saksonlar’a dini zorla kabul ettirmesi üzerine Hıristiyanlık kuzey sınırlarına dayandı. Yine Charlemagne 801’de Moravyalı Slav Çekleri’ni hıristiyan dinine girmeye zorladı. Bohemya’da IX. yüzyıldan itibaren Bizanslı Kril ve Methodius kardeşler faaliyet gösterdiler. 865’ten itibaren kuzey ülkelerinde Hıristiyanlık köklü bir şekilde yerleşti. Balkan Bulgarları Hıristiyanlığı 845-865 yılları civarında Patrik Photius’un vasıtasıyla İstanbul’dan alırlarken Polonyalılar 967’den itibaren yönetici sınıflar arasından başlamak üzere Roma formundaki Hıristiyanlığı kabul ettiler. Prusya putperestleri arasında ilk misyon faaliyetleri Prag’ın ikinci piskoposu Adelbert tarafından X. yüzyılda başlatıldı. Yine bu tarihte Macarlar da Hıristiyanlığı kabul ettiler. Rusya, 954’te Kief Prensesi Olga’nın Hıristiyanlığı kabul etmesiyle yeni dine girmiş oldu. Böylece X. yüzyılın sonuna doğru Avrupa’nın tamamına yakın bir kısmı Hıristiyanlığı kabul etti ve bu dinin sınırları Akdeniz’den Baltık kıyılarına kadar uzandı. Misyonerlik faaliyeti, biri köylerde sürdürülen St. Benedict, St. Pachomius ve St. Basil’in kurduğu manastırlar etrafında kümeleşen keşiş hareketi ve diğeri doğrudan papalığın resmî makamlarınca şehirlerde ve aydınlar arasında yürütülen ruhban (clergy) hareketi olmak üzere iki ayrı koldan yürütüldü. Bu süreç içerisinde özellikle kuzeyli putperest unsurlar Hıristiyanlığa girdi.

Hıristiyanlığın otoritesi, tarihi Konstantin’in imparatorluk merkezini İstanbul’a taşıyışına kadar giden ve IX. yüzyılda Slavlar’ın hıristiyanlaştırılması işlemini İstanbul kilisesinin üstlenmesiyle zirvesine varan din kisvesi altındaki bir dizi politik çekişme sonucu ikiye ayrıldı ve Avrupa kilisesi Doğu kilisesinden koptu (1054). Bu tarihten çok kısa bir süre sonra kuzeyden gelen bazı savaşçı kavimleri kilise belli bir hedef etrafında toplayarak XI. yüzyılın başlarında Pierre l’Ermite’in çabalarıyla Kudüs’ü müslümanlardan kurtarmak üzere sefere çağırdı.


Sonuçları Avrupa için acı olsa da Haçlı seferleri Hıristiyanlığın birleştirici bir rol oynamasına yol açtı. XII. yüzyılın ortalarında Bolonyalı keşiş Gratianus’un Roma hukukunu örnek alarak “Decretum” denilen bir külliyat meydana getirmesi üzerine kiliseyle ilgili bütün prensipler bir yerde toplanmış oldu. XIV. yüzyıldan itibaren mistik bir akım bütün Avrupa’yı sardı. Özellikle Hollanda ve Almanya gibi ülkeler bu akıma kaynaklık etti. Bunun sonucunda Oxford Üniversitesi hocalarından Wycliff, St. Paul’un yazılarından hareketle papaların ve ruhbanların yetkisine ilk darbeyi vuracak şekilde, insanın başkasının aracılığı olmadan kendi kurtuluşunu sağlayabileceği görüşünü ileri sürdü. Akademik çevrelerden ruhban sınıfının otoritesine karşı geliştirilen sessiz direnişler XVI. yüzyıldan itibaren Protestanlığın bayrağı altında toplanmış ve papanın sarsılmaz yetkisine karşı ciddi bir tehdit oluşturmuştur.

Feodalite devri müddetince (IX. yüzyıldan itibaren) gerek İslâm gerek Bizans ve gerekse kendi iç dünyasından kaynaklanan sebeplerle Hıristiyanlık o kadar büyük bir değişmeye uğradı ki bu tarihten itibaren Hıristiyanlığa değişik bir gözle bakmak mümkündür. Erken Ortaçağ müddetince Hıristiyanlığa karamsarlık hâkimdi; insanın tabiatı şerdi ve o doğuştan günahkârdı. XIII. yüzyıl ile birlikte bu kavramlar değişmeye başladı. Bu dünyadaki hayat önem kazandı; insanın bütünüyle kötü olmadığına inanıldı. Kilise teologları da Tanrı’nın olağan üstü büyüklüğü (zât-ı kibriyâsı) yerine ilâhî adalet ve inâyet fikrine önem vermeye başladılar. Aquinolu Thomas (XIII. yüzyıl) Augustine’nin takipçisi olarak sosyal bir felsefe geliştirdi. Yine bu tarihlerde teorik çekişmelerin dışında teması sevgi ve inziva olan çeşitli tarikatlar kuruldu. Bunların en önemlilerinden biri Assisli St. Françis’inkidir (1182-1226). XI. yüzyılda Cluny zâhidleri, Carthusian tarikatı, daha önce IV. yüzyılda ortaya çıkan ilk münzevi hayat tarzını ilerleterek hümanist bir fikir sistemi ürettiler.

XIV. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gerek ekonomik gerekse politik açıdan bazı önemli ilerlemeler olmuş, orta sınıf ticaretin ve refahın göstergesi olarak kalkınmıştır. Bu refaha paralel olarak kilise de zenginleşmiştir. Papalık artan refah karşısında kilisenin gelirlerini tek elde toplamaya teşebbüs etmiş ve bunda kısmen muvaffak olmuştur. Papalık vergi toplama işini bankalara bırakmış ve zamanla kiliselerden para toplama işini üstlenen özel bankalar doğmuştur. Bankaların bu işe el atması ile din ve para işlemi aynı anlama gelmeye başlamıştır. Kilisede doktrinel çekişmelerin dışında yozlaşmanın temel kaynağını bu alışveriş ilişkisi oluşturur. Bu yozlaşmalar, reformlara kadar gidecek bir süreç içerisinde artarak devam etmiştir.

Reform hareketlerinin (1517-1600) ilk önce Almanya’da başlamasının sebepleri arasında, bu bölgenin diğer Avrupa ülkelerine göre daha geri kalmış olması ve Rönesans olayı ile daha az temasta bulunması gösterilebilir. Ortaçağ Almanya’da bütün kurumlarıyla kökleşmişti. Kapitalizme geçişin zorluğu, ticaret yollarının bu ülkeye pek uğramamasının yarattığı bir sonuç oluyordu. XVI. yüzyılın şafağı ile birlikte Almanya dinî bir yenilenme için elverişli hale gelmiş bulunuyordu. Gerekli olan bu hareketi başlatacak bir liderdi ki bu da Martin Luther’in (ö. 1546) şahsında gerçekleşti.

Luther, bir hıristiyanın kendi iyi fiilleri ve ibadetleri sayesinde değil Tanrı’nın inâyeti ve rahmetiyle temize çıkacağını yani ebedî selâmete erişeceğini, bunun ise ancak Hz. Îsâ’nın şefaatiyle kurtulacağına iman eden itikad sahibi kimselere bahşedileceğini öne sürdü. Buradan Luther “sadece iman ile mümin olma” akîdesini çıkardı. Papanın otoritesini reddetti ve vaftizle kominyon hariç hiçbir takdis âyinini kabul etmedi. Luther tarafından geliştirilen özel Protestanlık formu, resmî din olduğu Almanya, Danimarka, Norveç ve İsveç dışında kalan ülkelerdeki diğer reform hareketlerini doktrinel yönden ziyade sosyal bir hareket olarak etkilemiştir.

İsviçre’de Protestan ihtilâlinin babası Ulrich Zwingli’dir (ö. 1531). Togqenburg’da Wildhaus’da doğan Zwingli, Viyana ve Basel’de eğitim gördü. Luther gibi o da insanın tanrıyla doğrudan, aracısız ilişkisine ve dinî törenlerin sadeliğine önem vermiştir. Zwingli’nin teorisi oldukça soyuttur; ona göre kurtuluş âyinlerin ve diğer dinî törenlerin hiçbir payı olmayan bir nefis mücahedesinin sonundadır.

Jean Calvin (ö. 1564) İsviçre’nin tarihinde önemli bir rol oynamakla birlikte aslen Fransız’dır. Orleans’ta hukuk öğrenimi yaptıktan sonra 1534’te hükümetin farklı görüşlere mensup kişilere karşı başlattığı saldırı dolayısıyla İsviçre’ye kaçmıştır. Calvin, teolojisinin temellerini Christianae Religionis Institutio, 1536 (Hıristiyan Dininin Kurumları) adlı eserinde atmıştır. Onun dini Luther’inkinden pek çok açıdan farklıdır. Her şeyden önce hukuk ve disipline daha çok yer verir. Luther vicdana önem verdiği halde Calvin hukukun üstünlüğüne önem vermiştir. Calvin’in dini Mûsevîliğin Eski Ahid’ine oldukça yakındır. Mûsevîliğin ticaret prensibini geliştirdiği de söylenebilir. Calvinciliğin halk arasında yayılması İsviçre ile sınırlı kalmadı. Ticarî ve malî konuların önem kazandığı her Batı Avrupa ülkesinde benimsendi. Fransa’nın Huquenotları, İngiltere’nin Püritenleri, İskoçya’nın Presbiteryenleri, Hollanda’daki Reform kilisesinin taraftarları Calvinci’dirler; bu mezhep özellikle burjuva kesiminin dini olmuştur.

İngiltere’de Protestan reformunu 1570 yılından itibaren resmî kilise kabul edilen Anglikan Kilisesi temsil eder. İskoçya’da John Knox’un (ö. 1572) kurduğu Presbiteryen Kilisesi de Anglikan Kilisesi’nin bir devamıdır. 1560’tan itibaren resmî İskoç kilisesi olarak kabul edildi.

Protestan kiliselerinin kurulması karşısında Katolik kiliseler de reform ihtiyacını


hissettiler. İtalya ve İspanya’daki bazı tarikatların ön ayak olduğu bu reform sonucu Cizvit teşkilâtı kuruldu. Bir nevi münzeviler grubu olan bu teşkilât kısa zamanda büyük bir güç elde etti ve Avrupa’da yönetilen misyon hareketlerin ana unsuru olma sıfatını kazandı.

XVI. yüzyılın ortasında toplanan Trente Ruhanî Meclisi bir dizi tedbir alarak bazı esaslar kabul etti ve papalık büyük bir yetkiye kavuştu. Bu konsey sonucu Katolik kilisesi güney devletlerini, Fransa, İrlanda, Avusturya ve Polonya’yı muhafaza etti; Almanya ve Hollanda’yı da Protestan kiliseleriyle paylaştı.

Reformlardan doğan önemli bir mezhep de Anabaptist hareketidir. İsviçre’de doğup gelişen bu hareket reformları yeterli bulmamış ve onları bazı konularda eleştirmiştir. Devlete vergi ödemeyen, askerliğe ve resmî görevlerde çalışmaya karşı çıkan Anabaptistler kiliselerin uzun zaman zulmüne mâruz kalmış ve Avrupa kıtasından silinmişlerdir. Bugün kısmen Amerika ve Avrupa’daki bazı Protestan kiliselerine bağımlı olarak küçük gruplar halinde yaşamaktadırlar. Bu büyük reform hiziplerinin yanında XVII ve XVIII. yüzyıllarda ortaya çıkan Kuveykırlar, Metodistler, Asompsiyonistler gibi pek çok Protestan kökenli mezhep de Avrupa’da yayılma imkânı bulmuştur.

XVI ve XVII. yüzyıllarda akılcı felsefe ile Hıristiyanlık dünyasında teslis*e karşı çıkan ve Hz. Îsâ’nın tanrılığını reddeden görüş, kilisenin Ariusçu sapıklık olarak nitelendirdiği Unitarian hareketini ortaya çıkardı. Unitarian hareketinin kökeni, VIII. yüzyılın sonunda İspanya’da Urgelli Felix’in (ö. 818) İslâm’ın etkisinde kalarak teslisi reddetmesine kadar çıkar. Bu hareket XVI ve XVII. yüzyılda Polonya ve Macaristan’da gelişmiş ve revizyona uğramış görünür. Daha sonraları İngiltere ve Amerika’da tutunmuştur. Michael Servetus (ö. 1553), Girgio Blandrata (ö. 1563), Francis David (ö. 1579), Fausto Sozzini (ö. 1604), John Biddle (ö. 1662) ve Joseph Priestley (ö. 1800) önde gelen Unitarianlar’dır. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da din, bilimin ve teknolojinin getirdiği yeniliklerle ve bunların sosyal alana yansımasıyla özellikle orta sınıf arasında güç kazandı. Genel olarak dinin akîde yönünden ziyade ahlâk yönüne ağırlık verildi. Misyonerlik faaliyetleriyle politika da bu tarihten itibaren iç içe girmiş ve din devletin, günlük hayatın ihtiyaçları için kullandığı bir araç haline gelmiştir.

XIX. yüzyılda kilisede birtakım modernleştirme hareketleri başlatılmışsa da Papa X. Pius’un karşı çıkmasıyla revizyon ihtimali ortadan kalkmıştır. XIX. yüzyılın başlarından itibaren sosyalist fikirlerin gelişmesiyle Avrupa’da din ikinci plana düşmüş ve ancak inanç düzeyinde halk kitleleri arasında varlığını sürdürmüştür. Milliyetçiliğin gelişmesiyle birlikte Hıristiyanlık’tan doğan antisemitik hareket, ırk ve dini kitleler arasında birleştirici bir konuma sokmuştur. Sosyalist ülkelerin ortaya çıkışı ile birlikte din Sovyetler Birliği gibi katı merkeziyetçi sistemlerde önemini kaybetmişse de son yıllarda önce Polonya’da ve daha sonra diğer Doğu Avrupa ülkelerinde yönetimlere karşı gelişen hürriyetçi halk hareketlerinde çok önemli rol oynamıştır. Bu ülkelerde kiliseler halk hareketlerini desteklemenin ötesinde halkı harekete geçirmiş ve ayaklanmaları yönlendirmişlerdir. Özellikle 1989’da otoriter komünist yönetimlerin iş başından uzaklaştırılmalarından sonra oluşan yeni siyasî yapı içerisinde, din hürriyeti konusunda daha olumlu bir yol takip edilerek kapalı mâbedlerin açılmasına izin verilmiştir. Sovyetler Birliği’nde de 1985’ten bu yana uygulanan “glasnost” ve “perestroika” çerçevesinde halka bazı yeni haklar sağlanmaya başlandığı gözlenmektedir.

XX. yüzyılda kuzey ülkelerinin Protestanlığı ve güneyin Katolikliği sabit olmakla beraber bu ayırım net bir farklılık ortaya koymamaktadır; ancak daha tutucu bir Katoliklik’ten bahsedilebilir. Bu haliyle Katoliklik Protestanlığa göre daha merkeziyetçidir; Protestanlık ise daha açık bir tavırla Avrupa’nın misyon faaliyetini elinde tutmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

C. Clemen, Religions of the World, London 1931, s. 176, 177, 179, 183, 188, 189, 190, 217, 218, 220, 227, 228, 243, 252; E. McNall Burns, Western Civilizations, New York 1958, I, 147, 148, 215, 434, 457, 465, 467, 468; C. Seignobos, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi (trc. Semih Tiryakioğlu), İstanbul 1960, s. 79, 93, 99, 177, 178, 179; G. R. Elton, Reformation Europe, London 1963, s. 210, 211; J. Michell, Astron Archaeology, London 1977, s. 12, 13, 14; Günay Tümer - Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 174-175; H. O. Evenneft, The Reformation, London, ts., s. 8, 9, 15, 16, 26, 27; J. Lebreton, Gnosticism, Marcionism and Manicheism, London, ts., s. 19, 20, 25, 26; P. Hughes, The Church in the Christian Roman Empire, London, ts., s. 2, 3, 7, 8; “Europe”, EJd., VI, 974-976; Edv. Lehmann, “Cristmas Customs”, ERE, III, 608-610; A. H. Keane, “Europe”, a.e., V, 593; H. J. Rose, “Festivals and Fasts (Greek)”, a.e., V, 857-863.

Kürşat Demirci





II. TARİHAvrupa Kavramı. Coğrafî tanımlaması dışında “Avrupa”, tarihî ve felsefî anlamı itibariyle çok geniş ve zamanla artan bir çağrışım zenginliği içinde günümüze erişmiş bir kavramdır. İlkçağ’larda değişik anlamlar kazanmış olan bu kelime milâttan sonra 400’lerde Akdeniz havzasının yazılı kaynaklarında, Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz bölgesinin kuzey kısımları için kullanılırken Roma dünyası dışında daha farklı tanımlamalarda anlam bulmaktaydı. Avrupa kavramı VI. yüzyılda genel olarak Galya - Kuzey Alpler havzasını tanımlamaktaydı. Kelime genelde pek kullanılmamakla beraber ihtiva ettiği anlam pek yabancı gelmemekteydi. Geç-Antike boyunca Avrupa kavramı zihinlerde “Roma dünyası” (Orbis Romanus) ve “imparatorluk” (imperium) kavramlarından pek uzak olmayan bir yer işgal etmiştir. Roma İmparatorluğu bünyesinde “Orient” (Şark) ve “Occident” (Garb) ayırımı bilinen bir şeydi.


Ancak bu iki kelime VIII. yüzyılın ortalarına kadar yekpâre bir dünyanın ikiye ayrılmışlığından çok bunun bir ve aynı bütüne aidiyeti ve bir bütün içinde ortaklaşa yer aldığını ifade etmekteydi. Zamanla kilise siyasetinin geliştirdiği şartlardan kaynaklanan bu iki kavram arasındaki uzaklaşma, VIII. yüzyıldan sonra birbirine anlamca zıt iki kavramın oluşmasına yol açtı. Şuur altında zaten mevcut olan Roma ve Grek zıddiyeti kilisenin parçalanmasına paralel olarak gelişti.

Genellikle “barbar” adı ile anılan kavimlerin göçü, Got ve Hun akınları ve istilâları, sadece Roma coğrafyasında yer edinen hıristiyan dünyasının kuzey kısımlarını değil bu kuzey kısmının kıtadaki kuzey sınırlarını da Avrupa telakkisi içine almıştır. Roma - hıristiyan dünyasını tehdit eden barbarlara karşı gösterilen direnişler Avrupa kavramının gelişmesinde etkili olmuştur. Böylece bir VIII. yüzyıl kroniği, Karl Martel’in (714-741) Araplar’a karşı verdiği mücadele münasebetiyle, bir daha birkaç yüzyıl boyunca kullanılmayacak olsa bile Avrupa tabirini açık olarak ve Hıristiyan - Roma karakteri içinde ilk defa belirtmekteydi. Avrupa kelimesi, ihtiva ettiği kavramın tarihî gelişimi içinde sadece ve belki de ilk defa, Büyük Karl (Karolus Magnus, 768-814) zamanında üstün bir rol oynamıştır. Karolenjler devrinde Roma İmparatorluğu’ndan büyük farklılıklar gösteren Franklar’ın bütün Frank boylarını çok aşan hükümranlık sahalarını kapsayabilecek yeni bir terminolojiye ihtiyaç duyulduğunda Avrupa tabiri uzun bir zaman için isabetli bir tanımlama getirmiş ve hatta zaman zaman Büyük Karl İmparatorluğu’nun adlandırılmasında kullanılır gibi olmuştur. Bu imparatorluğun yıkılmasıyla beraber, özellikle Roma’nın faaliyetleri neticesinde, Karolenjler’le benzerlik kazanan ve Karlman İmparatorluğu çağrışımı yapan bu Avrupa tabirinden uzaklaşıldı ve Avrupa siyasî bir terim olarak yerini bu anlamda “imperium”a bırakıp ikinci planda kaldı ve unutuldu. Kelimenin Ortaçağ’lar boyunca zaman zaman hatırlanması ise ancak Karolenj geleneğinin söz konusu edilmesi vesilesiyle oldu. Geç - Ortaçağ’lardaki (XIII. yüzyıl) Latin - hıristiyan dünyasının hıristiyan olmayanlarca (Türk - Tatar / Moğol) tehdit edilmesi, ortak direniş mefhumu olarak Avrupa kavramını tekrar ortaya çıkardı. Özellikle XV. yüzyıldan itibaren baş gösteren Osmanlı - Türk tehlikesi, Avrupa tabirinin günümüze kadar yaygın olarak kullanılmasını sağladı ve “popülarize” etti.

“Mânevî ve felsefî” anlamdaki Avrupa’nın sınırları ise, 1. Grek - Latin dünyasına ve medeniyetine mensup olup, bu dünyanın dili, felsefesi, edebiyatı, mitolojisi ile yoğurulmuş bulunmak, 2. Katolik hıristiyan olmak, 3. Rönesans’ı, Reform’u ve karşı-reformu yaşamış olmak şeklinde çizilebilir. Coğrafî Avrupa bu üç kıstasa göre değerlendirilirse bunun, “Garp âlemi” de (Abendland) denilen günümüz Batı Avrupa ülkelerini içine aldığı ve Yunanistan hariç bugünkü Avrupa Topluluğu devletleriyle denk düştüğü görülür. Bunun dışında kalan Yunanistan dahil bütün Balkanlar ve Rusya, dolayısıyla bütün Ortodoks dünyası (Doğu Avrupa), bu kültür bütünlüğünün dışında kalan ve bu dünyaya yabancı (barbar) olan bölgeler kabul edilmekteydi.

Bu anlamda Avrupa, Roma İmparatorluğu’nun enkazı üzerine kurulan Katolik hıristiyan dininin ruh verdiği, kuzeyden gelen ve Akdeniz kültürüne giren çeşitli kavimlerin karışımıyla oluşan bir küçük devletler dünyası olarak ortaya çıkmıştır. Ancak 800’lerde Büyük Karl zamanında bile Hıristiyanlık henüz coğrafî Avrupa’nın çok küçük bir kısmına yayılabilmiş ve zaman zaman tamamen ortadan kalkabileceğine dair çok ciddi endişeler de duyulmuştur. Nitekim İspanya bir asırdan beri müslümanların elindeydi. İtalya, Fransa, bugünkü Almanya’nın bir kısmı, İngiltere ve İrlanda’nın bir bölümü ve nihayet Balkanlar’ın özellikle sahil şeritleri Hıristiyanlığın yayıldığı yerlerdir. Böylece Hıristi yanlığın yaygınlaştırılması başta gelen faaliyetlerden biri olmuştur. Hıristiyanlığın yayılmasında gezici, kolonize edici rahip ve azizler önemli roller üstlenmişlerdir. Özellikle Aziz Benedik (ö. 543) ve tarikatı bu alanda en kalıcı hizmeti verdi. Hıristiyanlık, Bavyera ve Yukarı İtalya’dan başlayan Katolik misyonerliği ve aynı zamanda Bizans tarafından sürdürülen faaliyetlerle birlikte yayılmasını devam ettirdi. 865’te Bulgarlar artık Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Böylece Balkan yarımadasında Hıristiyanlık önemli bir gelişme kaydetmeye başladı. Hıristiyanlaştırma ile Slav devletçikleri de yavaş yavaş ortaya çıktı. İlk kurulan Slav devleti olarak Hırvatistan, daha sonra IX. yüzyıl ortalarında Büyük Moravya Devleti teşekkül etti. Hıristiyan misyonerleri coğrafî Avrupa’nın fethine, özellikle Avarlar’ın bir tehdit unsuru ve engel olmaktan çıkartılmaları ile (798) daha büyük bir hızla devam ettiler. Papalık ileri noktalarda ilk piskoposluklarını kurmaya (Ölmütz / Bohemya, Gnesen / Polonya, Gran / Macaristan), ilk hıristiyan krallarını “aziz”, taçlarını ise “kutsal” ilân etmeye başladı. Macar Kralı Aziz Stephan (997-1038) ve Macarlar’ın kutsal Stephan tacı, Moskova Knezi Aziz Vlademir (979-1015), Bohemya Kralı Aziz Wenzel (ö. 929) olarak adlandırıldılar. Hıristiyanlık yavaş yavaş politik ve kültürel bir zaruret, siyasî yönden ayakta kalabilmenin vazgeçilmez bir şartı haline geldi. Doğu Roma, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ve papalık tarafından desteklenmenin ilk ve son şartı hıristiyan olmaktı ve misyonerlik X. yüzyıla kadar süren bu ilk büyük kolonizasyon ile beraber yürüyerek gelişti ve yayıldı.

Ortaçağ Avrupası. Fransa, Almanya ve İtalya’nın büyük bir kısmını idaresi altına alan, Bohemya ve Orta Tuna bölgelerine kadar hükümranlığını genişleten Büyük Karl, Pannonya’da (Macaristan) kurulmuş olan Avar Devleti’ne son verdi (795-796). Slavlar’a karşı kazandığı büyük başarıları ve büyük hükümdarlık vasıfları yüzünden Karl’ın ismi (Slavca “Korol”), bütün Slav dillerine “hükümdar” karşılığı olan kral kelimesini kazandırdı. Bununla beraber Avar tehlikesinin ortadan kalkmasıyla başlayan ve bir asır kadar devam eden Tuna havzasının kolonizasyonu ve dolayısıyla hıristiyanlaştırılma faaliyetleri Macarlar’ın ortaya çıkmalarıyla sonuçsuz kaldı (895). Macar tehlikesi ancak Alman Kralı I. Otto’nun (936-973, 962’den beri Kutsal Roma Germen imparatoru) Augsburg’u muhasara


eden Macarlar’ı ağır bir hezimete uğrattığı Lechfeld Zaferi ile kesin bir şekilde yok edilebildi (955). Bu büyük hezimet Macarlar’ın sonraki yıllarında Orta Tuna havzasını yurt edinerek yerleşmelerine, kısa bir zaman sonra da Hıristiyanlığı kabul etmelerine yol açtı.

1000 senesi Avrupa’da yalnızca kronolojik olarak bir dönüm noktası olmadı, aynı zamanda hıristiyanları kıyamet vaktinin geldiği beklentisi içine sürükledi. Bu korkulu bekleyiş ve Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inerek “1000 yıl sürecek Tanrı devleti”ni kuracağı inancı, Avrupa’nın henüz Hıristiyanlığın yayılmadığı geniş bölgelerine doğru büyük bir misyonerlik faaliyetine sebebiyet verdi. Wareger ülkesine (Kiev / Rusya), Dinyeper’in öte yakalarına kadar uzanan bu misyonerlik faaliyetleri Hıristiyanlığın yayılmasını sağlarken kıyamet beklentileri derin ve koyu bir dindarlığı ortaya çıkardı. Avrupa’nın pek çok yerinde büyük katedraller, bu korkulu bekleyişin mutlu sonuna bir şükran nişanesi olarak yükselmeye başladı. 1000 yılı bütün Avrupa’da, tarihin Hz. Îsâ’nın doğumu (milât) ile başlatılmasının da yaygınlık kazandığı bir yıl oldu. Böylece Hıristiyanlığın zaferi neticesinde eski barbar kavimleri, yerlerini yavaş yavaş örneklerini Bizans’tan, Bulgar, Rus veya Alman Krallığı’ndan alan, Hırvat, Çek, Macar, Polonya gibi büyük ve yeni hıristiyan devletlerine bıraktı.

Roma’nın diğer piskoposluklardan daha üstün bir mevkiye sahip olması ve Şark’taki kadim piskoposluklar üzerinde üstünlük iddiaları IV. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş ortaya atılmaya ve giderek açıkça tartışılmaya başlandı ve Avrupa’nın siyasî gündeminde papalığın önemli bir yer işgal etmesine yol açtı. Roma başpiskoposunun üstünlüğü I. Leo’nun papalığı zamanında (440-461) kuvvet buldu. Ancak papanın, Hz. Îsâ’nın halefi ve havari Petrus’un vekili olduğu ve yanılmazlığı gibi iddiaları, Hz. Îsâ’nın şahsiyeti üzerinde yoğunlaşacak tartışmalar, sadece Katolik kilisesinin teşkilâtlanma süresinde değil Doğu ve Batı kiliselerinin bu konulara dair görüş farklılıklarından ve “cihanşümullük” iddialarından ötürü, birbirlerinden kesin bir şekilde uzaklaşmalarında da önemli bir rol oynadı (1054, “Büyük İ‘tizal”). Papanın otoritesinin dünyevî güçler üzerinde olması gerektiği inanışı, piskoposların dünyevî otoritelerce tayinlerine karşı verilen mücadele ile doruk noktasına çıktı. Papalar yalnız kralları değil, başlarına taç geçirdikleri ni de Kutsal Roma’nın takdis ettiği “imparator” olarak yüceltip kutsamaktaydı. Kilisenin genel telakkisi içinde, kilise ve ilâhî kanunlara dayanmayan dünyevî hükümdarlıkların hiçbir değeri olamayacağı inancına geçerlilik kazandırılmak istenmekteydi. Bu durumda papalar ve hükümdarlar arasında piskoposların dünyevî güçlerce tayin edilemeyeceği meselesinden doğan çatışma, Papa VII. Gregor’un Kaiser ve Alman Kralı IV. Heinrich’i afaroz etmesiyle had safhasına ulaşan büyük bir mücadeleye yol açtı (1075-1077). Ruhanî ve cismanî önderlik iddialarına kuvvet kazandıran papalık, Haçlı seferlerinin (1096-1270) oluşturulmasında birinci derecede mesul idi. Ancak hükümdarlıkların da “mukaddes yerler”in kurtarılması bahanesiyle, olaydan iktisadî ve şahsî güç politikalarını geliştirmek amacıyla istifade etmeye çalışmaları ve hedefini saptırmaları, Haçlı zihniyetinin görünüşteki saf dinî karakterine gölge düşürdü. XIV. yüzyılda uzun bir müddet (1309-1377) Roma yerine Avignon’da oturmak zorunda bırakılan papalar bu zaman zarfında Fransa krallarının politikalarına hizmet eder bir hale düştüler. İngiltere ile “Yüzyıl savaşları” (1339-1453) olarak bilinen mücadelelerden sonra feodal güçlerin de zayıflamış olmasından faydalanarak millî birliği kurma imkânını bulan Fransa kralları yeni bürokratik kadroları, düzenli maliyeleri ve sürekli ordularıyla ön plana çıkacak merkezî bir idarenin temellerini atmaya muvaffak oldular. Böylece Fransa’ya benzer tarzda İngiltere, İspanya, İsveç, Danimarka, Norveç gibi millî bünyeli devletler yükselmeye başlarken asıl unsuru Almanlar’a dayanan ve Habsburg hânedanınca temsil edilen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (Alman İmparatorluğu), irili - ufaklı yüzlerce siyasî üniteden (Territorial Maechte) müteşekkil, karışık ve karmaşık bir yapıya sahipti ve Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Floransa, Milano dukalıkları, Napoli Krallığı, papalık hükümetinin teşkil ettiği İtalya ile birlikte parçalanmış durumlarından kurtulamamışlardı. Öte yandan XIV-XV. yüzyıl Avrupa’sı, tam veya yarı bağımsız ülkelerin birbirleriyle yaptıkları birçok ittifak ve ittihatlar ile de dikkati çeker (Polonya - Macaristan, 1370; Polonya - Litvanya, 1386; Kastilya - Aragon, 1479; İsviçre Konfederasyonu, “Hansa” ticaret şehirleri ittihadı vb. gibi).

Fransa karşısında Avrupa’nın diğer bir büyük gücünü temsil eden Habsburglar, Burgonya (1477-1493) ve Macaristan’a (1526) kadar uzanan genişlemesiyle, imparatorluğun sınırlarını askerî yönden güçlü Fransa’ya ve Osmanlılar’a karşı korumak ve iki cepheli bir savaş sürdürmek zorunda kaldılar. İspanya krallarıyla akrabalık kuran Habsburglar 1516’da İspanya topraklarının da mirasçısı oldular. Böylece Avrupa’nın önemli bir kısmında ve İspanya’nın geniş sömürgeleri vasıtasıyla dünyanın pek çok yerinde “üzerinde güneş batmayan” bir cihan imparatorluğunun temsilcisi haline geldiler. V. Karl (Charles Quint, Şarlken) devri (1519-1556) Habsburglar’ı ile Ortaçağ’lardaki imparatorluk ideali tekrar canlanır gibi olduysa da Fransa ve özellikle Osmanlılar’la olan uzun ve zorlu mücadeleler, içte reform hareketinin yarattığı bölünmeler ve sebep olduğu karışıklık, V. Karl’ın 1555’te yapılan Augsburg Din Barışı’nın ardından tahttan çekilmesine (1556) ve imparatorluğun bölünmesine yol açtı. İspanya dünyası oğlu (II.)


Philipp’e, imparatorluk unvanı ile Alman dünyası ise kardeşi Ferdinand’a kaldı.

Coğrafî Keşifler, Rönesans ve Reform. XIV, XV ve XVI. yüzyıllar Avrupa’da hümanizm, rönesans, coğrafî keşifler ve dinde reform gibi büyük olayların meydana geldiği devir olmuştur. Özellikle İtalya’da yeşeren hümanizm (studia humanitatis), çeşitli okul ve üniversitelerde “gramatik”, “retorik” ve “poetik” öğretilmesi yanında “antike”nin de incelenmesinde önemli rol oynadı. Antikçağ eserleri İslâm dünyası vasıtasıyla unutulmaktan kurtuldu ve yeniden hatırlandı. Böylece XV-XVI. yüzyıllarda Avrupa’da sonradan “Yeniden Doğuş” (Renaissance) adıyla anılacak olan ve orta zamanları sona erdiren bir devir başladı. Matbaanın icadı ve basım tekniğinin ıslahı bu gelişmeyi yaygınlaştırırken Portekiz ve İspanyollar’ın önderliğindeki büyük coğrafî keşifler, dünya hakkındaki o zamanlara kadar gelen yanlış ve kısıtlı bilgileri temelinden sarstı ve değiştirdi. İslâm âlemindeki doğru inanışın aksine dünyanın yuvarlak olduğu fikri hâlâ tartışmalara yol açarken bilinmeyen yeni kıtaların keşfi, kısa zamanda Avrupa’ya umulmadık bir zenginlik sağladı. Dünyanın birer Portekiz ve İspanyol blokuna ayrılması (Tordesillas Antlaşması, 1494) ve geniş sömürge imparatorluklarının kurulmasıyla sonuçlanan büyük coğrafî keşifler Eski Dünya’nın bilinen ticaret yollarını da değiştirdi. Avrupa’nın Atlantik sahillerinde yer alan limanları giderek önem kazandı ve süratle gelişti. Akdeniz ticareti ise geçirdiği sarsıntıya rağmen yine de eski önemini korudu. Keşfedilen yeni kıtalardaki eski medeniyetler (İnka, Aztek - Maya kültürü) acımasızca imha ve vahşice talan edildi. Buralardan Avrupa’ya taşınan gümüş ve altın, başta İspanya, Portekiz olmak üzere, XVI. yüzyılda Avrupa’yı büyük bir enflasyona sürükledi ve “fiyat hareketleri”nin (prices revolution) içine düşürdü. Yeni sömürgelerdeki insafsız uygulamalar ise kısa zamanda yerli ırkların tamamen imhasına varacak kadar vahşi şekiller aldı. Yok olan iş gücü, “Kara Afrika”dan taşınacak kölelerle telâfi edilmek istendi. Böylece başlayan zenci köle kullanımı ve ticareti, büyük coğrafî keşiflerle dünyaya açılan ve onu kısa zamanda sömürgeleştirmeye başlayan Avrupa’nın hıristiyan ahlâkına ve hümanist telakkisine hiç de ters gelmedi.

Mutlak Katolik - hıristiyan karakteri yüzünden Rönesans, genelde “mânevî - felsefî” anlamdaki Avrupa’nın malı olmuş ve bu dünyanın sınırlarını pek aşamamıştı. Yine aynı dünyada büyük çalkantılara yol açan reformasyon hareketi uzun ve kanlı mücadelelerden sonra Katolik kilisesinin parçalanması neticesini doğurdu. Daha önce Bohemya’da kendisine has karakteri içinde Johann Hus’un (ö. 1415) başlattığı reform hareketi, Almanya’da Martin Luther (ö. 1546), Fransa’da Johann Calvin (Jean Cauvin, ö. 1564), İsviçre’de Ulrich (Huldreich) Zwingli (ö. 1531), Macaristan’da Matthias Biro, Erdel’de Johann Honter (ö. 1549), Polonya-Litvanya’da Johann Laski (ö. 1560), İskoçya’da John Knox (ö. 1572), İngiltere’de başında bizzat kendisinin bulunduğu “millî” bir kiliseyi hedefleyen Kral VIII. Henry tarafından sürdürüldü ve papalığın cihanşümul (Katolik) mutlak otoritesini sona erdirdi. Bu harekete karşı Katolik kilisesinin giriştiği “karşı reformasyon” faaliyetleri, Katolik ve Katolik olmayanlar arasındaki çatışmaları şiddetlendirdi. Fransa’da Katolik olmayanlar (Hugenotlar) kanlı bir şekilde takip edildi. Hatta bir Aziz Barthelemy gecesinde yapılan katliam hareketi, en az 20.000 Hugenot’un öldürülmesine yol açtı (24 Ağustos 1572).

Koyu Hıristiyanlığa dayanan millî hislerin hâkim olduğu, korkunç engizisyonun bulunduğu ve bizzat kilisenin kendisini ıslah ettiği İspanya’da Protestanlık yayılma imkânı bulamadığı gibi bu dinî taassup ve hoşgörüsüzlük, memleketteki müslüman ve yahudilerin sürülmeleri ve yok edilmeleriyle sonuçlandı. Böylece İslâm’ın 700 yıllık izi kısa zamanda tamamen silinerek “yeniden fetih” (reconquista) tamamlanmış oldu. Öte yandan Katolik kilisesi reformistlere karşı sürdürdüğü mücadelede (karşı reform), özellikle 1534’te İgnatius von Loyola (Inigo Lopez de Loyola, ö. 1556) tarafından kurulan Cizvit tarikatının (Societas Jesu) faaliyetleriyle nisbî bir başarı kaydederek kaybettiği eski cemaatinin bir kısmını tekrar kazanmaya muvaffak oldu ve geri kalanların da kalplerine güven verecek vasıtaları ustaca kullanmasını bildi. Bunun yanı sıra Osmanlı ilerlemesi karşısında içte siyasî ve sosyal birliğin sağlanması gereği, Almanya’da Luther mezhebinin yerleşmesinde, tutunmasında ve nihayet 1555’te resmen tanınmasında en önemli sebeplerden birini teşkil etti.

İspanya ve Portekiz sömürge imparatorlukları ise uzun ömürlü olmadı. II. Philipp devri (1556-1598) İberik yarımadasında siyasî bütünleşmeyi sağladı. Nitekim Portekiz Kralı Sebastian’ın (1557-1578) Fas seferinde maiyeti altında bulunan çok sayıdaki Portekiz asilzadesi ile birlikte öldürülmesi (Alkazar Savaşı, 1578) sonucunda İspanya Portekiz’i zaptederek birleşmeye zorladı (1580-1640). Ancak ortak sömürge imparatorluğunun çok geniş topraklarına zamanla yeni sömürge devletleri olarak yükselen İngiltere ve Hollanda tarafından el konulmaya başlandı. 1571’de İnebahtı Zaferi’nin kazanılmasındaki payı ile gözler önüne serilen ve “Yenilmez Armada” adıyla şöhret kazanan İspanyol deniz gücü, İngiltere’ye karşı girişilen mücadelede ağır bir mağlûbiyete uğradı (1588). Böylece dışta İspanya deniz hâkimiyetine ve İngiltere’yi istilâ tehdidine son veren, içte ise dinî ve siyasî birliği sağlamlaştıran I. Elizabeth devri (1558-1603) İngiltere’si büyük bir hızla ve bir ada olmasının sağladığı bütün imtiyazlarla dünya ticaretine açıldı. 1554’te Moskova Kumpanyası, 1581’de Levant Kumpanyası, 1600’de Doğu Hindistan Kumpanyası kuruldu ve 1584’te ilk sömürge olarak Virginia’ya yerleşildi. Böylece İngiltere kısa zamanda, kıta Avrupa’sını devamlı surette meşgul eden dinî karışıklıklardan, uzun ve yıkıcı savaşlardan uzak kalmış bir halde önde gelen bir Protestan güç olarak yükseldi.

XVII. Yüzyılda Avrupa. XVII. yüzyılda, İngiltere’nin de yardımlarıyla İspanya’ya karşı 1568’de başlayan uzun bir mücadeleden sonra bağımsızlığını elde eden (Haag Barışı, 1648) yedi Felemenk vilâyeti, içlerinde en kuvvetlileri olan ve oluşan siyasî yapıya da adını veren Hollanda’nın önderliğinde bir birlik sağladılar. İspanyol ve Portekiz sömürgelerine yapılan saldırılarla Güney Afrika’da, Hindistan’da (Doğu Hindistan Kumpanyası 1602; Batı Hindistan Kumpanyası 1621), Güney ve Doğu Asya’da Hollanda sömürge imparatorluğu oluşmaya başladı. Böylece Hollanda kısa zamanda ticarî ve malî gücü ile Avrupa’nın önde gelen devletlerinden biri oldu. Bu üstün durumu, XVII. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere tarafından tehdit edilmeye başlandı. Oliver Cromwell devrinde (1653-1658), özellikle Hollanda’ya ticarî yönden ağır bir darbe vurabilecek olan “Seyrüsefâin kanunu”nun (Navigation Act. 1651) ilânıyla iki devlet denizlerde uzun yıllar sürecek olan bir dizi savaşlara giriştiler (1652-1654, 1665-1667, 1672-1674). Bu savaşlar sonunda Hollanda en önde gelen ticarî


güç olma vasfını İngiltere ile paylaşmak ve İngiltere ile beraber bir ticaret devi olarak siyasî hayatını sürdürmeyi kabullenmek zorunda kaldı. Ancak Avrupa’nın en zengin finans merkezlerinden biri olma durumunu korudu.

Avrupa’nın “mânevî - felsefî” sınırında yer alan ve Katolik dünyasının uç kalelerinden biri durumunda olan Polonya (Lehistan), “İkinci Roma” sayılan Bizans’ın düşüşünden (1453) sonra Ortodoks âleminin merkezi ve kalbi olduğu iddiasındaki Rusya karşısında (Moskova = Üçüncü Roma) bir karşı kutup olarak yer almaktaydı. Başlangıçta reform hareketi burada da etkisini göstermişti. Ancak karşı reform, kazanılan bu başarıları süratle yok etti. Neticede Polonya tekrar bir Katolik kalesi haline geldi. Polonya’nın XIV. yüzyılda Macaristan ile aynı şahsın hükümdarlığı altındaki birliği, ortak kralları olan Macar Kralı I. Ludwig’in (Louis) ölümüyle dağılmıştı (1382). Polonya’nın Litvanya ile giriştiği yeni birleşme (1386) sonucunda meydana gelen Jagiellon hânedanı çöküşüne kadar (1572) Polonya’ya altın devrini yaşattı. Bu birleşme ile Baltık’tan Karadeniz’e kadar uzanan, Alman ve Rus âleminin arasında, dolayısıyla Doğu ve Batı kiliselerinin buluşma ve çatışma noktalarında bir “tampon” durumunda bulunan Lehistan XVIII. yüzyıl sonuna kadar bu mevkiini korumaya çalıştı. Ancak iç karışıklıklar parçalanmasında ve Avrupa’nın coğrafî haritasından tamamen silinmesinde (1795), en az çevresinde oluşan büyük devletler kadar (Rusya-Avusturya-Prusya) kötü bir rol oynadı.

Mezhep mücadeleleri ve bunu bahane eden devletlerin hâkimiyet kurma politikaları, Otuzyıl savaşları (1618-1648) ve ardından Kuzey Savaşı (1654-1661, 1667) Avrupa’yı bir kan ve yıkım alanı haline getirdi. Otuzyıl savaşlarının önce bir din çatışması halinde başlayan mücadeleleri kısa zamanda Avrupa’nın Katolik ve Protestan devletleri arasında cereyan eden büyük bir savaşa dönüştü. İmparatoru, kral ve prensleri dahil sayıları 300’ü bulan hükümdarlarıyla Alman âlemi, Fransa, İsveç, Danimarka, Polonya kralları, bu uzun ve kanlı mücadelede çok defa değişen taraflar halinde yer aldılar. Mücadele 1630’dan sonra İsveç Kralı II. Gustaf Adolf’un, 1635’te müttefik olarak Fransa’nın da katılmasıyla tam bir Avrupa savaşı halini aldı. Paralı ordu organizatörlerinin temini, savaş masraflarının savaşılan yerlerden karşı lanması ve askerlere işgal edilen bölgelerde yağma yapma izni verilmesi gibi uygulamalarla sürdürülen bu dehşetli savaş geniş bir tahribata, halkın açıkça katledilip soyulmasına yol açtı. Savaş alanı olan Almanya’da nüfus azaldı, şehirler yıkıldı ve yakıldı, bazı bölgeler % 70’lere varacak kadar nüfus telefatına uğradı, genel nüfus ise 15’ten 10 milyona düştü.

Avrupa’yı kasıp kavuran bu korkunç savaşlar Münster’de Fransa, Osnabrück’te İsveç ile yapılan barış antlaşmalarıyla sona erdi (Westfalya Barışı, 1648). Burada 1555 Augsburg Din Barışı, Calvinistler’i de içine alacak bir şekilde yeniden tasdik edildi. Savaşın ağır tahribatına uğramış Alman imparatorluk camiası çözülmeye, Habsburglar (Avusturya) bu camiadan ilk defa uzaklaşmaya başladılar. Avrupa’da bir Habsburg üstünlüğü tehlikesi uzaklaştırıldıysa da Fransa, İsveç ve Hollanda gibi devletler Avrupa’nın yeni büyük güçleri olarak yükseldiler. Barışla beraber bütün Avrupa’yı giderek daha fazla laik temellere oturtacak olan, dinî bir hoşgörü (tolerans) telakkisinin hâkim olacağı akıl ve Aydınlanma çağı denilen yeni bir devir başladı.

Westfalya Barışı, Alman İmparatorluğu ile Fransa ve İsveç arasında bir barış devri açmış olmakla beraber Almanya dışında taraflar bir müddet daha savaşlara devam ettiler. Fransa ile İspanya arasında 1652’den beri bir savaş sürmekteydi. Otuzyıl savaşlarını hezimetle kapatan Almanya’dan artık herhangi bir yardım ummayan İspanya, aynı zamanda kıta dışında kendi sömürge imparatorluğunu da Hollanda ve İngiltere’ye karşı korumak zorunda kalıyordu. İspanya’nın bu durumu sömürgecilik tarihinde yeni bir çağın başlamak üzere olduğunun işaretiydi. Artık dünyanın papaların aracılığıyla İspanya ve Portekiz arasında bölüşüldüğü devirler geçmiş ve yapılan anlaşmalar geçerliliklerini kaybetmişlerdi. Böylece dünyanın yeniden paylaşılması söz konusu olmaktaydı. Nitekim birçok eski İspanyol ve Portekiz sömürgesi Hollanda ve İngiltere’nin eline geçmeye başladı. Fransa’da IV. Henry (1589-1610) ve Kardinal Richelieu zamanından beri sömürge politikasına hız verildi ve bu yolda büyük başarılar kaydedildi. Karayip denizi ve adaları, o zamanlar sömürge politikası takip eden bütün Avrupa devletlerinin ele geçirmek istedikleri yerlerdendi. Bu adalar hem İspanyol - Orta Amerikası’na bir giriş kapısı durumundaydılar, hem de zengin şeker kamışı ürünü ile dikkatleri çekmekteydiler. Bu bölgeye yönelik mücadelelerde Cromwell devri İngiltere’si başarılı oldu. İngiltere 1654’te Fransa’nın yanında İspanya’ya karşı savaşa katıldı ve bu sayede 1655’te Jamaika’yı ele geçirdi. İspanya ile Fransa arasında Pirene Antlaşması (17 Kasım 1659) yapıldığında 100 yıldan beri geçerli olan İspanya dünya hâkimiyeti sona ermişti. Bu barışla İngiltere ve Fransa sömürge dünyasının en büyük isimleri haline geldiler. Fransa ayrıca Avrupa’nın en güçlü devleti olarak yükseldi ve Avrupa’da bir Fransız devri başladı.

Avrupa’daki Fransız üstünlüğü kuzeyde İsveç ile rakipleri arasında yapılan barış antlaşmalarında da kendisini gösterdi. 1655’te başlayan I. Kuzey Savaşı 1660’ta sona erdiğinde İsveç Fransa’nın nüfuzu sayesinde Polonya, Danimarka, Hollanda, Rusya, Brandenburg (Prusya) ve Kaiser’in elinden kurtulabilmiş ve uygun şartlarla bir barış yapma imkânı bulmuştu (Oliva Barışı, 3 Mayıs 1660). İsveç ile Rusya arasındaki savaş da yapılan Kardis Barışı (21 Haziran 1661) ile sona erdirilmiş ve Rusya’nın Estonya ve Litvanya’da ele geçirdiği yerler geriye alınarak Baltık’a çıkmasına engel olunmuştu. Buna rağmen Rusya Polonya’dan elde ettiği büyük toprak parçaları ile (233.000 km²) büyümesini sürdürdü (Andrussuwo Antlaşması, 30 Ocak 1667). Kuzey savaşları Polonya için tam bir felâket oldu, geniş topraklar ve milyonlarca nüfus kaybı yanında (1648’de 8,8 milyon nüfusu 1668’de 4,8 milyona düşmüştü) önemli kültür merkezleri yıkıldı ve özellikle başta yahudiler olmak üzere halkı kitle halinde Ruslar tarafından katledildi.

Aydınlanma Çağı. Avrupa’da XVII. yüzyılın sonlarına doğru daha da belirgin bir hale gelen ve bütün XVIII. yüzyıl boyunca süren bir fikir hareketi yer yer XIX. yüzyılda da devam etmiş, tesirleri günümüze kadar gelen bir dizi yeni değerlerin oluşmasını sağlamıştır. İnsan ve cemiyet hayatında, müsbet ilimlerde, felsefe ve dünya görüşünde, hukuk ve iktisatta yeni telakkileri ortaya çıkaran ve zamanla bütün dünyada geçerlilik kazanacak olan bu harekete “Aydınlanma” denilmiştir. Rönesans gibi Katolik-hıristiyan damgalı olmayan ve laik karakterinden ötürü “mânevî - felsefî” Avrupa’nın sınırlarını aşarak her din ve mezhep dünyasına girebilen Aydınlanma hareketi, bu temel özelliği ile Rönesans’tan ayrı bir yere sahiptir.


Aydınlanma felsefesi aklı (ratio) esas alıyordu. Aklın, tenkit cesaretinin, vicdan hürriyetinin, dinî müsamahanın gelenek, geçmişe bağlılık, bâtıl inanç, din ve devlet otoritesi ve cemiyet yargılarının yerine geçmesi başlıca hedefleri arasındaydı. Aydınlanma felsefesi “deist” karakterde olup daha çok burjuvazi tarafından yürütülerek temsil edilmiş ve özellikle mason localarınca yayılmıştı. Büyük Friedrich (1740-1786) ve II. Joseph (1765-1780-1790) gibi bazı hükümdarlar tarafından da benimsenmiş ve Hollanda, İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya gibi pek çok ülkede uygulanmıştı. Bu felsefe özellikle devlet ve hukuk sahasında etkili olmuş, her şeyden önce insan hayatının hukuk ve devlet otoritesi karşısında tabii ve mantıkî bir şekil almasına çalışmıştı. Devleti insan yaratılışının tabii kanunlarına göre yeniden tanzim etmek ve kurmak istemesi, bu felsefenin başlıca amaçlarından birini teşkil ediyordu. Bu yeni hukuk prensipleri gerek Amerika İstiklâl Savaşı’nda gerekse Fransız İhtilâli’nde büyük bir sebep olarak kendini belli etti. Her insanın doğuştan hür olduğu (Rousseau, Pufendorf), devletin “içtimaî mukavele” ile kurulduğu ve herkesin yaşama hakkının kutsallığı, hürriyet, mülkiyet ve fertlerin saadeti ve devletin bu konulardaki sorumluluğu, 1776 Amerika ve 1789 Fransız anayasa hareketlerinde belli başlı prensipler olarak benimsendi. Anayasa hukukunda “kuvvetlerin ayrılığı” prensibi geliştirildi. Devletin dinî yönden hoşgörü sahibi olması gerektiği, bu felsefenin ana çizgilerinden biri olarak belirlendi. Cadı muhakemeleri -Avrupa’da o dönemde “cadı” töhmetiyle yakılan kadınların sayısı 1 milyonu aşar- ve işkence yasaklandı. Ceza usullerinde değişiklikler yapılarak suç ve ceza arasında bir denge ve ölçü kuruldu. Cezaların infaz şartları insanî bir mahiyet aldı. Ölüm cezasının verilip verilemeyeceği uzun uzun tartışıldı ve verilemeyeceği savunuldu. Özellikle bir cezanın verilebilmesi için o cezayı tayin eden kanunun çıkmış ve yürürlüğe konulmuş olması gerektiği, kanunda yer almayan cezaların ise verilemeyeceği savunuldu (Beccaria).

Dinî konularda Aydınlanma felsefesi, Hıristiyanlık âleminde tesirlerini günümüze kadar getirmiş bir değişikliğin oluşmasında başlıca rolü oynadı. Bu değişme süreci içinde ilâhiyat, kilise ve dindarlık mefhumu eski pederşahî mutaassıp bağlarından kopmaya başladı. Bunun yerine insan aklına, ilmî bilgilere dayalı sonuçlar yol gösterici ölçüler olarak kabul edildi. İlâhiyat (teoloji) için Aydınlanma, vahiy ve emirlerin ilmen açıklanması ve yeniden tefsir edilme zorunda bırakılması demekti. Böylece dinî kitaplar, özellikle İncil ve Tevrat yeniden tenkidî bir araştırmaya tâbi tutuldu. Hıristiyanlığın efsanevî hikâyelerinin doğruluğuna karşı duyulan şüphe, mezhepler arasındaki ayrılığın akıl dışı yargılara dayanmış olduğu, devrin yeni ilim dallarından olan mukayeseli din bilimi ile Hıristiyanlığın diğer dinlerle karşılaştırılması, yeni bir din kritiği ve dolayısıyla dinde tolerans akımının gelişmesine yol açtı. Kiliselerde halk dilinde âyin yapılması, Latince âyinler ve duaların millî dillere aktarılması aklın bir emri olarak yaygınlık buldu. Böylece açılan kritik çağı sonucu 1773’te Cizvit tarikatları bütün Avrupa’da kapatıldı, yalnızca Rusya ve Prusya’da yaşamalarına izin verildi. Yer yer kiliselerin geniş emlâklerine ve mal varlığına el konuldu ve manastırların sayıları azaltıldı. Cadı muhakemeleri görülmez oldu (en son Berlin 1728, Kempfen 1775). Kilise hiyerarşisi ve piskoposların kayıtsız şartsız Roma’ya bağlı olmaları tenkit edildi. Kısacası laik karakterinden ötürü Aydınlanma her eğilimdeki geniş halk kitleleri arasında yayılma şansına sahip oldu. Bu özelliğinden ötürü Rönesans’ın aksine Doğu kilisesine, Ortodoks - Bizans kültür sahalarına da girme imkânını buldu ve hatta yahudiler üzerinde de etkili oldu. Bu şekilde Avrupa’nın bu bölgelerinde de Batılılaşma temayüllerinin doğmasına yol açtı. Öğretim ve ibadetin millî dillerde yapılması, özellikle Doğu ve Güneydoğu Avrupa (Balkanlar) halklarına millî duyguların aşılanması yönünden çok etkili oldu. Böylece bu bölgelerdeki, bünyesinde çok çeşitli milletler barındıran imparatorlukları (Avusturya, Osmanlı Devleti) tehdit eden yeni bir çağ başlamaktaydı.

Aydınlanma, Avrupa’da toplum ve sanat hayatında da yeni değer yargılarının yerleşmeye başladığı bir devir oldu. Tıp ilminin modernleşmeye başlaması ve yeni tedavi usullerinin bulunup uygulanması, vücut temizliğine dikkat edilmesi, sosyal yardımlaşma mefhumundaki değişmeler dışında iktisadî hayatta da yeni usul ve tarzlar tatbik edildi.

Aydınlanma devri Avrupa’sının ekonomik sistemi, ticareti ön planda tutan “merkantilizm” idi. Merkantil ekonominin memlekette nüfus artışını teşvik ve temin etmek (populationizm), kıymetli madenlerin yurt dışına çıkmasına aktif bir dış ticaret bilançosuyla engel olmak (boillionizm), yerli sanayii yüksek gümrük duvarlarıyla korumak (protektionizm) gibi bütün tedbirleri devletin gücünü arttırmaya yönelikti.

Merkantilizm Avrupa’da aynı zamanda mutlak (absolut) hükümdarların ekonomik politikası idi. Özellikle Fransa’da mutlak krallık XIII. Louis zamanında (1610-1643) kuvvetlenmeye, mutlakiyet fikri sistemleşmeye, yeni bir anlayışa kavuşmaya başlamıştı. Avrupa’da başlayan Yeniçağ’ların hâkimiyet anlayışı menşeini hükümdarlarda değil devlet gücünde bulmaktaydı. Böylece Yeniçağ’ların hâkimiyet anlayışı, dolayısıyla politik düşüncesi, Ortaçağ’larda olduğu gibi Hıristiyanlık felsefesine dayanan anlayışından ayrılmıştı. Bütün hıristiyanları kucaklayan bir “kutsal imparatorluk” (sacrum imperium) fikri, artık yerini millîleşme yolunda yeni bir siyasî telakki ile oluşan devlet ve milletleşmelere bıraktı. Bu şekilde bir devletin bütün tebaası, o devleti temsil eden hükümdarın mutlak hâkimiyetine girmekteydi (absolute monarchie). Bu yeni anlayış en tipik örneğini Fransa’da verdi. Kral, Allah’ın inayetiyle tahta geçer ve onun yeryüzündeki temsilcisidir. Kendisi ne kilise ne de halk karşısında hesap vermek zorundadır. Tek kralın, tek dinin ve tek kanunun hâkim olduğu hâkimiyet prensibinde devlet mefhumunun ön plana çıkması, millî hislerin doğmasında ve berraklaşmasında etkili oldu. Bir bütün teşkil eden Hıristiyanlık camiası, yerini millî olma yolundaki birçok devlete terkediyordu. Avrupa’da artık bir millete mensup olma, hıristiyan camiasına nisbet edilmekten çok daha değerliydi.

Mutlakiyet Avrupa’da en geniş anlamıyla gelişme ve uygulanabilme imkânını Fransa’da buldu. Devleti kendi şahsıyla özdeşleştiren XIV. Louis (1661-1715) bunun en parlak temsilcisidir. Daha önce 1598 Nantes fermanı ile Hugenotlar’a tanınan vicdan hürriyetinin ilga edilerek (17 Ekim 1685) tamamen Katolik bir Fransa’nın teşekkülüne çalışılması bu politikanın bir nişanesi oldu. Fransa’daki yarım milyon Hugenot, başta Prusya, Hollanda ve İngiltere olmak üzere Avrupa’nın diğer ülkelerine göçmek zorunda kaldı. XIV. Louis’in idareyi eline aldığı 1661 yılında 19 milyonluk nüfusuyla Avrupa’nın en kalabalık ve güçlü ülkesi olan Fransa’nın üstünlük iddiası Avrupa’yı


tekrar savaş alanı haline dönüştürdü. Fransa’nın yayılmacı politikası, başta İngiltere olmak üzere Hollanda, İsveç, İspanya ve Kaiser’in karşı tedbirlerle ve aralarında oluşturdukları ittifaklarla önlenmeye çalışılıyordu. Fransa ise bu ittifakları Brandenburg (Prusya), kral seçiminde yardımcı olduğu Lehistan Kralı Jean Sobieski ve Macaristan’da Avusturya’ya karşı Imre Tököly’i destekleyerek dengelemek ve özellikle Osmanlılar’ı Avusturya’ya karşı savaşa teşvik etmekle karşılamak istiyordu. Nitekim Fransa’nın kışkırtmalarıyla Macaristan olaylarını bahane ederek Avusturya ile savaşa girişen Osmanlı Devleti, bu yönde Fransa için bulunmaz bir müttefik vazifesini gördü. Türkler’in Viyana bozgunu, bunu takip eden ve Avrupa’da Büyük Türk savaşları olarak bilinen felâket seneleri, Macaristan ve Erdel’in kaybı, Avusturya’nın Avrupa’da birinci sınıf bir devlet haline gelmesine yol açtı (Karlofça Barışı, 1699). Türk tehlikesini bir kâbus olmaktan çıkartan Habsburglar, bütün güçlerini Fransa’ya yönelterek bu iki cepheli savaştan başarı ile çıktılar (Rijswijk Barışı, 1697).

Fransa, yayılma emellerine ve Habsburglar’la giriştiği mücadeleye, 1700’de İspanya’da Habsburg hânedanının son mensubu Kral II. Karl’ın yerine Bourbon hânedanından bir aday getirmek üzere girişilen İspanya Veraset Savaşı ile devam etti. Tarafların sömürgelerinde de sürdürülen ve Yeniçağ’ların bir dünya savaşı sayılan bu savaşlardan da Fransa başarı ile çıkamadı. 1713’te yapılan Utrecht Barışı ile Avrupa’daki üstünlüğüne ağır bir darbe vuruldu. Bununla beraber İspanya tahtına bir Fransız prensi olan Anjou hânedanından V. Philipp geçirildiyse de Fransa, Avrupa dışındaki sömürgelerinin pek çoğunu kendisinin Avrupa’daki üstünlük iddialarının tabii rakibi ve takipçisi olan, Avrupa kıtasında tek hâkim bir gücün sivrilmesini kendisi için tehlikeli sayan ve buna da fırsat vermeyen İngiltere’ye terketti. Ayrıca Avrupa’da da İspanya mirasından ayrılan bazı yerleri bıraktı. Avusturya İspanya Niederland’ını, Savoyen Sicilya’yı, İngiltere Cebelitârık (Sebte), Minorka adası, Neufundland, Neuschottland, Hudson körfezi ve İspanya Amerikası’na zenci köle sevki ticaretinin tekelini ele geçirdi (Assiento Antlaşması). Sonuç olarak Avrupa’daki savaşları kendi sömürge imparatorluğunu genişletmek için fırsat olarak gören İngiltere kıta Avrupa’sında takip ettiği denge politikasında başarılı oldu ve bundan sonra Avrupa’nın hakemi durumuna yükseldi, Avrupa devletlerinin malî yönden finans kaynağı olma durumuna geldi. Artık İngiltere için Avrupa’da sürdürülen her savaş bir kazanç kapısı olmaya başladı.

Westfalya Barışı’ndan sonra Avrupa ağır ağır kendini toplamaya ve uzun savaşların maddî (genel tahribat, nüfus telefatı) ve mânevî (uyuşturucu ve içki mübtelâlığı, genel ahlâkî çöküş, cadı muhakemeleri, salgın hastalıklar, genel kabalık ve yabanileşme) yaralarını sarmaya başladı. İmparatorluk içinde sayıları 300’ü geçen hükümran üniteler (territorial maechte) arasındaki büyük devletler, Bavyera, Saksonya, Hannover, Württemberg, Brandenburg - Prusya ve tacın sahibi Avusturya idi. Alman âlemi içinde Avusturya’ya rakip olarak yükselecek olan küçük Brandenburg-Prusya, Hohenzollern hânedanı idaresi altında bir protestan güç olarak kısa zamanda kuvvetlenmiş ve genişlemişti. Avrupa’da ilk genel askerlik uygulamasını ihdas eden ve sürekli ordusuyla Prusya militarizminin temellerini atan bu devlet, Alman âlemindeki önderlik mücadelesine, 1740’ta Avusturya’ya ait zengin Silezya topraklarını ele geçirmek suretiyle başladı.

I. Leopold zamanından beri (1658-1705) hızlı bir gelişme içine giren Avusturya, mevkii itibariyle özellikle Türkler’e karşı devamlı bir mücadele vermek zorunda kalmıştı. Orta Avrupa’da 1663’ten 1699’a kadar sürecek olan yeni bir Türk ileri harekâtının, yeni bir Türk tehlikesinin tekrar gündeme gelmesi, “Uzun Türk Savaşları”nı (1594-1606) sona erdiren Zitvatorok Antlaşması’ndan beri süre gelen genel barış halinin 1663’te Erdel’deki olaylar yüzünden tekrar silâhlı bir mücadeleye dönüşmesi ile ortaya çıktı. Avusturya kuvvetleri St. Gotthard’da (Raab) Osmanlı ordusuna ciddi bir darbe vurmuş olmakla beraber arka cephedeki Fransa tehdidini zamanında karşılamak isteyen Kaiser, Osmanlı Devleti ile “mağlûbane” bir antlaşma (utanç barışı) yapmaya razı olmuştu (Vasvar-Eisenburg Antlaşması, 1664). Macar beylerinin ağır dinî baskılar karşısında Imre Tököly idaresinde Avusturya’ya karşı ayaklanmaları ve Osmanlı Devleti’nin de desteğini sağlamaları, Avrupa’da “Büyük Türk Savaşları” olarak bilinen uzun mücadeleleri başlattı (1683-1699). 1672’de Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın Lehistan seferiyle ele geçirdiği Ukrayna ve Podolya toprak ları ve bu devletin vergi vermeye mecbur tutulması (Bucaş Barışı, 18 Eylül 1672), Lehistan’da Osmanlı aleyhtarı genel bir tepkinin oluşmasına yol açtı. II. Viyana Muhasarası’nda Osmanlı ordusuna ilk büyük darbeyi vuracak olan Kral Johann Sobieski, bu millî heyecanın ünlü bir önderi olarak Lehistan tacını elde etti (21 Mayıs 1674) ve Türkler’e karşı mücadelesini sürdürdü. Alman ve Rus dünyaları arasında uzanan Lehistan’ın Osmanlı Devleti için de hayatî olan konumuna böylece ağır bir darbe vuran ve Avrupa’nın bu yöresindeki dengeleri tamamen bozacak olan fetihler, II. Viyana Muhasarası ile başlayan uzun savaşlarda Lehistan’ın Avusturya ve Rusya’nın ortak harekâtına iştirak etmesine ve bu yörede Osmanlı aleyhtarı yekpâre bir cephenin oluşmasına sebep oldu. Venedik ve papalığın da katıldığı bu kutsal ittifak, Osmanlı Devleti’nin ağır bir mağlûbiyete uğramasına ve Macaristan’ın boşaltılmasına yol açtı. Lehistan ise kısa bir zaman önce kaybettiği yerlere tekrar kavuştu. Ancak Osmanlı gücünün ve varlığının bu yörelerden geriye atılması (Karlofça Antlaşması, 1699), böyle bir gelişmeye kendi eliyle yardımcı olan Lehistan’ın da kötü âkıbetinin başlangıcı oldu. Osmanlı gücünün boşluğunu dolduran ve bölgedeki kuvvet dengelerini değiştiren Avusturya ve Rusya Lehistan’ın tabii mirasçıları haline geldiler.

XVIII. Yüzyılda Avrupa. Karlofça, Avusturya’nın Avrupa’nın yeni büyük gücü olarak yükselmesini belgeledi. 1716-1718 savaşları (Osmanlı-Avusturya / Venedik savaşları), Petervaradin ve Tımışvar’da Prens Eugen von Savoyen gibi büyük bir kumandanın üstün askerî başarıları bu durumu pekiştirdi. Avusturya Belgrad’ı eline geçirmiş olarak bu istikametteki en geniş sınırlarına ulaştı (Pasarofça Antlaşması, 1718).

Avusturya ve Prusya arasında 1740’ta başlayan mücadele XVIII. yüzyıl Avrupa’sında genel savaşları tekrar başlattı. VI. Karl’ın ölümünden evvel tek vârisi olan kızı Maria Theresia için tahtı garantiye alma çabaları hiçbir işe yaramadı. Avusturya Veraset savaşları (1740-1748), Prusya Kralı II. Friedrich’in Silezya’ya saldırmasıyla başladı ve 1740-1742, 1744-1745 yıllarında da devam etti. Nihayet “Yediyıl Savaşları” (1756-1763) Rusya, Fransa ve İngiltere’nin de katılmalarıyla tam bir Avrupa genel savaşı haline dönüştü. Bu savaşlarda Avrupa tarihinde ilk defa olarak iki ezelî rakip hânedan,


Habsburglar ve Bourbonlar aynı ittifakın üyesi oldular (Versailles Antlaşması, 1 Mayıs 1756). İngiltere de Prusya’yı malî yönden destekleyerek savaşı kontrol altında tutmaya çalıştı (Westminster Antlaşması, 1 Ocak 1756). Avrupa’daki savaşlardan sömürgelerini genişletmek için istifade etmekte olan İngiltere savaş sonunda Fransa Kanadası ile İspanyol Floridası’nı ele geçirmiş, Kuzey Amerika ve Hindistan’da tam bir kontrol ve üstünlük kurmuştu. Böylece İngiltere gerçek anlamda bir dünya devleti haline geliyordu (Paris Antlaşması, 10 Şubat 1763). Hubertusburg Barışı (15 Kasım 1763) ile Avusturya ve Prusya arasındaki savaş sona erdiğinde ise küçük Prusya da artık Avusturya - Fransa - İngiltere ve Rusya yanında beşinci büyük Avrupa gücü olarak yükselmekteydi. Bu iki devlet arasındaki liderlik rekabeti ise 1866’daki son hesaplaşmaya kadar devam etti.

XVIII. yüzyıl Avrupa’ya yeni bir büyük devlet daha kazandırdı. Yüzyılın başından beri bu yolda büyük mücadele veren Rusya nihayet kendisini Avrupa’ya kabul ettirebilme yoluna girdi. Bununla beraber Rusya’nın Avrupa’nın kuzeyinde, Asya’nın Türk ülkelerinde uçsuz bucaksız Sibirya’da yayılma ve buralardaki kuvvet boşluğunu doldurma yolunda giriştiği mücadeleler çok önceden başlamış bulunuyordu. Yeniçağ’lara kadar Rusya pek çok devletçiklere (knezlik) bölünmüş bir haldeydi. Ancak “Bütün Rus Topraklarının Birleştirilmesi” politikasını ısrarla takip eden Moskova büyük knezleri, bu yönde önemli başarılar elde ettiler. Tver, Rjazan (1485), Büyük Novgorod (1478), Pskov (1510), sonra Kazan (1552), Astrahan (1556) ve Sibirya’nın fethi için atılan ilk adımlar (1587), Moskova büyük knezlerinin zaferi oldu. “Moskova Üçüncü Roma” iddiası, Ruslar’ın tarihî emellerinin işareti sayıldı. “Mânevîfelsefî” Avrupa’nın dışında “coğrafî” Avrupa’nın eteklerinde keşfedilmeyi bekleyen Rusya’nın böyle bir Avrupa’ya girişi, ancak onun değerlerine, kültür ve medeniyetinin üstünlüğüne, kılık kıyafetten kafa yapısına kadar maddî ve mânevî dünyasına teslim olmakla başladı. Rusya’yı bu başlangıca dramatik bir tarzda zorlayan Büyük Petro (1689-1725) oldu. II. Kuzey savaşları (1700-1721), kuzeyin büyük gücü olan İsveç’in zayıflaması ve yerini Rusya’ya terketmesiyle sonuçlandı. Büyük Türk savaşları sırasında Azak Kalesi’ni ele geçirmeyi başaran ve sıcak denizlere giden yolları zor layan Petro Rusyası, İsveç Kralı XII. Şarl ile giriştiği uzun ve zorlu mücadelesi sonunda Osmanlı orduları karşısında ağır bir mağlûbiyete uğramasına ve Karadeniz’den uzaklaşmaya mahkûm olmasına rağmen (Prut Antlaşması, 21 Temmuz 1711), Baltık denizine açılmayı başardı (Nyştad Antlaşması, 30 Ağustos 1721). Lehistan’ın mukadderatını belirleyici bir güç olarak, Osmanlı’nın zayıflamasından oluşan boşluğu doldurmaya başladı (Edirne Antlaşması, 1713). Rusya genişlemesini İsveç, Lehistan ve Osmanlı Devleti aleyhine olmak üzere devam ettirdi. Bir başka İsveç - Rus savaşı ile Finlandiya topraklarını kazandı ve İsveç üzerindeki nüfuzunu arttırdı (Abo Antlaşması, 1743). İsveç ve Lehistan’da kendi adaylarını taht ve taç sahibi yapacak kadar üstünlük kurdu. Prut sonrası iade etmek zorunda kaldığı Azak Kalesi ve çevre topraklarından Osmanlı nüfuzunu da uzaklaştıracak ara formüllerle (arâzî-i hâliyye) ağırlığını hissettirdi (Belgrad Antlaşması, 1739). Özellikle II. Katharina devrinde (1762-1796) Rusya Avrupa’nın her tarafında nüfuz ve kudretini duyurdu. Osmanlı Devleti’ne indirdiği ağır darbeler (Küçük Kaynarca Antlaşması, 21 Temmuz 1774; Kırım’ın ilhakı, 9 Ocak 1784 “Sened”; Yaş Antlaşması, 4 Ağustos 1792) ile “Üçüncü Roma” iddiasına ve “Grek projesi” ile Bizans hayallerine geçerlilik kazandırdı. Alman dünyasından evlenmeler yoluyla Büyük Petro devrinden beri peyda edilen akrabalığın sağladığı nüfuzun yanında bu dünyanın siyasî hayatına da hakem rolü üstlenecek kadar girdi (Teschen Antlaşması, 1779). Lehistan’ı parçalayarak Avrupa haritasından tamamen sildi (1772, 1793, 1795). 1789 Fransız İhtilâli’ne ve onun fikirlerine karşı şiddetle cephe aldı ve Avrupa’nın “Fransız hastalığı” karşısında başlıca müdafaacısı kesildi.

1688’de Hollanda’dan III. Wilhelm’in tahta davet edilmesi ve böylece Katolik bir hânedanın oluşması tehlikesinin önlenmesiyle (Glorious Revolution) İngiltere temel haklar ve parlamenter demokrasi yönünde önemli yollar katetti (Declaration of Rights, 1689). Avrupa için bu gelişmenin mânası, Mutlakiyet karşısında anayasalı monarşik idarenin ortaya çıkması oldu. 1707’de İskoçya ile birleşen İngiltere Büyük Britanya adını aldı ve Hannover hânedanı krallarının (I. Georg 1714-1727; II. Georg 1727-1760; III. Georg 1760-1820) sembolik hâkimiyeti altında, iki partili, parlamento çoğunluğuna da yanan bir başvekil idaresindeki siyasî sistemi kök saldı ve Avrupa’ya örnek oldu. Böylece kıta Avrupa’sında ve dünya sömürgelerinde Fransa ile arasındaki mevcut siyasî üstünlük rekabeti, aynı zamanda bir sistem çatışması vasfına bürünerek daha da şiddetlendi. 1776’da Kuzey Amerika’da İngiliz sömürgeciliğine karşı başlatılan ayaklanmaya, Fransa ve İspanya’nın fiilen savaşa katılmalarıyla (1778-1783) destek vermesi İngiltere’yi zor durumda bırakacak bir fırsat sağladı. Tarafların büyük bir şiddetle sürdürdükleri bu savaşın Rusya’yı herkesin saflarına çekmek istediği bir güç yapmış olması, Avrupa tarihi açısından olduğu kadar coğrafî Avrupa’nın bir parçası olan Osmanlı Devleti için de hayatî neticeler verdi. İngiltere Fransa karşıtı politikası yüzünden 1770 Akdeniz seferinde Rusya’ya yapmış olduğu yardımların karşılığını bekledi, hatta Rusya’ya kendisine yardım etmesi halinde Akdeniz’de üs olabilecek bir adanın (Mayorka adası) bırakılmasını dahi teklif etti. İngiltere ve Fransa gibi iki büyük devletin Amerika savaşı ile meşgul olmalarını kendi Şark politikası için bulunmaz bir fırsat sayan Rusya ise bu savaşa müdahale ile taraflardan birinin galibiyetine ve savaşın kısa sürede sonuçlandırılmasına değil, aksine uzayıp giden bu mücadeleden tarihî hedeflerinin gerçekleşmesi doğrultusunda en iyi şekilde istifade edebilmeyi düşünüyordu. Mart 1780’de “Denizlerde Silâhlı Tarafsızlık” ilkesini ilân ederek tarafsız ülkelerin savaşan tarafların müdahale ve engellemelerine mâruz kalmadan ticarî faaliyetlerini sürdürmeleri gerektiğini ortaya atan Katharina, böylece Avrupa deniz savaş hukukunda önemli bir prensibin sahibi oluyordu. Sürüp giden Amerika Savaşı sayesinde Şark’ta istediği gibi hareket edip, nihayet Kırım’ı resmen ilhak ettiğini duyurdu (1783). Kırım krizi ise, Rusya’nın Avrupa’daki dengeleri hiçe sayarak ve başı boş bir şekilde Şark meselesini kendi arzusu doğrultusunda tek başına halletmek istemesine artık daha fazla seyirci kalmak istemeyen, Amerika Savaşı’na bir son vermek üzere uzun zamandır Paris’te neticesiz toplantılar yapmakta olan tarafların bir an önce anlaşıp, Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığının resmen tanınmasında acele davranmalarının en önemli sebeplerinden birini teşkil etti (Versailles Antlaşması, 3 Eylül 1783).

Sanayi İnkılâbı. XVIII. yüzyılın sonuna doğru Aydınlanma felsefesinden ve Fransa’daki


mutlakiyetten etkilenen burjuva aydınlarının eski rejimi tenkitleri ve geliştirdikleri siyasî düşünceler zinciri, bütün Avrupa’da orta zamanlardan beri geçerli olan ve toplumsal tabakalaşmaya (état) dayanan cemiyet yapısını temellerinden sarstı ve yıktı. XVIII. yüzyılın sonu, Avrupa’da yalnızca büyük toplumsal ve siyasî değişmelere yol açan Fransız İhtilâli ile değil, aynı zamanda sebep olduğu büyük gelişmelerden ötürü daha sonraları aynı şekilde “ihtilâl” tabiri ile tanımlanmaya hak kazanacak bir başka büyük olaya, sanayi inkılâbına da şahit oldu. Yeni makinelerin yardımıyla imalât, eski klasik üretim usulünde o zamana kadar bilinmeyen ve ihtilâl yaratan yenilikler getirdi. Üretim şekillerindeki yeni uygulamalar cemiyet hayatında da değişiklikler yaptı, toplumun geleneksel yapısı tahrip olurken işveren - müteşebbis - kapital sahibi patron ve işçi - proletarya farklılıkları derinleşti. Büyük imalât yerleri olan fabrikaların meydana çıkması, eski üretim şekliyle beraber eski hayat tarzı standartlarının da ortadan kalkmasına yol açtı. Sanayiden önce, özellikle ziraatta büyük bir gelişmenin yaşandığı bu devir teknik alanda da önemli buluşları beraberinde getirdi. Mekanik dokuma tezgâhları, buharla çalışan pompaların madencilikte kullanımı, derin galeriler, yüksek fırınların ıslahı gerçekleştirildi. Sanayi inkılâbı 1775’ten sonra önce İngiltere’de başladı, ardından kıta Avrupa’sına intikal etti (Belçika - Almanya - Fransa). Fabrikaların çoğalması Avrupa’da geniş bir işçi kesiminin oluşmasını sağladı. Tarım alanından yeni sanayi kesimine kayan tabakalar birçok yeni sosyal problemlerin de doğmasına sebep oldu. Yetişkin erkeklere göre daha düşük ücret ödenen kadın ve çocukların çalıştırılması yaygınlaştı. Çalışma saatleri genel olarak uzun (14 - 16 saat), çalışma şartları çok ağırdı. Çalışanlara verilen ücret bütün aile fertlerinin çalışmalarını gerektirecek kadar azdı. Fabrika çevreleri, hayat şartları iyi olmayan yeni işçi yerleşim bölgeleri haline geldi. Hafta tatili, iş güvenliği, sağlık, iş kazaları, ihtiyarlık - emeklilik sigortaları henüz mevcut değildi. Bütün bu olumsuz şartlar çalışan kesimde genel bir hoşnutsuzluğa yol açtı. İşçiler ağırlaşan hayat şartlarının, içine düştükleri çaresizliğin sebepleri olarak yeni makineleri gördüler. Böylece gerek İngiltere’de gerekse daha sonra kıta Avrupa’sında görülen makineleri kırma ve tahrip etme eğilimleri bu tip hoşnutsuz luğun tezahürleri oldu. Ayağındaki tahta ayakkabı yani “sabot” ile makinelerin tahribi “sabotaj” (sabotage) kelimesini ortaya çıkardı. 1779’dan itibaren ilk defa İngiltere’de görülen “makine kırıcılar”a ölüm cezaları öngören yasalar konuldu (1812). Sanayi inkılâbı, siyasî yöndeki yeni akımlar yanında (hürriyetçilik, milliyetçilik) bütün XIX. yüzyıl boyunca Avrupa’yı giderek daha kuvvetli bir şekilde sarsacak olan yeni bir akımın da (sosyalizm) doğmasında başlıca sebep oldu. Böylece “état”ları yıkan Avrupa, kendisini gittikçe güçlenecek ve teşkilâtlanacak yeni bir sınıf (class) mücadelesinin ideolojik çalkantıları içinde buldu.

Fransız İhtilâli. Fransız İhtilâli Avrupa’nın siyasî yapısında çığır açıcı değişiklikler yaptı ve yeni bir devir başlattı. Aydınlanma felsefesine uygun olarak hâkimiyetin ilâhî menşeini reddederek bunun kaynağının millet olduğunu ileri sürdü. Asilzade ve ruhbanın eski düzendeki üstün ve imtiyazlı durumuna son verdi. Devletin yönetimini ihtilâlin gerçek temsilcisi olan burjuvaziye teslim etti (burjuva ihtilâli). Feodalizmi ilga ile köylüleri mevcut statülerinden kurtardı. “Etat”lara dayalı Ortaçağ’lardan kalma cemiyet düzenine son verdi. İnsanın tabii kanunlara bağımlılığını, hür ve birbirleriyle eşitliğini ilân etti (İnsan Hakları Beyannâmesi, 26 Ağustos 1789). Avrupa’nın, Rousseau (halkın hâkimiyeti), Montesquieu (kuvvetlerin ayrılığı) ve dolayısıyla Aydınlanma felsefesi prensiplerine dayanan, ilk modern, sistemli ve yazılı anayasası olan 3 Mayıs 1791 tarihli Polonya anayasasından (1924 Türk anayasasına da örnek teşkil etmiştir) bir müddet sonra diğer pek çok Avrupa ülkelerinin de örnek olarak alacakları yeni bir anayasa ilân edildi (3 Eylül 1791). Böylece Avrupa’da anayasaya dayalı (meşrutî) monarşiler devri başladı. İhtilâlin radikal icraatı, Fransa’da Hıristiyanlığın kaldırılmasına (Mayıs 1794), milâdî takvimin yerini ihtilâl takvimine bırakmasına ve kiliselerin kapatılıp kutsal eşyalarının imhasına kadar vardı. Kralın ve kraliçenin idamıyla (21 Ocak 1793) ihtilâl bütün Avrupa hükümdarlarını ve düzenini tehdit eder bir hale geldi ve nihayet eski ve yeni düzen çatışması haline dönüşmüş olarak bütün Avrupa’da savaşların yeniden patlamasına yol açtı.

XIX. Yüzyılda Avrupa. İhtilâl Fransa’sı ile Avrupa arasındaki savaşlar (Fransa karşısında oluşan yedi koalisyondan ötürü “Koalisyon Savaşları”) 1815’e kadar devam etti. Bu süre içinde Avrupa Fransız ihtilâl fikirleri ve ordularının işgaline uğradı. İngiliz karşıtı Fransız siyasetinin askerî harekâtı Mısır’a kadar genişledi (1789). Çok eski Venedik Cumhuriyeti sona erdi (Campoformia Antlaşması, 17 Ekim 1797). Böylece Osmanlı Devleti ihtilâl Fransa’sı ile doğrudan doğruya komşu oldu. İhtilâlin kanlı macerasının Napolyon’un imparatorluğuna dönüştüğü yıllarda bütün İtalya, İspanya, Hollanda, Alman dünyası, Prusya, Avusturya, Napolyon’un bir ara “Varşova Büyük Dukalığı” adıyla tekrar dirilttiği ve Rusya’ya karşı kullandığı Polonya Fransa’nın işgaline uğradı ve kontrolüne girdi. 1804’te kendisini Fransızlar’ın imparatoru ilân eden Napolyon Rhein Konfederasyonu’nu kurarak tarihî “Kutsal Roma Germen İmparatorluğu”nun resmen çözülüp dağılmasına zemin hazırladı (1806). Nihayet Rus çarını da uzlaşmaya zorlayan Napolyon (Tilsit 1807; Erfurt 1808), Avrupa’daki üstünlüğünü İngiltere hariç her tarafa kabul ettirdi.

İngiltere’yi ise kendi ekonomisi ve fazla üretimi içinde boğmayı amaçlayan Napolyon, İngiltere ile Avrupa arasındaki her türlü ticarî faaliyeti yasakladı (kıta ablukası, 1806). Çarın Fransa ittifakından özellikle İngiltere ile ticarî yasaklamaların getirdiği sıkıntılar yüzünden ayrılması üzerine Büyük Rus Seferi’ne çıkan Napolyon’un (1812) Moskova’ya girmesine rağmen ağır bir hezimete uğraması, hem imparatorluğun hem de Avrupa’daki Fransız hegemonyasının sonu oldu. Napolyon’un seri yenilgilere uğraması üzerine müttefikler Paris’e girdiler (31 Mart 1814). Fransa’da XVIII. Louis tahta çıktı (1814 - 1824). Elbe adasında sürgün hayatı yaşayan Napolyon’un “100 günlük dönüşü”, Waterloo (Haziran 1815) yenilgisiyle kesin olarak hezimetle sonuçlandı. Napolyon Fransası’nın altüst ettiği Avrupa, 1814 - 1815 Viyana Kongresi ile yeniden eski düzenine sokulmak istendi. Avusturya Başvekili Prens Metternich devrin en önemli fikrî mimarı, Fransa’ya karşı verilen mücadelede, orduları ilk ve son defa Alpler’e kadar gelen muzaffer Rus Çarı I. Alexander ise Avrupa’nın kurtarıcısı oldu. Böylece Avrupa’da 1815’ten Kırım Savaşı’na kadar (1853 - 1856) devam edecek olan bir Rus hegemonyası devri başladı.

Viyana Sistemi ve İhtilâller. Viyana Kongresi’nin ortaya çıkardığı Avrupa’da, Aydınlanma ve Frasız İhtilâli ile oluşan pek çok büyük gelişmenin sanki hiç olmamış


gibi telakki edilmek istenmesi huzur getirmedi. Milliyetçilik ve hürriyetçilik -özellikle Almanya ve İtalya’da- akımlarını önleyebilmek için bütün hükümdarların bu gibi akımlar karşısında dayanışma ve fiilî yardımlaşmalarını öngören sert tedbirler ihdas edildi (müdahaleler sistemi / Metternich sistemi). Mistik ve romantik bir ruh dünyasına sahip olan I. Alexander’ın önderliğinde Hıristiyanlığın üç büyük mezhebini temsilen (Protestan Prusya, Katolik Avusturya, Ortodoks Rusya) üç hükümdarın bir araya geldiği bir “Kutsal İttifak” (Eylül 1815) kuruldu ve bu hükümdarlar, Hıristiyanlığın kutsal kitaplarında belirtildiği gibi, “çoban” (râî) sıfatıyla “sürüleri”ni (reâyâ) “ihtilâl kurdu”na kaptırmadan idareye karar verdiler. Avrupa’daki bu muhafazakâr zihniyete liberalizmin kalesi haline gelen İngiltere karşı çıktı. Ortaçağ’lardan kalma dinî telakkiler değil daha gerçekçi politika taraftarı olan İngiltere’nin az sonra Fransa’nın da katılması üzerine dörtlü, dolayısıyla beşli bir ittifak meydana getirmesiyle, Avrupa’da İngiltere ve Fransa’nın temsil ettiği “Liberal Batı Cephesi” ile Rusya, Prusya ve Avusturya’nın temsil ettiği “Muhafazakâr Doğu Cephesi” birbirinin karşısında yer almaya başladı. Kutsal İttifak’ın ihtilâlci hareketlere karşı dayanışma içinde olma prensibi, Avrupa’da bir süre bu anlamdaki ayaklanmaların bastırılmasına vesile oldu. Ancak Kutsal İttifak mensuplarının da yer aldığı Navarin Baskını (20 Ekim 1827) bu ittifak sisteminin dağılmasına yol açtı.

Eski Helen dünyasının coğrafyasını paylaşmanın eski Helenler’in torunları ve eski Grek medeniyetinin mirasçısı sayılmasına yol açtığı Yunanistan Rumları’na karşı Avrupa’da genel bir sevgi duygusu uyanmıştı (Philhelenizm). Gerek bu sevgi gerekse yeni çar I. Nikola’nın Edirne’ye kadar inecek başarılı askerî harekâtı (1828 - 1829 Osmanlı - Rus Savaşı ve Edirne Antlaşması), Osmanlı idaresinden ayrılan küçük bir Yunanistan’ın oluşmasına ve Avrupa siyasî sahnesindeki yerini almasına yol açtı (1830). Yunan ayaklanması bu anlamda, yakın zamanlarda Avrupa’da Türkler’e karşı çok geniş ve tesirli bir aleyhtar propaganda faaliyetinin ortaya çıkmasına ve sürdürülmesine sebep oldu. Aynı zamanda bu şekildeki bir Avrupa müdahalesi ile kurulan Yunanistan, Balkanlar’da Osmanlı idaresinde yaşayan diğer milletler için de bir örnek teşkil etti. Böylece “müslüman ve barbar Türkler’in zulmünden kurtulma” feryadı ile ayaklanmalara teşebbüs etmek ve Avrupa’daki hıristiyan hâmilerden, kamuoyunu etkileyecek mihrakları da harekete geçirerek yardım ve müdahale sağlamak, Osmanlı idaresinden kurtulup bağımsız bir devlet olmanın en kestirme yolu haline geldi. Balkanlar’daki milliyetçilik ve hürriyetçilik akımları giderek şiddetlendi ve özellikle Rusya’nın Balkanlar’a yönelik plan ve Slavist politikaları Avusturya’yı endişeye düşürdü. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki mirası bu iki devlet arasındaki düşmanlığın kaynağını teşkil etmeye başladı.

Alınan bütün tedbirlere rağmen Viyana sistemine karşı Avrupa’daki direnişlerin 1830 ve 1848 yıllarındaki büyük ve genel Avrupa ihtilâllerine yol açması önlenemedi. 1830 ayaklanmalarıyla Belçika Avusturya idaresinden kurtuldu ve Avrupa’da yeni ve bağımsız bir devlet olarak yerini aldı. Almanya’da kurulmasına başlanan Gümrük Birliği’nin (1834) giderek siyasî bütünleşmeye dönüşebileceği ümidi milliyetçileri heyecanlandırmaktaydı. Birleşmiş bir Almanya emeli geniş kitleleri her iki ayaklanmada da peşinden sürükledi. Gençlik ve gizli cemiyetlerin faal roller üstlendikleri İtalya ve Almanya’daki ayaklanmalar hükümdarların tahtlarını sarstı, Prusya ve Avusturya’nın Alman dünyasındaki üstünlüklerine yer yer son verdi. 1848’de bizzat sistemin kalbinde, Viyana’da ve Berlin’de ayaklanmaların çıkması, dönemin sona ermekte olduğunun bir işareti sayıldı. Metternich Londra’ya kaçtı, Avusturya’da I. Franz Joseph (1848 - 1916) tahta çıktı. Fransa’da X. Charles’ın (1824 - 1830) ve “Burjuva Kralı” Louis Philipp’in (1830 - 1848) tahtları devrildi, yine Fransa’da cumhuriyet ilân edildi (1848 - 1852). 1830 ve 1848 ihtilâllerinde Polonya ve Macar milliyetçilerinin ayaklanmaları liberal Avrupa’da geniş yankılar buldu. Avusturya’nın tamamen âciz kaldığı Macaristan’daki ayaklanmalar Rusya’nın üstün ve kaba gücü ile bastırılabildi. Polonya ve Macaristan Rus ordularınca ezildi ve milliyetçileri Osmanlı Devleti’ne sığınmak zorunda bırakıldı. Osmanlı Devleti’nin, Avusturya ve Rusya’nın savaş tehditlerine kadar ulaşan ısrarlarına rağmen mültecileri iade etmeye yanaşmaması, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa’nın liberal çevrelerinde geniş bir lehte propagandanın oluşmasına yol açtı. Bu da birkaç yıl sonra çıkacak olan Kırım Savaşı’nda (1853 - 1856), liberal Avrupa kamuoyunun Osmanlı Devleti’nin desteklenmesi yönünde kazanılmış olmasında önemli bir rol oynadı.

1848 ihtilâl yılı, hürriyetçi ve milliyetçi akımlar yanında, o yıl ilân edilen komünist manifestosunda ifadesini bulduğu gibi, yeni ve farklı bir akımın da bütün ağırlığıyla siyasî çalkantılar içinde yerini aldığı bir yıl olarak Avrupa siyasî hayatında yeni ufuklar açtı ve “Avrupa’da hayalet gibi dolaşmaya” başladı. Hiç şüphesiz bu, artık gelişme temposunu kıta Avrupa’sında hızla arttıran sanayileşmenin beraberinde getirdiği sosyal problemlerin de had safhaya varmakta olduğunun bir işaretiydi.

1848 ihtilâlinde cumhuriyet idaresine kavuşan Fransa, cumhurbaşkanı seçilen Louis Napolyon’un ilk fırsatta kendisini halk oylamasıyla Fransa imparatoru ilân etmesiyle (1852) tekrar monarşik bir idareye döndü. Sömürge politikasına, özellikle anavatana yakın yerlere de göz koyarak (1830 Cezayir, 1881 Tunus) devam eden Fransa, ağır sanayi ve büyüyen ticaret hacmiyle sermaye ihraç eden zengin bir finans merkezi haline gelmeye başladı. Süveyş Kanalı’nın açılmasını destekleyen (1859 - 1869) ve aktif bir dış politika güden Fransa, Kırım Savaşı’na katılmanın yanı sıra İtalya’nın birliğini kurmasında ve Avusturya’nın İtalya’dan kovulmasında yardımcı oldu (1859). Taht ve tacını büyük ölçüde Katolik kilisesinin desteğiyle kazanan III. Napolyon, Şark’taki


Katolikler ve Rusya’nın gündeme getirdiği “Mukaddes Yerler Meselesi”nde kesin bir tavır aldı.

Edirne Antlaşması’ndan (1829) sonra Osmanlı Devleti üzerindeki etkisini, özellikle Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın devlete isyanı sebebiyle oluşan şartlardan faydalanarak daha da arttırma imkânı ve fırsatını bulan Rusya, Mısır kuvvetlerini İstanbul yakınlarında durdurmak üzere müdahale etti (Kütahya Uzlaşması, Mayıs 1833). Ancak Osmanlı Devleti ile Boğazlar’ı tek taraflı ve kendi kontrolünde bırakacak bir ittifak antlaşması yapması (Hünkâr İskelesi Antlaşması, 8 Temmuz 1833), Avrupa dengelerinin sarsılmasına, İngiltere ve Fransa’nın savaş tehdidine yol açtı. Mısır ilerlemesi, Osmanlı hânedanının yerine Mehmed Ali Paşa hânedanının geçirilmesi tehlikesini de beraberinde getirmişti. Nitekim Rusya’nın tek başına hareket etmesini kısıtlamak isteyen Avusturya’nın araya girmesiyle yapılan yeni bir antlaşma (Münchengraetz Antlaşması, 18 Eylül 1833), bu hususu aydınlatacak maddeleri ihtiva ediyordu. Buna göre taraflar Mısır ve Osmanlılar arasında tekrar başlayacak bir çatışmada Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı tahtına oturmasını, yeni Mısır hâkimiyetinin Osmanlılar’ın Balkan topraklarına teşmil edilmemesi şartıyla tanıyacaklar ve Osmanlı Avrupası’nda mevcut milletlerin kendi küçük devletlerini kurmalarına imkân vereceklerdi.

Mısır meselesinin ve gündeme getirdiği Boğazlar meselesinin Avrupa dengesini bozmayacak bir şekilde Boğazlar’ı devletler arası bir statüye sokmuş olarak halledilmesi (1840 - 1841), Rusya’nın Hünkâr İskelesi Antlaşması ile elde ettiği üstün duruma da son verdi. Ancak mukaddes yerler ve Ortodokslar’ın haklarını koruma bahaneleriyle başlayan, Hünkâr İskelesi ile kazanılan nüfuzu tekrar tesis etmeyi ve “Şark Meselesi”ni tek taraflı ve kendi isteğiyle çözmeyi amaçlayan Rus müdahalesi umulmadık bir tırmanış göstererek 1853’te büyük bir savaşın patlamasıyla sonuçlandı. Savaş, Osmanlı Devleti’nin müttefikleri olan İngiltere ve Fransa’nın Rusya’yı yalnızca Kırım’da değil Baltık ve Pasifik kıyılarında da vurmaları, Sardunya’nın (Piemonte) müttefikler safında savaşa katılması, Avusturya’nın Rusya’ya karşı düşmanca tavır alıp Eflak ve Boğdan’ı işgali ile tam bir Avrupa savaşı halini aldı.

Kırım Savaşı Sonrası Avrupa. Kırım Savaşı Paris Antlaşması (30 Mart 1856) ile sona erdiğinde sadece Osmanlı Devleti üzerindeki Rus nüfuzuna ağır bir darbe vurulmuş olmadı, aynı zamanda Avrupa’da Viyana Kongresi’nden beri devam eden Rus üstünlük iddiasına da son verildi. Karadeniz’in tarafsızlaştırılarak Rusya’nın askerî gücünden arındırılması, tarihî Rus politikasına geçici bir süre dahi olsa sekte vurdu. Osmanlı Devleti’nin Avrupa hukukuna ve Avrupa devletler camiasına dahil ve hatta toprak bütünlüğünün garanti edilmesinin kâğıt üzerinde kalacak bir vaad olduğu da bir süre sonra anlaşıldı. Müttefiklerinin ısrarlarıyla 1856 Islahat Fermanı’nı ilân etmiş olarak klasik yapısını tamamen çözmüş olan Osmanlı Devleti, Paris Antlaşması’nın garantilerine rağmen hukukunu ve toprak bütünlüğünü Avrupa’ya karşı korumak zorunda olduğunu acı bir şekilde öğrendi.

Kırım Savaşı’nın ağır mağlûbiyeti, Çar II. Alexander (1855 - 1881) idaresini Rusya’da geniş reformlar yapmaya sevketti. Avrupa’da örneği kalmamış kötü bir uygulama olan toprağa bağlı kölelik müessesesi kaldırıldı (1861). Rus Amerikası (Alaska) Birleşik Devletler’e, hatta isteksiz Amerikan ileri gelenlerine rüşvetler de verilerek satıldı (1867). Toprağa bağlı köleliğin ortadan kaldırılması, uygulamadaki başarısızlıklardan ötürü istenilen sonucu vermedi ve kitlelerin (40 milyondan fazla) eski düzene karşı hukuken olmasa bile ekonomik bağımlılıkları karakter değiştirmiş olarak devam etti. Sosyalist - anarşist - nihilist faaliyetler en sonunda, “kurtarıcı çar”ın bir suikasta kurban gitmesiyle (1881) had safhaya vardı.

Kırım Savaşı’ndan sonra Avrupa’da millî birliklerini kurma yolundaki uzun mücadelelerini başarı ile bitirmeye muvaffak olan İtalya ve Almanya iki yeni devlet halinde ortaya çıktı ve mevcut siyasî dengelerde büyük değişiklikler meydana geldi.

İtalyan ve Alman Birliklerinin Teşekkülü. İtalya’nın en kuvvetli devleti olan Sardunya (Piemonte) Krallığı’nın Başvekil Cavour’un usta politikası sonucu Kırım Savaşı’na katılması (Ocak 1855), savaş sonrası İtalya birliğini gündeme getirdi. İtalya’nın birleşmesinde engelleyici roller oynayan içteki Parma, Toskana, Modena, Papalık ve Bourbon hânedanı idaresi altındaki Sicilyateyn gibi monarşiler İtalyan milliyetçilerinin faaliyetleriyle (Giuseppe Garibaldi, ö. 1882) tasfiye edildi ve önce III. Napolyon Fransası, daha sonra da Prusya ile yapılan bir ittifak sayesinde Avusturya yenilgiye uğratılarak İtalya topraklarını tahliyeye zorlandı. Venedik toprakları anavatana kavuştu (1859 Zürih ve 1866 Viyana antlaşmaları). Sardunya Kralı II. Victor Emanuel İtalya kralı ilân edildi (Mart 1861).

Avusturya’ya karşı Alman camiasında önderlik mücadelesini sürdüren Prusya, I. Wilhelm zamanında (1861 - 1888), özellikle genel askerlik mecburiyetinin başarılı uygulamalarıyla kuvvet kazanan askerî gücü ve Başvekil Otto von Bismarck’ın üstün idaresi altında (1862 - 1898) Alman birliğini gerçekleştirdi. Önce Almanlar’la meskûn olan Schleswig ve Holstein toprakları Avusturya’nın muvafakatı ile Danimarka’nın elinden alındı (1864). Daha sonra İtalya ile ittifaka girilerek Avusturya ile savaşıldı ve bu devletin Alman -dolayısıyla İtalyan- dünyasında söz sahibi olmasına son verildi (1866 Prag -dolayısıyla Viyana- Antlaşması). Nihayet Alman birliğine giden yoldaki en büyük engel olan Fransa ile hesaplaşılarak (1870 - 1871) Alman birliği kuruldu. Prusya Kralı I. Wilhelm Versailles’da Alman imparatoru ilân edildi (18 Ocak 1871). Alman İmparatorluğu’nun (II. Reich) doğuşu Avrupa’daki dengeleri yıktı. Başta III. Napolyon olmak üzere bu savaşta ağır ve haysiyet kırıcı bir hezimete uğrayan Fransa’da, Avrupa tarihini yakın zamanlara kadar etkileyecek olan koyu bir Alman düşmanlığı ve rekabeti başladı. Savaşı Prusya’yı destekleyerek seyreden Rusya böylece beklediği ana kavuşmuş oldu ve bozulan Avrupa dengesinden faydalanarak 1856 Paris Antlaşması’nın Karadeniz’in tarafsızlığına dair hükümlerine daha fazla riayet etmeyeceğini ilgili taraflara bildirdi (1870). Prusya karşısında ağır bir yenilgiye uğramış olan Avusturya ise Alman âleminden uzaklaşarak siyasî bünyesindeki en önemli unsur olan


Macarlar’la bir uzlaşmaya gitmek zorunda kaldı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adı ile çifte monarşili yeni bir devlet ve sistem kurdu (1867-1918). İtalya Fransa’nın yenilgisi üzerine papalık topraklarını işgal ederek (Eylül 1870) papaya yalnızca Vatikan’ı bıraktı ve Roma İtalya Krallığı’nın başşehri oldu (1871).

Avrupa’da bozulan dengeler Osmanlı Devleti’nin de akibetini etkileyecek değişikliklere yol açtı. Balkanlar ve Rumeli’deki Osmanlı topraklarında gelişen milliyetçilik akımları Rusya’nın panislavist propagandalarıyla teşvik edildi ve her türlü yardımlarıyla daha da kuvvetlenerek ayaklanmalara, bunun ardından da büyük bir Osmanlı - Rus savaşına sebep oldu (1877 - 1878). Savaş, İstanbul önlerine kadar gelen galip Rus ordularının dikte ettirdiği bir barış ile (Ayastefanos Antlaşması, 3 Mart 1878) Avrupa topraklarındaki Osmanlı hâkimiyetine son verdi. Fakat bu antlaşma ile Rusya, Şark Meselesi’nin ancak Avrupa’nın ortak menfaat dengelerine uygun olarak çözülebileceği prensibini tekrar ihlâl ettiğinden, özellikle Avusturya ve İngiltere’nin tepki ve yeni bir Rus savaşını göze alan tehditleri ile karşı karşıya kaldı. Mesele Berlin’de Bismarck’ın başkanlığında toplanan yeni bir kongrede tekrar ele alınarak Avrupa’daki Osmanlı toprakları Avrupa’nın genel dengelerine uygun bir şekilde yeniden parçalandı (Berlin Kongresi, 20 Haziran - 20 Temmuz 1878). Romanya, Sırbistan, Karadağ ve kâğıt üzerinde hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı görünen Bulgaristan Avrupa’nın yeni bağımsız devletleri oldular. Tarafların uzlaşma sağlayıp paylaşamadıkları problemlerle dolu toprak kesimleri ise (Makedonya, Yenipazar sancağı) Osmanlı Devleti’ne iade edildi. Böylece büyük bir siyasî kriz içine düşmüş olan Osmanlı Devleti’nin bu durumundan faydalanan Avusturya-Macaristan, Bosna ve Hersek’i işgal ederek idaresini eline alırken (1878), İngiltere Kıbrıs’a (1878) ve Mısır’a (1882), Fransa ise Tunus’a (1881) el koydu.

Berlin Antlaşması, vaktiyle birliğini kurarken yardımcı olduğu Almanya’dan beklediği desteği görmediğine inanan Rusya’nın Almanya ile olan dostluğuna gölge düşürdü. Avusturya ile Rusya arasında Balkanlar’daki nüfuz mücadelesi ise giderek daha da tırmanan bir rekabet haline geldi. Bu gelişmeler Almanya ve Avusturya’yı birbirlerine yakınlaştırdığından iki devlet Fransa ve Rusya’ya yönelik ittifaklar içinde güvenliklerini sağlamaya çalıştılar (İkili İttifak, 1879). Bismarck bir taraftan Fransa’yı “revanche” politikasından ve intikam savaşına teşebbüsten uzak tutmak için sömürge politikasına teşvik ederken diğer taraftan da Rusya’yı kendi tarafına çekmeye çalıştı. 1872’de yapılmış olan Avusturya-Almanya ve Rusya arasındaki “Üç İmparator İttihadı” 1881’de yenilendi. 1882’de Almanya, Avusturya ve İtalya arasında “Üçlü İttifak” kuruldu. Bu ittifaka 1883’te Romanya da katıldı. Almanya ve Rusya arasında imzalanan Garanti Antlaşması (1887) ile Fransa’nın tecrit edilme siyaseti başarı ile sürdürüldü. Rusya’nın Boğazlar üzerindeki niyetlerinin destekleneceği ise bu anlaşmanın ek protokollerinde yer aldı. Yeni kurulan imparatorluğun güvenliği ve Avrupa barışının sağlanması için bir ittifaklar zinciri oluşturan Bismarck, 1890’da yeni ve genç imparator II. Wilhelm’in (1888-1918) takip etmek istediği dünyaya açık yeni politikalarına ters düşmesi sebebiyle görevden ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Yeni Alman politikası, 1890’da vadesi biten Garanti Antlaşması’nı uzatmamakla Rusya’nın Fransa’ya yaklaşmasının yollarını açtı. Böylece 1894’te Fransa ile Rusya arasında ikili bir antlaşma oluştu. 1898’de başlayan yeni bir donanma inşaatı, İngiltere ile Almanya arasındaki, Almanya’nın dünya pazarlarında önemli yerler ele geçirmesi ve pek çok sektörde o zamana kadar hâkim olan İngiliz mallarıyla boy ölçüşmesi ve onları geride bırakmaya başlamasıyla oluşan ticarî rekabeti askerî yönden de körükledi. Almanya’nın takip etmeye başladığı sömürge politikası ve İngiliz sömürgeciliğine zorluklar çıkartması (Güney Afrika 1896, Doğu Asya’da Tsingtao), Bağdat demiryolu projesine sahip çıkması (1899, Berlin-Bağdat), Afrika’daki Fransız yayılmacılığı yüzünden çıkan Fasoda krizi (1898) İngiltere’yi harekete geçirdi. Böylece tecrit siyaseti sona erdi. Değişen İngiliz politikası, Almanya’ya karşı oluşacak cephenin mihrakı oldu. 1902’de Japonya ile ittifak yapan İngiltere, Japonya’yı Rusya’ya karşı giriştiği büyük savaşta destekledi (1904-1905). Japonya karşısında ağır bir yenilgiye uğrayarak prestij kaybeden ve iç bünyesindeki sosyal zaafı bir seri ihtilâller ve ayaklanmalarla yeniden ortaya çıkan Rusya, İran-Afganistan ve Tibet’in nüfuz bölgelerine ayrılmasına rıza gösterdi. Dolayısıyla Hindistan’ın “hatt-ı müdâfaası”ndan uzak durarak İngiltere ile aralarındaki sürtüşmelere son vermek mecburiyetinde kaldı ve bu devletle uzlaşıp (1907) tekrar Balkan politikasına döndü. Fas ve Mısır konularındaki anlaşmazlıkların giderilmesi ise Fransa ile İngiltere arasındaki uzlaşmayı sağladı (1904, entente cordiale). Böylece dünya bölüşümünde birbirleriyle zıtlaşan bu üç büyük devlet, kendilerine tehlikeli bir rakip ve büyük bir Avrupa gücü olarak yükselen Almanya karşısında ortak bir cephe oluşturmanın ön şartlarını hazırlamış oluyorlardı.

Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan Çekilmesi. Gittikçe daha büyük bir zaaf içine düşmekte olan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklar üzerinde oluşan millî devletlerin (Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunanistan) Balkanlar’daki son Osmanlı topraklarını da (Trakya-Makedonya-Arnavutluk) paylaşabilmek için giriştikleri mücadelede büyük devletlerin de dolaylı (Avusturya - Macaristan, İtalya, Rusya) ve dolaysız (İngiltere, Fransa, Almanya) olarak taraf olması, XX. yüzyıl başlarında Avrupa barışını ciddi bir şekilde tehdit etmeye başladı. 1908 sonbaharında Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti ile olan hukukî bağını koparması, Girit’in Yunanistan’a katıldığının ilânı, Bosna - Hersek’in, idaresini zaten üstlenmiş bulunan Avusturya - Macaristan tarafından ilhakı (Ekim 1908) Balkanlar’ı biraz daha karıştırdı. Özellikle Avusturya - Macaristan’ın Bosna - Hersek’i ilhak etmesi Sırbistan’ın büyüme rüyalarına son verdiğinden bu iki devlet arasındaki düşmanlık had safhaya vardı. Rusya’nın Boğazlar istikametindeki baskısı İngiliz engeline takılırken İtalya, Avusturya - Macaristan’ın Balkanlar’da daha fazla kuvvetlenmesini ve genişlemesini hoş karşılamamaktaydı. Almanya ise “Şark’a doğru giden yolda” (Drang nach Osten politikası) kendisinin giderek daha fazla Avusturya - Macaristan’ın arkasında yer almak zorunda olduğunu görüyordu. Hassas dengelere dayanan bu karışık durum, İtalya’nın Kuzey Afrika’daki son Osmanlı topraklarına saldırmasıyla yeni bir gelişme kaydetti (1911). İtalya karşısındaki Osmanlı yenilgisi (Lozan / Uşi Barışı, 15 Ekim 1912), Avrupa büyük devletlerinin mağlûbiyet halinde bile savaştan evvelki durumda hiçbir değişiklik yapılmayacağına dair verdikleri garantiden de cesaret alan küçük Balkan devletlerine, savaş yorgunu Osmanlı Devleti’ne karşı hep birlikte saldırma fırsatını verdi (1912 - 1913 Balkan savaşları). Balkan savaşları, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki son topraklarının,


Rumeli’de ilk fethettiği yerlerin de elinden çıkmasıyla sona erdi (Londra Barış Antlaşması, Mayıs 1913). Osmanlı mirasının paylaşılma kavgasına başlayan eski müttefiklerin birbirleriyle savaşa girişmelerinin yarattığı tarihî an (II. Balkan Savaşı, Haziran 1913), hiç olmazsa Edirne’nin Bulgarlar’ın elinde kalmasını önledi. Avrupa’da Türk hâkimiyetinin sona ermesiyle Şark Meselesi’nin en önemli kısmı halledilmiş oldu ve Avrupa’daki İslâm hâkimiyeti yüzyıllar öncesi örneğinde olduğu gibi, yalnız İberik değil Balkan yarımadasında da aynı âkıbeti paylaştı ve “reconquista” burada da gerçekleşmiş oldu.

700 yıllık İslâm hâkimiyeti ve üstün medeniyeti, Hıristiyanlık gayretiyle İspanya’da yaşama imkânı bulamaz ve İslâm tarihini, kültürünü hatırlatacak en küçük izleri dahi yok edilircesine ortadan kaldırılırken, yaklaşık bir o kadar Balkanlar’da hüküm süren Osmanlılar’ın burayı ilk fethettikleri günlerdeki bütün aslî özellikleriyle korumuş, hatta geliştirmiş olarak terketmiş olması, birbirleriyle uzun mücadeleler veren karşı dinlerdeki iki dünyanın, her türlü “cihanşümul” ve “çağdaş değerler” muvacehesindeki mukayeselerinde önemli bir anlayış farkı olarak kalacak büyüklüktedir.

I. Dünya Savaşı. Balkan savaşları sonunda Arnavutluk Avrupa’da yeni bir devlet olarak ortaya çıktı (1913). Yunanistan ve Romanya toprak kazançlarıyla (Selânik - Dobruca) genişlerken Adriyatik denizine inmesi Avusturya - Macaristan tarafından engellenen Sırbistan, Makedonya’yı elinden kaçıran Bulgaristan derin bir infial içine düştüler. Balkanlar Avrupa’nın barut fıçısı olmaya devam etti. I. Dünya Savaşı kıvılcımı her ne kadar Balkanlar’dan çıkmış görünüyorsa da (Avusturya - Macaristan veliahtının Saraybosna’da Sırp milliyetperverlerince katli, 28 Haziran 1914) asıl sebepleri, Avrupa büyük devletlerinin dünyayı sömürgeleştirmelerinden gelen sürtüşmelerinin, dünya pazarları ve ticaretini ele geçirme mücadelelerinin, düşman gruplara ayrılmış ve ittifak zincirlerinin yekdiğerini garanti eden ve otomatik olarak savaşa sürükleyen sisteminde yatmaktaydı. Avrupa’daki denge ve dünyadaki güç politikası zıddıyeti (Almanya - İngiltere, Almanya - Fransa), silâhlanma yarışı ve savaş planları (Alman ve Fransız ordu mevcudunun arttırılışı, 1913; Alman Donanma Antlaşması, 1912; Fransa’ya karşı “Yıldırım Harbi”: Schliffen planı), Avrupa’nın yeni “hasta adam”ı Avusturya - Macaristan İmparatorluğu’ndaki millî kaynaşmalar, Balkan politikasına dönen Rusya’nın içte ihtilâl yerine dışta bir savaşı tercih eden sosyal kaynaşmalar içine düşmesi, nihayet bir savaşın kaçınılmaz olduğuna dair olan yaygın inanç, sonuçta bütün Avrupa’yı genel bir ateşin içine düşürdü (Temmuz - Ağustos 1914).

Osmanlı Devleti’nin Almanya safında savaşa katılmaya mecbur olması (Ekim-


Kasım 1914), savaş alanlarının sınırlarını daha da genişletti. İngiliz ve Fransız donanmalarının Boğazlar’ı yarma teşebbüsleri, büyük ve kanlı Çanakkale savaşları ile sonuçsuz kaldı (1915), müttefik yardımının ulaşmaması Rusya’yı zor durumda bıraktı, bütün cephelerdeki Osmanlı direnişi ise savaşın uzamasında en önemli sebep oldu. Çanakkale Zaferi, Bulgaristan’ın Almanya safında savaşa katılmasını ve böylece ittifak cephesinde kara irtibatının kurulmasını sağladı (14 Ekim 1915). Bütün gücü ile Rusya’ya dönmeden önce ilk hamlede Fransa’yı saf dışı bırakmayı zafer için ön şart olarak belirleyen Alman savaş planları, öngörüldüğü gibi uygulanamadığından, daha harbin ilk aylarında başarısızlığa uğradı (6-9 Eylül 1914, Marne savaşları). Batı cephesinde karşılıklı mevzileşmelerle ileri harekât durdu ve kesin zaferden ümit kesildi. Doğu cephesindeki askerî harekât, ihtilâl çalkantıları ile kaynayan Çarlık Rusyası’nın çökmesiyle sonuçlanacak şekle ulaştı. Nitekim Lenin Almanlar’ın yardımıyla Rusya’ya sokulmuştu (3 Nisan 1917). Denizlerde sürdürülen savaş ise Almanya’nın İngiliz deniz gücü ile baş edememesi yüzünden, sınırsız denizaltı saldırıları ile sivil ve ticarî gemilerini hedef almaya başladı (1915), bu ise Amerika Birleşik Devletleri’nin giderek daha açık bir şekilde Almanya’ya karşı bir tavır almasına yol açtı.

1917 yılı yalnız Avrupa için değil dünya tarihi açısından da önem taşıyan iki gelişmeye sahne oldu: Amerika Birleşik Devletleri’nin İngiltere ve Fransa yanında fiilen savaşa katılması (6 Nisan 1917) ve Rusya’da komünist ihtilâlin çıkması (Şubat ihtilâli, 23 Şubat 1917). Monroe doktrininden (2 Aralık 1823) beri kendisini Avrupa işlerinden uzak tutan ve Avrupa’yı da Amerika kıtası meselelerine karıştırmayan (Amerika Amerikalılar’ın, dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’nindir) Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa girmesi, dünya muvacehesinde Avrupa’nın artık ikinci plana itilmesiyle sonuçlanacak olan bir gelişmenin başlangıcı oldu ve müttefiklerin zaferini kesinleştirdi. Rus ihtilâli ise çarlık rejiminin çökmesine ve Rusya’nın müttefiklerinden ayrı olarak süratle bir barışa yanaşmasına yol açtı (Brest-Litowsk Barışı, 3 Mart 1918). Doğu cephesindeki bu başarı ittifak devletlerinin ümitsiz durumuna çare olamazdı. Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı Woodrow Wilson’un ilân ettiği on dört maddelik barış planı, müttefik saldırılarını durduramayan ve içte de zorluklar içinde kalan Almanya’yı bu prensipler içinde barışa yanaştırdı (mütareke, 11 Kasım 1918). Almanya’yı da saran ihtilâl dalgaları, Kayser II. Wilhelm ve veliahtın tahttan feragatları ve cumhuriyet ilânı ile devam ederken (9 Kasım 1918), aynı şekilde Avusturya - Macaristan da Wilson prensipleri doğrultusunda mütarekeye tâlip oldu (mütareke, 3 Kasım 1918) ve iç bünyesinin


bütün zaafları ile siyasî yapısını oluşturan milletlere ayrılarak çözüldü (21 Ekim 1918). Yeni Kayser (21 Kasım 1916’dan beri) Karl’ın tahttan feragat etmesi üzerine de (11 Kasım 1918) tamamen çöktü. Müttefik ileri taarruzuna dayanamayan Bulgaristan’ın (30 Eylül 1918) ve Osmanlı Devleti’nin de (30 Ekim 1918) mütareke yapmalarıyla savaş merkezî devletlerin kesin hezimetiyle sona ermiş oldu.

Cihan Harbi sonrası Avrupa’sına barış getirmesi beklenen konferans Paris’te yapıldı. Görüşmelere dayanak teşkil edeceği ilân edilen Wilson prensipleri, kısa bir zaman içinde, müttefiklerin savaş öncesi ve ortalarında yaptıkları gizli paylaşma plan ve antlaşmalarının kurbanı olmaya başladı. Almanya’dan intikam alınması ve ezilmesi (Versailles Antlaşması, 28 Haziran 1919, 440 madde), Fransa’nın önderliğinde yeni oluşan devletçiklerle sarılarak kontrol altında tutulmak istenmesi, “Galipsiz Barış” yapılmasını öngören Wilson prensiplerine ters uygulamalar, Avrupa’nın Metternich devri Viyana sistemi zihniyetiyle parçalanıp toprak kapsamları ve sınırları münakaşalı, nüfus yapıları problemli yeni devletçikler oluşturulması (Baltık’ta Litvanya, Letonya, Estonya ve Finlandiya), uzun ömürlü bir barış vaad etmeyen talihsiz gelişmeler oldu. Dağılan Tuna monarşisi topraklarından Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, dolayısıyla Polonya ve Sırp - Hırvat - Sloven Krallığı (Yugoslavya) oluştu (St. Germain-en-Laye Antlaşması, 10 Eylül 1919 ve Macaristan ile Trianon Antlaşması, 9 Haziran 1920). Bulgaristan, Ege denizine bakan Güney - Batı Trakya bölgesi Yunanistan’a verilip sadece Karadeniz çıkışı ile sınırlandırılarak cezalandırıldı (Neuilly Antlaşması, 27 Kasım 1919). Müttefiklerinin aksine düşmanlarının fiilî işgaline uğrayan ve savaş sırasında yapılan parçalanma planlarının (Sykes-Picot Antlaşması, 1916) uygulandığı Osmanlı Devleti ise İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan işgalleri ve Ermeni tecavüzleriyle tamamen yok edilmek istendi (Sevr Antlaşması, 10 Ağustos 1920).

II. Dünya Savaşı. Savaş sonrası Avrupa’sındaki temel problemlerin başında, yapılan barış antlaşmalarının tartışma konusu olmaları ve yeniden tâdil ve gözden geçirilmelerine dair isteklerin giderek artmasıyla Avrupa’da huzurun sağlanamaması gelmekteydi. Ortaya çıkan yeni küçük devletlerin millî hislerdeki aşırılıkları ve azınlık problemlerinin körüklenmesi komşu devletleri birbirleri ne düşürdü. Mağlûplara (özellikle Almanya) yüklenen çok ağır savaş tazminatı ve savaş borçları, çok yüksek oranlara tırmanan enflasyon (özellikle Almanya’da), ekonomik gelişmenin bir başka engeli oldu. Siyasî hayata yeni intikal eden kitlelerin politik tecrübelerden yoksun oluşları, siyasî rejimlerde istikrarsızlıklara ve totaliter eğilimlerin hemen her tarafta yaygınlaşıp kuvvet kazanmasına yol açtı. Faşizm (İtalya’da), nasyonal sosyalizm (Almanya’da) akımları gelişerek güçlendi. Rusya’da komünist idare kanlı bir şekilde eski yapıyı yok ederek yerleşmeye çalıştı ve Avrupa -ve dünya- genelinde diğer rejimleri karşısında buldu. Ancak Avrupa’da büyük devlet olarak İngiltere ve Fransa’nın savunuculuğundaki demokratik idare de diktatoryalar karşısında bocalamaya devam etti. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği savaş sonrası dünyasının iki büyük kutbu olarak yükselirken Avrupa parçalanmış, istikrar ve huzurdan yoksun, ekonomik krizlerle boğulacak bir hale düşmüş olarak ikinci plana itildi. Savaştan sonra kurulan Cem‘iyyet-i Akvâm, barışla tesis edilen yeni siyasî düzeni sürdürmekte âciz ve barışı korumada etkisiz kaldı. Bu şartlar içinde Avrupa, kısa zamanda kendisini yeni bir sosyal düzenleme arayışı içinde buldu ve yeni, daha kanlı geçecek olan genel bir savaşa doğru hızla yol almaya başladı.

Almanya’da nasyonal sosyalistlerin iktidarı ele geçirmeleri (1933) bu şartlar içinde gerçekleşti ve hedefleri olan Paris Barış Antlaşması’nın tâdili yönünde önemli adımların atılmasına yol açtı. Irkçılık ve yahudi düşmanlığı yeni rejimin başlıca özelliklerindendi ve insanlık tarihinin en kanlı sayfaları yazılmaya başlandı. Böylece Avrupa, barbarlık mefhumuna yeni ve uzun geçmişinde görülen pek çok örneği geride bırakacak bir ihtisas kattı.

Rhein bölgesinin silâhlandırılması (Mart 1936), Avusturya’nın ilhakı (Anschluss, 13 Mart 1938), Çekoslovakya’nın çökertilmesi, Almanlar’la meskûn Südet bölgesinin ilhakı (Münih Konferansı, 29 Eylül 1938), Çekoslovakya’dan artakalan yerlerin işgali ve bu devlete son verilmesi (15-16 Mart 1939), faşist İtalya’nın Habeşistan (1935) ve Arnavutluk’a saldırması (Nisan 1939), komünist Rusya’nın Baltık cumhuriyetlerini (Estonya, Letonya, Litvanya) ele geçirmesi ve Finlandiya’ya saldırması (1939) genel savaşa giden yolda en önemli duraklar oldu. Hitler Alman yası’nın Polonya’ya saldırısı (1 Eylül 1939) ise nihayet İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirdi ve II. Dünya Savaşı böylece başladı (3 Eylül 1939). Polonya’daki Alman ilerlemesi Rusya’yı da harekete geçirdiğinden (17 Eylül 1939) bu ülke iki devlet arasında bölüşüldü. Danimarka ve Norveç Almanlar’ca işgal edildi (1940). Rusya Finlandiya’yı kontrolüne aldı (1940) ve bu yöredeki savaşın ilk hamlesi Alman ve Rus çatışmasını beklemek üzere sona erdi. Batı cephesinde Alman kuvvetlerinin yıldırım harekâtı başarı ile sürdü, Hollanda ve Belçika işgal edildi (Mayıs - Haziran 1940). Fransa çökertildi ve Paris herhangi bir direnişle karşılaşılmadan teslim alındı (14 Haziran 1940). Fransa’nın büyük bir kısmı işgal edilerek Atlantik sahilleri Almanlar’ın eline geçti (19 Haziran 1940). Alman zaferleri İtalya’nın da savaşa katılmasına yol açtı (10 Haziran 1940). Compiegne Mütarekesi ile (22 Haziran 1940) Fransa, “işgal” ve “işgal dışı” (“Vichy” Fransa’sı) olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu gelişmeler karşısında İngiltere tutumu ve azmi ile Avrupa’nın ümidi haline geldi. Winston Churchill idaresinde kurulan (10 Haziran 1940) koalisyon hükümeti, Almanya’ya karşı olan mücadelenin merkezi oldu. İşgale uğrayan ülkelerin hükümetleri ve hükümdarları Londra’da üslenerek direnişi organize ettiler. Almanlar’ın İngiltere’yi istilâ planları Alman hava kuvvetlerinin başarısızlığı yüzünden uygulanamadı. Atlantik’te sürdürülen deniz savaşları da İngilizler karşısında istenilen başarıyı gösteremedi ve denizaltı saldırıları bu defa da Almanlar’ın en önemli kozu oldu.

Savaşın dönüm noktasını, yine Amerika Birleşik Devletleri’nin İngiltere’nin -dolayısıyla Rusya’nın- yanında Almanya’ya -dolayısıyla Japonya’ya- karşı savaşa girmesi teşkil etti (11 Aralık 1941). Bütün Balkanlar’ı da ele geçiren Alman ordularının, bu korkunç savaşta tarafsız kalmayı başaran ve harbin dolaylı felâketini yaşamayan Türkiye’nin sınırlarına kadar gelip Rusya üzerine yönelmeleri (22 Haziran 1941) savaşın akışını değiştirdi. Almanlar’ın Avrupa yahudilerini biyolojik imhası (5 milyon yahudinin yok edilişi), milyonlarca asker dışında sivil halk kesiminden de milyonlarca savunmasız insanın hayatlarını kaybetmesi, zoraki göçler, kitle halindeki sürgünler ve azınlıkların tasfiyesi ve imhası, büyük kültür ve yerleşim bölgelerinin tamamen tahrip edilmesi, Avrupa’ya tarihinin en kanlı ve yıkıntılı dönemini yaşattı.


Büyük müttefik çıkartmaları, özellikle İtalya (Sicilya, 10 Temmuz-17 Ağustos 1943) ve Kuzey Fransa (Normandiya, 6 Haziran 1944) üzerinden Almanya’ya yöneldi. Böylece öncelikle “mânevî - felsefî” Avrupa’yı ele geçirerek, Orta Avrupa ve Balkanlar’ın Kızıl Ordu eliyle kurtarılmaya terkedilmesi, 1000 yıl evvelki Avrupa telakkisinin hâlâ yaşamakta olduğunun bir delili olmaktaydı.

Savaş Sonrası Avrupa. Savaş sonrası Avrupa’sının kaderi Yalta’da Churchill, Roosevelt ve Stalin arasındaki konferansta tayin edildi (4-11 Şubat 1945) ve “Kurtarılmış Avrupa” hakkında kararlar alındı. Ancak Avrupa bu kurtuluşuyla, Orta Avrupa ve Balkanlar dışında işgal ettiği Alman toprakları ve Polonya ile nüfuz ve sistemini “mânevî - felsefî” Avrupa’nın içlerine kadar genişleten komünist Rusya’nın tehdidi ile karşı karşıya kaldı.

Rus işgal ve nüfuzu altında kalan Avrupa’da Komünist blok (Doğu bloku) ortaya çıkarken Batı Avrupa (Batı bloku) özellikle komünist tehlike karşısında oluşan, bilinçli ve planlı, temelde savaş sonrası demokratik ve hür dünyanın yeni lideri Amerika Birleşik Devletleri’nin yardımlarına dayanan (Marshall planı) ekonomik kalkınmasıyla savaşın yaralarını süratle sarmaya başladı. Doğu - Batı zıddıyeti, savaş sonrası Avrupa’sının -dolayısıyla dünyasının- başlıca konusunu ve hâkim karakterini teşkil etti. İşgal altında tutulan Almanya’nın bölünerek iki ayrı devlet halinde ortaya çıkması bu zıddıyetin bir sonucu oldu. Müttefik işgal bölgeleri Federal Almanya’yı, Rus işgalindeki bölge ise Demokratik Almanya’yı oluşturdu (Mayıs, Ekim 1949). Federal Almanya’nın savaş sonrası hızlı kalkınmasındaki müttefik katkısı ve desteği, iki blok tarafından bölünmüş bir şehir olarak kalan ve nihayet serbest bir şehir haline gelen eski başşehir Berlin’in statüsünün korunması ve bundan kaynaklanan krizlerde de kendisini gösterdi (Ruslar’ın Berlin ablukası, 1948-1949; Berlin Duvarı’nın inşası, 13 Ağustos 1961). Avrupa’da bloklar arası düşmanlık “Soğuk Savaş” halinde sürdü. Batı bloku, Rusya’nın güdümündeki “Demirperde” ülkelerindeki liberal ve milliyetçi ayaklanmaların kanlı bir şekilde bastırılmasında sadece seyirci olarak kaldı (Polonya ve Macar ayaklanmaları, Haziran, Ekim 1956).

Birbirine karşı bloklara bölünmüş Avrupa’daki askerî ittifaklar (NATO 1949, Varşova Paktı 1955) dengeyi sağlayarak silâhlı bir çatışmayı önlerken her iki blok da kendi ekonomik dünyasını organize etti (COMECON: “Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Birliği”, 1949; EEC: “Avrupa Ekonomik Topluluğu”, 1957). Doğu - Batı zıddıyeti, Batı’nın eski rakiplerini birbirlerine daha fazla yaklaşmaya ve eski düşmanlıkları bir tarafa bırakmaya yöneltti. Alman - Fransız dostluğunun temelleri atıldı (Alman - Fransız Dostluk Antlaşması, 1963). Fransa İngiltere’nin Avrupa Topluluğu’na girişini veto (De Gaulle,


1963) etmekten vazgeçti (Topluluğa kabulü, Aralık 1972, dolayısıyla 1 Ocak 1973). Kısaca “Demirperde” ülkeleri Rusya’nın siyasî ve askerî tahakkümünden kurtulmanın yollarını ararken Batı Avrupa ülkeleri aralarındaki ekonomik birliği de aşarak siyasî bir bütünleşmeyi (Avrupa Topluluğu) amaçlamış ve “Avrupa Birleşik Devletleri”ne gidecek yolda planlı ve ciddi adımlar atmıştır. Böylece “mânevî - felsefî” anlamda Avrupa’nın oluşturacağı birlik bir rüya olmaktan çıkacakmış gibi görünmeye başladı.

Bu merhalede iki blok arasındaki zıddıyetin, demokratik haklar ve ekonomik refah noktasındaki yoğunluğunun 1980’li yılların sonlarına doğru etkisini dramatik bir şekilde arttırması ve “Demirperde” ülkelerinin, başta Rusya olmak üzere sistemlerinin bütün zafiyetiyle sarsılmaya başlamaları, birlik oluşturmaya yönelen Avrupa’nın planlarını temelinden değiştirebilecek gelişmelerin habercisi oldu. Önce Polonya’da başlayan liberalleşme talepleri (“dayanışma” eylemleri), etkilerini kısa zamanda diğerlerinde de hissettirirken ekonomik kriz bütün “Doğu bloku” ülkelerindeki katı rejimi tasfiyeye mecbur kıldı. Tarihî değişme, Rusya’da “açıklık” ve “yeniden yapılanma” politikalarını ortaya atan yeni idarenin (Gorbaçov) iş başına gelmesiyle sürat kazandı (global silâhsızlanma görüşmeleri, Avrupa’da silâh indirimi, ABD ve Rusya devlet başkanlarının buluşmaları). Siyasî gelişmeler, “Hayat ideolojiden üstündür” özdeyişini doğrular bir hal aldı. Polonya dışında Macaristan, Çekoslovakya, nihayet Romanya ve Bulgaristan’da “rejimin kahramanları” yerlerini ve -Romanya örneğinde olduğu gibi- hayatlarını kaybettiler.

Doğu Almanya’dan Macaristan ve Avusturya’ya toplu kaçışların başlaması (19 Ağustos 1989) Doğu blokundaki krizi açık bir şekilde gözler önüne serdi ve iki Almanya’nın kısa bir zaman içinde tekrar birleşmesiyle sonuçlanacak gelişmelerin de başlangıcını teşkil etti. Doğu Almanya’nın pek çok yerinde, özellikle Leipzig ve Doğu Berlin’deki halk gösterileri, hükümetin ve Polit Büro’nun istifasına yol açtı (4 Şubat 1989). Nihayet Avrupa’nın bölünmüşlüğünün ve “soğuk savaş”ın bir simgesi olan Berlin Duvarı’nın yıkılması (9 Kasım 1989), bu gelişmenin en önemli durağı oldu. Federal Almanya Başbakanı Helmut Kohl’ün Moskova ziyareti (10 Şubat 1990) ve Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Gorbaçov ile görüşmesi netice sinde varılan tarihî mutabakat, Almanlar’ın tek bir devlet yapısı içinde yaşama taleplerinin kabul edilmesi sonucunu verdi. Doğu Almanya’da ilk serbest seçimler yapıldı (18 Mart 1990) ve komünist olmayan bir idare iş başına geçti. Neticede Doğu Almanya resmen Varşova Paktı’ndan çıkıp (24 Eylül 1990) Federal Almanya’ya iltihak ederek tarihe karıştı (2. Alman Birliği’nin kurulması, 3 Ekim 1990).

Paris’te düzenlenen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK), Avrupa’nın II. Dünya Savaşı’ndan beri içinde bulunduğu “soğuk savaş”a, cepheleşme ve bölünmüş olma haline son verdi (Kasım 1990). Arnavutluk dışında Avrupa ülkelerinden başka Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın dahil olduğu otuz dört ülkenin imzaladığı bu tarihî anlaşma, Avrupa’da 1985’ten sonra başlayan demokratikleşme hareketlerinin bir sonucu olarak gelecekte Avrupa’nın çok farklı bir yapılaşmaya gideceğini ortaya koymaktadır. Nato ve Varşova paktları Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı zirvesinde karşılıklı saldırmazlık ilân etmişler ve on altı Nato ülkesi ile altı Varşova ülkesi arasında, Atlantik’ten Urallar’a kadar geniş bir bölgede yer alan “klasik” silâhlarda büyük çapta indirimler yapılması karar altına alınmıştır (Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması). Bunu Varşova Paktı’nın feshedileceğinin resmen açıklanması takip etmiştir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, Avrupa’da insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti kavramlarını dile getirerek bunları temel ve ortak değerler olarak ilân etmiştir. Böylece, Aydınlanma devri ve Fransız İhtilâli ile geçerlilik kazanan Avrupa’nın evrensel değerlerinin eski Doğu bloku ülkeleri tarafından da benimsenmesi kesinleşmiştir. Ortak bir demokrasi kavramı yanında ekonomik özgürlükler ve pazar ekonomisine geçiş esas alınmıştır. Kısaca, 1789 Fransız İhtilâli 1917 Komünist İhtilâli’ne karşı mutlak bir zafer kazanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

C. Seignobos, Târîh-i Siyâsî 1814-1896: Asr-ı Hâzırda Avrupa (trc. Ali Reşâd), İstanbul 1324-26, I-III; a.mlf., Târîh-i Medeniyet (trc. Ahmet Refik Altınay), İstanbul 1328, I-III; a.mlf., Avrupa’nın Tarihi (trc. Ali Kemalî Aksüt), İstanbul 1938; a.mlf., Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi (trc. Semih Tiryakioğlu), İstanbul 1960; Ahmet Hamid Ongunsu, Avrupa Diplomasi Tarihi, 1815’den İtibaren, İstanbul 1927; H. G. Wells, Cihan Tarihinin Umumi Hatları, İstanbul 1927-28, I-V; Ruhi Develioğlu, 1877’den Umumî Harbin Nihayetine Kadar Avrupa ve Dünya Siyasetine Umumî Bir Nazar, İstanbul 1936; E. Rossier, Avrupa’nın Siyasî Tarihi 1815-1919 (trc. Ali Kemalî Aksüt), İstanbul 1943; Ahmet Şükrü Esmer, Siyasî Tarih, İstanbul 1944; S. A. Fischer-Galati, Ottoman Imperialism and German Protestanism 1521-1555, Cambridge 1959; Bekir Sıtkı Baykal, Yeni Zamanda Avrupa Tarihi, Ankara 1961, II / 2; G. Stadtmüller, Geschichtliche Ostkunde, München 1963, I-II; H. Gollwitzer, Europabild und Europagedanke, München 1964; Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih 1789-1960, Ankara 1964, tür.yer.; J. Pirenne, Başlangıcından Bugüne Kadar Dünya Tarihi (trc. Nihal Önal v.dğr.), İstanbul 1965, I-IV; Handbuch der Europäischen Geschichte (ed. Theodor Schieder), Stuttgart 1968-73, I-VII; Rıfat Uçarol, Siyasî Tarih, İstanbul 1985, tür. yer.; TA, IV, 289-295; F. A. Brockhaus, Brockhaus Enzyklopädie, Wiesbaden 1968, V, 771-777.

Kemal Beydilli





III. KITADA İSLÂMİYET

Avrupa’da nüfus bakımından ikinci din olan İslâmiyet doğuşundan kısa bir süre sonra buraya ulaşmış ve kıtayı etkileyerek müslümanların çalışma ve gayretleriyle tesirini asırlarca siyasî, kültürel, iktisadî alanlarda sürdürmüştür. Bu tesir batıda Endülüs’ün, doğuda ise kuzeyden gelen kabilelerin müslümanlaşması ve Osmanlı Devleti’nin geniş topraklara hâkim olmasıyla ortaya çıkmıştır. Endülüs ve Osmanlı Devleti hâkimiyetleri sırasında Avrupa’nın büyük bir kısmı kontrol altına alındı ve böylece İslâmiyet halk arasında yayılma imkânı buldu.

Batı Avrupa. İslâmiyet’in Avrupa ile ilk teması, kıtanın güneybatı bölgelerindeki


fetih hareketleri sırasında olmuştur. Emevîler’in Kuzey Afrika Valisi Mûsâ b. Nusayr, İspanya’da hüküm süren Vizigot Krallığı’nın (414-711) içine düşmüş olduğu hânedan çekişmelerinden cesaret alarak Târık b. Ziyâd kumandasındaki bir orduyu buraya yolladı (710). Vizigot Kralı Roderick’i yenen Târık, müslümanların kıtaya yayılmalarını önleyen büyük bir engeli ortadan kaldırdı. Daha sonraki on yıl içerisinde müslümanlar hiçbir ciddi engelle karşılaşmaksızın İspanya’nın büyük şehirlerini bir bir ele geçirdiler. Vizigot Krallığı’nın zayıflığı ve halkın idarecilerden gördüğü baskı, müslümanların bölgeyi ele geçirmelerinde önemli rol oynadı. Kilisenin ve devletin hoşgörüsüz idaresine karşı müslümanlar halk tarafından fâtihler olarak karşılandılar. İspanya’da kurulan hâkimiyet sayesinde müslümanların kuzeye doğru ilerlemeleri mümkün oldu. 717’de hâkimiyet alanlarını genişletmek amacıyla Pirene dağlarını aşan müslümanların 732 yılında Poitiers’de hıristiyan ordular tarafından durdurulmaları daha kuzeye gitmelerini engelledi ve burası Endülüs müslümanlarının Avrupa’da ulaştıkları en son sınır oldu.

Endülüs, müslümanların elinde iken iktisadî, siyasî, sosyal ve kültürel sahalarda ilerlemeye başladı. İslâm’ın âdil düzeni halkın müslümanlaşmasını hızlandırdı. Yerli halktan müslüman olanlara “Müsâlime” ve Arap baba - İspanyol annelerden doğan müslüman nesle “Muladies” (< ← Ar. müvelledûn “yeni nesil, melezler”) denildi. Bir nesil sonra fetihlerle gelen müslümanlarla bu yeni neslin arasını ayırt etmek imkânsızlaştı. Müslümanların hoşgörüsü karşısında hıristiyan halkın çoğu İslâm kültür ve medeniyetinden önemli ölçüde etkilenerek onun birçok yönlerini benimsedi. İslâm dinini kabul etmedikleri halde İslâm kültürünü benimsemiş olan İspanyollar’a Araplar gibi davrandıkları için “Mozarap” (< ← Ar. müsta‘rib “Araplaşmış”) adı verildi. Mozaraplar hem hıristiyan hem de müslüman ismi kullandılar. Endülüs’te siyasî, ekonomik ve kültürel sahada canlı ve parlak bir devir yaşandı. III. Abdurrahman zamanında (912 - 961) zirveye ulaşan İslâm hâkimiyeti daha sonraki dönemlerde tavâif-i mülûk denilen emîrler arasındaki çekişmelerle zayıfladı.

Müslümanlar kuzeyden gelen hıristiyan ordularının baskıları karşısında ülkenin güneyine çekilmek zorunda kaldılar. 1492’de, bölgedeki son İslâm merkezi Gırnata şehrinin de düşmesiyle müslümanların Endülüs’teki hâkimiyetleri son buldu ve çoğu ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Burada kalanlar hıristiyan yöneticilerin baskı ve zulümleri altında kimliklerini değiştirerek hayatlarını sürdürmeye çalıştılar. Nihayet XVII. yüzyılın başlarında krallığın ülkede müslümanların yaşayamayacağına dair ferman çıkarması üzerine İspanya’daki müslüman varlığına tamamen son verildi.

Hıristiyan Avrupa dünyasının müslümanlarla olan ilk münasebetlerinin başladığı dönemde, yine bir Latin ülkesinde daha İslâmiyet’in yayılması gerçekleşti ve IX. yüzyılda Sicilya adası fethedildi. İslâm coğrafyacısı İbn Havkal’e göre adada 300 cami ve birçok mimarlık şaheseri meydana getiren müslümanların buradaki hâkimiyetleri Güney İtalya’da Bârî şehrine kadar uzandı (847). Hatta 846 ve 849 yıllarında Roma’ya sefer yapıldıysa da başarı kazanılamadı; ancak Papa VIII. Jean müslümanlara iki yıl vergi ödemek mecburiyetinde kaldı. Ağlebîler döneminden sonra Sicilya bir Fâtımî vilâyeti oldu (909).

Latin dünyasının kültürel, siyasî ve iktisadî alanlarda İslâm’ın etkisinde kalması Rönesans hareketlerinin başlamasında önemli bir sebep teşkil etmiştir. İslâm dünyasının üstün ilim ve medeniyeti bu iki bölgeden Avrupa’ya aktarılmış, İslâm âleminin yetiştirdiği Hârizmî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Ebü’l-Kāsım ez-Zehrâvî, İdrîsî, Gazzâlî gibi müslüman âlimlerin felsefe, tıp, coğrafya ve edebiyat alanlarında yazdıkları eserler, İspanya’da Tuleytula ve İşbîliye, İtalya’da Salerno’da kurulan tercüme merkezlerinde Avrupa dillerine çevrilerek okullarda ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu ilimlerden bilhassa felsefe ve nazarî ilimler İspanya’da, tatbikî ilimler ise daha çok Sicilya’da önem kazanmıştır.

Ege ve Adriya denizlerinin Bizanslılar’ın kontrolünde bulunmasına rağmen müslümanların Akdeniz’deki hâkimiyeti Avrupa ile ticaretin daha kolay yapılmasını sağladı. İslâm beldelerinin Endülüs ve Sicilya’nın dışında diğer Avrupa ülkeleriyle ticareti X. yüzyılda büyük bir gelişme gösterdi. Fransa’ya fetih hareketini yayamayan müslümanlar bu ülke ile münasebetlerini ticarî sahada sürdürdüler. İtalya’da ise Amalfi ve Venedik şehirleri ile olan ticarî ilişki, onların İslâm dünyasından sağlanan malların taşımacılığını yapması şeklinde devam etti.

Müslüman dünyasının Batı Avrupa ile olan yakınlaşması ticaret yanında siyasî bakımdan da gelişti. Bunun en güzel örneğini, Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd ile


Germen İmparatoru Charlemagne arasında kurulan siyasî dostluk temsil eder. Karşılıklı elçi ve hediye gönderme şeklinde yürütülen bu ilişkilerin bir benzeri, yedi asır sonra Kanûnî Sultan Süleyman ile I. Fransuva arasında tekrarlandı.

Hıristiyan Avrupa ile İslâm dünyasını karşı karşıya getiren en önemli olay hiç şüphesiz XI. yüzyılda başlayan Haçlı seferleridir. Haçlı seferlerinin sebep olduğu kin ve düşmanlık iki dünya arasında normal kültürel münasebetlerin kurulması imkânını güçleştirdi. Ancak Avrupa bu seferlerin sonucunda İslâm dünyasında ilmî ve teknik açıdan birçok şey kazandı. İslâm dünyasının ürettiği malların yağmalanarak yoğun bir şekilde Avrupa pazarlarına getirilmesi ziraatta, sanayide ve el sanatlarında yeni usullerin, yeni tekniklerin öğrenilmesine yol açtı.

Batı Avrupa-İslâm dünyası ilişkileri, Osmanlı Devleti’nin Orta Avrupa ülkelerine kadar olan yerleri fethetmesiyle siyasî düzeyde devam ederken XVII. yüzyılda başlayan sömürgecilik hareketleriyle Batı Avrupa ülkeleri diğer İslâm ülkeleriyle de ilişkiye geçtiler ve zamanla bu ülkelerden bazılarını hâkimiyetleri altına aldılar.

XX. yüzyılın başlarında Batı Avrupa’nın yer yer İslâm dünyasındaki sömürgeciliği devam ederken işçi ve göçmen müslümanların Avrupa ülkelerine göçü başladı. Bu müslümanlar aralarında büyük cemaatler oluşturdular ve çok yabancısı oldukları bu toplumda kendi aralarında ortak dinî, iktisadî, siyasî ve kültürel teşkilâtlar kurdular. İngiltere, Fransa, Almanya gibi Batı Avrupa ülkelerinde kurulan birçok teşkilât, cemaatlerinin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için yoğun bir çalışmaya girdi. Sayıları yüzleri bulan cami, mescid ve Kur’an kurslarından oluşan İslâm kültür merkezleri kuruldu. Bu merkezler bir yandan da İslâm’ın tanıtılması için faaliyet gösterdiler. Bu faaliyetlerin sonucunda İslâmiyet yerli halk arasında da yayılmaya başladı.

Orta ve Doğu Avrupa. Orta Avrupa’nın İslâmiyet’le teması, İslâm’ın batıda Endülüs ve Sicilya’daki varlığının devam ettiği dönemde gerçekleşmeye başlamıştı. X - XII. yüzyıllarda kuzeyden gelen son Türk kavimleri göçü sonunda Tuna nehri boylarında yavaş yavaş ve İslâmî fetih hareketleri dışında müslüman topluluklar oluştu. Bu topluluklar genelde Türk ırkından olan Peçenek, Kuman, Oğuz, Habar ve eski Bulgarlar gibi göçebe kabilelerdi. İslâmiyet’i münasebet kurdukları Arap tüccar, bilgin ve seyyahlardan öğrenen bu kavimlerin yerleşim merkezleri Eflak, Boğdan, Sırbistan, Bosna ve Macaristan’a kadar uzanmıştı; özellikle Macaristan’da çok etkin durumdaydılar.

Endülüs’ten Macaristan’a göç etmiş ve 1150’lerde orada yüksek düzeyde görev yapmış olan Ebû Hâmid el-Gırnâtî Tuĥfetü’l-elbâb ve nuħbetü’l-aǾcâb adlı eserinde Macar Krallığı sınırları içerisindeki müslümanlardan söz ederken bunları Mağribîler ve Hârizmliler diye ikiye ayırmıştır. Orta Avrupa’daki bu müslüman varlığı X - XII. yüzyıllarda Macar Devleti’nde önemli bir etkiye sahip olmuştu. Müslümanların özellikle askerî alandaki becerileri Macar krallarının dikkatini çekmiş ve onlara görev verilmesini sağlamıştır. Macaristan’da müslümanların etkinliğini anlatan bir başka İslâm coğrafyacısı Yâkūt el-Hamevî’dir (ö. 1229). Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân adlı eserinde, Halep’te rastladığı müslüman Macar öğrencilerden ülkeleri hakkında bilgi aldığını ve orada otuz müslüman köyünün bulunduğundan bahsettiklerini yazmaktadır. Verdiği bilgilere göre, müslümanların güçlenmelerinden korkan Macar kralları yerleşim bölgelerinin surla çevrilmesini yasaklamışlar ve II. Andre müslüman tebaanın devlet işlerinde bulunmasını engelleyici fermanlar çıkarmıştır (1233). Müslümanlar diğer halktan daha kolay ayırt edilmeleri için özel elbise giymeye zorlandılar. Zamanla artan baskılar sonucunda müslümanların etkinlikleri tamamen kayboldu. Bölgede müslümanların varlığının tekrar duyulması, 1526 yılında Osmanlılar’ın Macaristan’ı fethiyle gerçekleşti. Bu hâkimiyet ise ancak 1699’a kadar sürdü. Bugün Macaristan’ın birçok yerinde hâlâ Osmanlı döneminden kalma mimari eserlerine rastlanmaktadır.

İslâm’ın Avrupa’nın kuzeydoğusundaki bölgelerle ve Balkanlar’la teması başlangıçta iki dönemde meydana geldi. İlk dönem, bölge halkının müslüman Arap tüccarlarla ilişkide bulundukları dönemdir. IX ve X. yüzyıllarda bu yolla müslüman olan topluluklar görüldü. Bu topluluklar dinî bilgilerini arttırmak için Bağdat’taki Abbâsî Halifesi Muktedir’e başvurarak kendilerine din âlimi gönderilmesini istediler. 922 yılında Muktedir bu isteği yerine getirmek üzere İbn Fadlân


olarak bilinen kumandanı, Ahmed b. Abbâs’ı görevlendirdi. İbn Fadlân da İran, Buhara, Hârizm yolunu takip ederek Volga Bulgarları’nın ülkesine vardı. Mes‘ûdî’nin bu bölge ile ilgili olarak naklettiği bilgilere göre buradaki müslümanlar hıristiyan ordularla birlikte İdil yakınlarında Rus putperestliğine karşı savaşmışlardı. İkinci dönem ise Tatar kabilelerinin bölgeye yerleşmesiyle başladı. XIII. yüzyılın sonlarında bu bölgede bulunan Cengiz Han’ın torunu Bereket Han’ın müslüman olmasıyla Tatarlar arasında İslâmiyet hızla yayıldı. Müslümanlar’ın buradaki hâkimiyeti III. İvan’ın Tatarlar’ı Rus yönetimi altına almasına (1480) kadar devam etti. Doğu Avrupa’daki bu müslümanların varlığı, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da hâkimiyeti sırasında İslâm’ın yayılmasında da faydalı oldu.

Doğu Avrupa’da İslâm’ın silinmez etkisini sağlayan Osmanlı Devleti’dir. Osmanlılar’ın Rumeli’ye geçişiyle yayılmaya başlayan İslâmiyet, Endülüs’teki varlığının yok olmaya yüz tuttuğu sırada bir başka yönden Avrupa’yı yeniden etkisi altına alıyordu. Orhan Gazi’nin Edirne’yi zaptıyla gelişen İslâm fetihleri XV. yüzyılda bütün Balkanlar’ı içine alacak kadar yayıldı. Bu yayılmada özellikle, hıristiyanlar arasında Hz. Îsâ’nın ulûhiyyetini simgeleyen resimlere ve vaftize karşı çıktıkları için sapık ilân edilen Bogomiller’e Osmanlılar’ın yardım etmesinin büyük etkisi olmuştur. Fâtih Sultan Mehmed zamanında gerçekleşen bu yardım Bogomiller’in müslüman olmasıyla sonuçlandı ve bundan sonra Balkanlar hızla müslümanların hâkimiyetine girdi. 1463’te Sırbistan’ın fethiyle özellikle Bosna ve Hersek bölgesi İslâm’ın güçlü kalesi oldu. 1529 ve 1683’te Viyana’yı kuşatacak kadar Avrupa içlerine sokulan Osmanlılar, hemen hemen Doğu Avrupa’nın tamamına hâkim olmuşlardı. Gittikleri yerlerde birçok cami ve medrese inşa eden Osmanlılar İslâm’ın etkisini sağlayacak eğitim düzenini kurmaya çalıştılar. Bu arada hıristiyan halkın da geniş bir dinî hoşgörü içerisinde yaşamasını sağladılar. Medreseler yüzyıllarca halkın İslâmî eğitim ve öğretiminde görev üstlendiler. Bugün o dönemden kalma Saraybosna’daki (Yugoslavya) Gazi Hüsrev Bey Medresesi’nde eğitim ilâhiyat fakültesi düzeyinde sürmektedir.

Osmanlı Devleti’nin zayıflamasının beraberinde getirdiği askerî yenilgiler ve Avrupa devletlerinin Doğu Avrupa’daki etnik grupları tahrik etmeleri sonucunda bu bölgedeki üstünlük müslümanların aleyhine bozuldu. Balkanlarda Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Yugoslavya’nın bağımsızlıklarını ilân etmeleriyle bu ülkelerde yaşayan müslümanlar, Arnavutluk devletindekiler hariç azınlık durumuna düştüler. Müslümanlar haklarını korumak için Yugoslavya ve Arnavutluk’ta siyasî örgütlenmeye giderek etkin faaliyetleriyle durumu bir müddet kendi lehlerine çevirdiler. Bulgaristan ve Yunanistan’da ise durum müslümanlar için hiç de iç açıcı değildi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra problemler daha da büyüdü ve müslümanların azınlık olarak yaşadıkları ülkelerde onlar için güç bir dönem başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk’ta iş başına geçen komünist rejimler müslümanların kimliklerini yok etmeye çalıştılar. Balkanlar’da müslümanlara karşı girişilen bu hareket ferdî ibadetlerini yerine getirmede dahi zorluklar ortaya çıkardı. Daha da ileri gidilerek birçok cami, medrese ve İslâmî eğitim kurumu kapatıldı. Zor durumda kalan müslümanlar Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan gibi ülkelerden göç etmeye başladılar. Yunanistan müslümanlarının durumu da bu ülkelerdekilerden pek farklı değildir.

Bugünkü Durum. XX. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa kıtasındaki müslüman nüfusun 16 - 17 milyona ulaştığı sanılmaktadır. Yüzyılın başında Avrupa’da sayıları son derece az olan müslümanlar II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar önemli bir artış kaydetmemişlerse de özellikle İngiltere ve Fransa gibi devletlerin sömürgeleri olan ülkelerden gelen müslüman göçmenler, kıtadaki müslüman nüfusun belli bir oranda artış göstermesine sebep olmuşlardır. Yüzyılın ortalarından itibaren ise müslümanların sayısındaki hızlı büyüme üç ayrı faktörün etkisi altında gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir yandan yüksek doğum oranıyla tabii çoğalmalarını sürdürürlerken diğer yandan sömürge idaresi altında olan Güney Asya, Batı ve Kuzey Afrika’daki müslüman ülkelerden Avrupa’ya çeşitli sebeplerle gelen göçmenlerde de artış olmuştur. Avrupa’daki müslüman nüfusun kısa zamanda hızla artmasını sağlayan en önemli gelişme ise 1960’lı yıllarda ekonomik amaçlarla İslâm ülkelerinden Batı Avrupa ülkelerine yöne len işçi akınıdır. Türkiye, Kuzey Afrika ve diğer İslâm ülkelerinden Federal Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa, Danimarka, İsveç, Norveç, İsviçre ve Avusturya’ya gelen binlerce müslüman işçinin eş ve çocuklarını da yanlarına almalarıyla kıtadaki müslüman nüfus kısa zamanda büyük sayılara ulaşmıştır. Dışarıdan gelenlerin yanında yerli halk içerisinden İslâm dinini benimseyenlerin sayısında da zamanla önemli artışlar olmuştur.

Bugün Avrupa’da yaşayan müslümanların çoğu yaşadığı ülke vatandaşı değildir ve bunlardan yaşlı kesimin ülkelerine geri dönme ihtimali yüksektir. Fakat özellikle Avrupa ülkelerinde doğmuş, buralarda öğrenim görmüş ve içinde bulundukları toplumun yapısına nisbeten ayak uydurmuş genç kuşakların geriye dönme ihtimali son derece azdır. Son yıllarda Avrupa’da baş gösteren yabancı düşmanlığı yer yer İslâm düşmanlığı haline gelmiştir ve bu husus geriye dönüşlerde etkili olmaktadır.

Müslüman nüfustaki hızlı büyüme beraberinde bir dizi ciddi problem ortaya çıkarmıştır. Özellikle çocukların millî ve dinî eğitimleri, namazların cemaatle kılınabilmesi için ibadet yerlerinin açılması, etnik gruplara kendi dillerinde hitap edecek dinî ve millî yayınların yapılabilmesi, yardım ve dayanışma çalışmalarının teşkilâtlandırılması müslümanların başlıca meseleleridir. Müslümanlar arasında dinî, etnik, siyasî ve kültürel bakımlardan görülen bölünmelerle birlikte mahallî ve etnik düzeyde doğan kuruluşlar problemlerin hallinde önemli hizmetler yerine getirmektedirler. Avrupa’nın pek çok ülkesinde İslâmiyet resmen bir din olarak tanınmamıştır ve bu durum dinî faaliyetlerin yapılabilmesinde çeşitli zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Avusturya ve Belçika’da ise İslâmiyet’in resmen tanınmış olması müslümanlara bazı imkân ve kolaylıklar sağlamıştır.

Avrupa’da müslümanların bugünkü durumu ülkelere göre incelenebilir (daha geniş bilgi için bk. ilgili ülke maddeleri).

Almanya. Çeşitli İslâm cemaatlerinin yaşadığı Almanya’da II. Dünya Savaşı öncesinde sadece 500 kadar müslüman vardı; bugün bu sayı 1,5 milyonu Türk olmak üzere 2 milyona yaklaşmaktadır. Savaştan sonra Doğu Avrupa ülkelerinden, özellikle Sovyetler Birliği’nden getirilen tutukluların bir kısmı buraya yerleştirildiler ve bu şekilde 1951’e kadar


müslümanların sayısı 20.000’e ulaştı. Daha sonra, 1960’tan itibaren Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinden çalışmak amacıyla çıkan işçilerin bu ülkeye akın etmesiyle müslümanların sayısı büyük bir artış gösterdi. Almanya’daki müslümanlar etnik bakımdan başlıcaları Türk, Yugoslav, Arnavut ve Kuzey Afrikalı olmak üzere farklı gruplara mensupturlar. Bu gruplar içerisinde çoğunluğu oluşturan Türkler ülkedeki dinî faaliyetlerde oldukça müessirdirler. Müslümanların yoğun oldukları yerler Bayern ve Rhen-Westfalya eyaletleridir. Ülkede ilk İslâmî teşkilât I. Dünya Savaşı’nın sonunda kurulmuştur; bugün ise çeşitli gruplara ait yüzlerce dernek, federasyon ve vakıf gibi kuruluş faaliyet halindedir. Hemen hemen bütün şehirlerde farklı gruplara ait çok sayıda cami ve mescid bulunmaktadır. Müslüman toplulukların kendi içlerinde bölünmüş olmaları bazı imkânların değerlendirilememesine sebep olmaktadır. Çocukların din eğitiminde Türkiye’den gönderilen öğretmen ve din görevlilerinin rolleri büyüktür.

Arnavutluk. Arnavutluk, kıtada nüfusunun çoğunluğu müslüman olan tek ülkedir. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra burada kurulan komünist yönetimin dinlere karşı başlattığı mücadeleden en çok müslümanlar etkilenmiştir. Ülkedeki nüfusun % 70-75’i, anayasanın resmen yasaklamasına rağmen müslümandır. Savaştan önce Arnavutluk’taki müslümanlar Tiran’daki başmüftünün başkanlığı altında Arnavutluk İslâm Cemaati adıyla teşkilâtlanmışlardı. 1946’da ilân edilen anayasa ülkede yaşayanların inanç ve din hürriyetlerini garanti altına aldığı halde daha sonra bütün dinî kurumlar ve yayın organları ortadan kaldırıldı. 1976 anayasası ise ateizmi resmî devlet politikası haline getirdi. 1989 yılında Doğu Avrupa ülkelerinde başlayan reform hareketleri Arnavutluk’u da etkiledi ve bu çerçevede Mayıs 1990’da ülkede daha önce kapatılan ibadet yerlerinin açılması ve ibadet yasağının kaldırılması kararı alındı.

Avusturya. Avusturya’da yaşayan 100.000’e yakın müslümanı, 1960’lardan sonra çalışmak amacıyla Türkiye ve Kuzey Afrika ülkelerinden buraya gelen işçilerle aileleri oluşturmakta ve bunun da yaklaşık dörtte üçünü Türkler meydana getirmektedir. İslâm ülkeleri büyükelçilerinin gayretleriyle 1979’da Viyana’da bir İslâm merkezi faaliyete geçirilmiş bulunmaktadır. Aynı yıl İslâmiyet’in resmen din olarak tanınması bu ülkede bulunan müslümanlara bazı haklar kazandırmıştır. Müslümanların bir cemaat halinde teşkilâtlanmaları, radyo ve televizyonda dinî konuşma yapmaları, çocukların haftada iki saat din dersi alması ve cemaate ayrı bir mezarlık tahsis edilmesi bu hakların başlıcalarıdır.

Belçika. Belçika’da değişik ülkelerden gelen yaklaşık 350.000 kişilik bir İslâm cemaati bulunmakta olup çoğunluğunu Türkler’le (yaklaşık 80.000) Faslılar teşkil etmektedir. Bu ülkeye ilk defa müslümanlar I. Dünya Savaşı’ndan sonra az sayıda olmak üzere Arnavutluk’tan gelmişler, 1960’lı yıllardan itibaren çalışmak amacıyla Türkiye ve Fas’tan gelenler ise kısa zamanda önemli bir yekün oluşturmuşlardır. Ülkedeki İslâm cemaati içerisinde yerli müslümanlar varsa da bunların sayısı çok azdır.

Müslümanların büyük çoğunluğu değişik iş kollarında çalışan işçilerdir ve aralarında ülke vatandaşı olanların sayısı azdır. Müslümanlar mahallî düzeyde dernekler şeklinde teşkilâtlanarak sosyal ve dinî ihtiyaçlarını karşılamaya gayret etmektedirler. Derneklerin hepsi Brüksel’deki İslâm Kültür Merkezi’nin bünyesinde toplanmıştır. Belçika’da İslâmiyet’in resmen din olarak tanınması müslüman öğrencilerin din eğitimleri konusunda çeşitli kolaylıklar getirmiştir. 1975 yılından bu yana Belçika hükümeti müslüman çocuklara din dersleri verilmesi için finansman sağlamakta ve hükümetin bütün cemaati temsil yetkisi verdiği Brüksel’deki İslâm Kültür Merkezi de bu faaliyetleri organize etmektedir. Müslümanların ülkenin çeşitli şehir ve kasabalarında ibadet yerleri ve camileri bulunmaktadır.

Bulgaristan. Doğu Avrupa ülkelerinden Bulgaristan’da büyük ekseriyeti Türk olan 1,5 milyon civarında müslüman nüfus yaşamaktadır. Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’dan getirilerek buraya yerleştirilen müslümanların torunları olan Bulgaristan’daki Türkler’in dışında Pomak ve Çingene müslümanlar da vardır. Ülkenin güneybatı, kuzeydoğu ve Romanya sınırına yakın bölgelerinde oturan müslüman nüfusun yoğun olduğu şehirler Filibe, Razgrad, Şumnu ve Kırcali’dir.


Bu ülkedeki müslümanlar siyasî gelişmelerden çok etkilenmişlerdir. 1946’da komünist yönetim kurulmadan önceki krallık rejiminde de baskı altında bulunmakla birlikte 1946’dan sonra mâruz kaldıkları baskı, zulüm ve kötü muamele çok daha şiddetli olmuştur. Buradaki müslüman Türkler’in bir kısmı çeşitli tarihlerde Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlardır. Özellikle 1984’ten sonra uygulamaya konulan müslümanTürk isimlerinin değiştirilmesi ve Bulgarlaştırma politikası buradaki müslümanları çok zor durumda bırakmış ve özellikle 1989 yılında 350.000 müslüman Türk’ün kitleler halinde Türkiye’ye göç etmesi sonucunu doğurmuştur. Ancak 1989 yılının sonlarına doğru meydana gelen iktidar değişkliğinin müslümanlara yeniden istedikleri isimleri alma hakkı ile din ve inanç hürriyeti vermesi üzerine 200.000 kadar göçmen geri dönmüştür. Bulgaristan’daki müslümanların oturdukları şehir ve köylerde bulunan cami, mescid ve çeşitli dinî müesseselerin çoğu komünist rejim tarafından kapattırılmış veya başka amaçlara tahsis edilmiş ve bu arada müslümanların yayın organları da susturulmuştur. Büyük şehir merkezlerinde politik amaçlarla ayakta tutulan bazı camiler ise ihtiyaca cevap verecek sayıda değildir. Önceleri bu ülkedeki müslümanlar bir başmüftünün başkanlığında teşkilâtlanmışlar ve kendi bölgelerinde “Meclisü’l-ulemâ” adıyla kuruluşlar meydana getirmişlerse de komünist rejimde bunların geçerliliği olmamıştır. Ancak son zamanlarda Doğu Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilmeye başlanan reformlar çerçevesinde bu ülkede de müslümanların dinî hürriyetlerine kavuşabileceklerine dair bazı olumlu gelişmeler gözlenmektedir. Bu gelişmeler çerçevesinde Sofya müftülüğü 1990 yılının sonlarına doğru Türkçe Müslümanlar adında bir dergi çıkarmaya başlamıştır.

Danimarka. Danimarka’da sayıları 50.000’i bulan müslümanlar Türkler, Pakistanlılar, Yugoslavyalılar ve Araplar’dan oluşmaktadır. Bunun da yarısını Türkler meydana getirmektedir. Genelde işçi, teknik eleman ve küçük esnaf olan müslümanlar, “Islamic Centre Copenhagen” (ICC) adlı bir İslâm birliği altında örgütlenmişlerdir ve çeşitli şehirlerde bu birliğe bağlı kuruluşlar bulunmaktadır. Danimarka’da müslüman çocuklar kamu okullarında din dersleri almaktadırlar. Ayrıca din eğitiminde camilerden de istifade edilmektedir.

Fransa. Fransa’da bulunan müslümanları, Fransız sömürgesi olan İslâm ülkelerinden gelen göçmenlerle çalışma maksadıyla diğer ülkelerden gelen işçiler ve yerliler meydana getirmektedir. XX. yüzyılın başında Fransa’da 1000 kadar müslüman varken 1924’te bu sayı 120.000’e, 1950’de 240.000’e ulaştı. Özellikle 1954-1968 yılları arasında müslüman akınının hızlanması üzerine Fransa 1974’te sınırlarını dışarıdan gelenlere kapattı. Bu tarihten sonra ülkedeki müslüman toplumu büyümesini doğum yoluyla sürdürdü. 1980’lerin sonunda Fransa’daki müslümanların sayısı 3 milyona yaklaşmıştır. Fransa’daki müslümanlar içerisinde Kuzey Afrikalılar’ın oranı büyüktür. Bunları Afrikalı zenciler, Yugoslavya, Arap ülkeleri, İran ve Türkiye’den (yaklaşık 180.000) gelenler takip etmektedir; 75.000 civarında da yerli müslüman bulunmaktadır. Müslüman kitlenin beşte biri Fransız vatandaşı olup bunlar Fransız ordusunda görevli Cezayirliler’den oluşmaktadır. Ayrıca burada 1963’ten sonra doğanlar aynı zamanda Fransız vatandaşı olduklarından çifte tâbiiyete sahiptirler.

Fransa’da müslümanların en yoğun olduğu yerler Paris, Marsilya ve Lyon’dur. Sosyal bakımdan müslümanlar genellikle toplumun en alt tabakasına mensup olup işçi olarak çalışmaktadırlar; az bir kısmının ise daha üst seviyede meslekleri vardır. Ülkede 400’ün üstünde ibadete açık cami ve mescid bulunmaktadır. Fransa’da müslümanlar sayı olarak büyük bir yekün tutmakla birlikte ne millî bir teşkilâta, ne özel okullara ne de bir konseye sahiptirler. Ancak şehir ve millet temeline dayalı dernekler şeklinde çeşitli kuruluşlar faaliyet göstermektedir. I. Dünya Savaşı’nda Fransa için kanını döken binlerce müslümana duyulan minnetin ifadesi olarak 1926’da Paris Camii ve İslâm Enstitüsü kurulmuştur. İslâm’ın anlatılması ve tanıtılmasında önemli rol oynayan Dünya İslâm Birliği’nin Paris’te bir şubesi bulunmaktadır. Diyanet İşleri Türk İslâm Birliği (DİTİB), Fransa Müslüman Öğrenciler Derneği, İman ve Amel Derneği, Fransa Müslüman Kadınlar Birliği ve İslâm’ın Dostları Derneği diğer önemli İslâmî kuruluşlardır.

Hollanda. Avrupa’nın en eski sömürgeci ülkelerinden biri olan Hollanda’da yarım milyona yakın müslüman bulunmakta ve bunların çoğunluğunu çalışmak amacıyla buraya gelen Türkler’le Faslılar oluşturmaktadır. Ayrıca Endonezya ve Surinam gibi eski sömürge ülkelerinden gelenlerle Pakistan, Hindistan ve diğer İslâm ülkelerinden gelen müslümanlar da vardır; yerli müslümanların sayısı ise 5000 civarındadır. Hollanda’ya iki dünya savaşı arasında eski sömürgelerden gelenlerin sayısı sınırlı düzeyde kalırken 1960’lı yıllarda çalışmak amacıyla Türkiye ve Fas’tan gelenlerin sayısı hızlı bir artış göstermiştir. Yaklaşık 180.000’i Türk olmak üzere 400.000’e yakın müslümanın yaşadığı Hollanda’daki müslümanlar içerisinde bu ülkenin vatandaşı olanların sayısı ancak 50.000 kadardır.

Çoğunluğu fabrika işçisi olan müslümanlar ülkenin büyük sanayi merkezlerinde toplanmıştır. 1960’lı yıllarda başlayan milliyet temeline dayalı teşkilâtlanma çalışmalarıyla çeşitli kuruluşlar doğmuştur. Bunlardan Türk-İslâm Kültür Dernekleri Federasyonu Türkler, Hollanda Fas Müslüman Teşkilâtları Birliği Faslılar, Hollanda İslâm Toplumu da Surinamlılar tarafından kurulan en etkili teşkilâtlardır. 1981’de bu ülkede bulunan müslüman teşkilâtlar bir araya gelerek Hollanda Müslüman Teşkilâtlar Federasyonu’nu kurdular. Hollanda’daki İslâmî faaliyetlerin organize edilmesinde bu kuruluş etkili bir rol oynamaktadır. Ayrıca 1982 yılında kurulan Hollanda Diyanet Vakfı, bu ülkedeki Türkler’e ait camilerin büyük bölümünü gerek mülkiyet, gerekse idare açısından çatısı altında toplamayı başarmış, Hollanda çapında kurduğu şubelerle dinî hayatın canlanmasında etkili olmuştur. Halen ülkede İslâmiyet’in resmî din kabul edilmeyişi, müslüman çocukların dinî eğitimlerinde önemli problemlere sebep olmaktadır. Ülkenin çeşitli şehirlerinde bulunan 300’ün üstünde cami ve mescid, ibadetin yanı sıra din eğitimi ve öğretimi


konusunda da önemli hizmetler vermektedir.

İngiltere. İngiltere’de yaşayan 1,5 milyondan fazla müslümanın oluşturduğu İslâm cemaati etnik bakımdan değişik gruplara ayrılır. Bu ülkedeki müslümanların çoğunluğunu İngiltere’nin eski sömürgelerinden gelenler oluşturmaktadır. Bunların yanında küçük bir topluluk olarak da İngiliz müslümanları yer almaktadır. Türkiye’den gelen Türkler’in sayısı ise 20.000’e yaklaşmaktadır.

Ülkeye ilk gelen müslümanlar Cardiff’e yerleşen Yemenliler’le Adenliler’dir ve burada İngiltere’nin ilk camisi olan Nûrü’l-İslâm’ı inşa etmişlerdir (1870). Daha sonra da Hindistan, Kıbrıs, Mısır ve Irak başta olmak üzere İngiliz yönetimindeki çeşitli ülkelerden gelen müslümanlar değişik şehirlere yerleştiler.

II. Dünya Savaşı’na kadar İngiltere’de ancak 50.000 civarında müslüman vardı; savaştan sonra ise ülkeye gelen müslüman göçmenlerin sayısı hızlı bir artış gösterdi. Özellikle Hindistan, Pakistan ve Bengladeş’ten çok sayıda göçmen gelmesi üzerine İngiliz yönetimi 1970’lerde eski sömürgelerinden gelecek olanlara sıkı kısıtlamalar getirdi.

İngiltere’deki müslümanların çoğu bu ülkenin vatandaşı olup içlerinde Güney Asyalılar yüksek nisbete sahiptirler; Kıbrıs, Yemen, Irak ve Filistin kökenliler de önemli bir sayı oluştururlar. Sosyal bakımdan bu ülkedeki müslümanların çoğu işçi ise de aralarında iş verenler, mühendis ve doktor gibi serbest meslek sahibi olanlar da vardır. Ekseriyeti Londra civarında oturan müslümanların yoğun şekilde bulundukları diğer şehirler Lancashire, Yorkshire, Midlands ve Birmingham’dır.

İngiltere’deki müslümanlar diğer Avrupa ülkelerine nisbetle daha iyi teşkilâtlanmışlardır. Ülkede yaklaşık 200 İslâmî teşkilât mevcuttur ve hemen hemen hepsi 1970’te kurulan Müslüman Teşkilâtları Birliği’nin bünyesi içerisinde toplanmış durumdadır. İslâmî yayınlar alanında İslâm Vakfı, kadınlar ve yetim çocuklarla ilgilenen Müslüman Kadınlar Derneği, çocukların dinî eğitimleri konusunda Müslüman Eğitim Vakfı gibi kuruluşlar faaliyet göstermektedirler. Müslümanlar ibadet ve eğitim amacıyla kullandıkları çok sayıda cami ve mescide sahiptirler. Camilerin bir kısmı geçici yerler, bir kısmı ise kiliseden camiye dönüştürülmüş binalardır; bunların 100 kadarı Londra bölgesinde, elli kadarı Lancashire’da, kırkı Yorkshire’da, otuz kadarı da Midlands’tadır.

İngiltere’de İslâmiyet’in resmî din sıfatı kazanamamış olması, özellikle müslüman çocukların dinî eğitimleri konusunda ciddi problemler doğurmaktadır.

İspanya. Avrupa’nın en eski İslâm kültür merkezi olan İber yarımadasında bugün 20.000 kadarı Portekiz’de, geri kalanı İspanya’da yaşayan 120.000’in üstünde müslüman bulunmaktadır. Bunların tamamı yakın zamanlarda başta Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere Pakistan, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak, Filistin ve diğer İslâm ülkelerinden çalışmak için gelen işçilerle öğrencilerdir. Ülkede eski İslâm toplumlarının uzantısı mevcut değildir. İspanya’daki müslümanların ekseriyeti Madrid’de toplanmış olup ekonomik bakımdan dar gelirli işçilerdir. 1967’de yönetimin dinlere serbestlik tanıyan yasayı kabul etmesinden sonra müslümanların eskisine nisbetle daha rahat yaşamaları mümkün oldu. Ülkedeki müslüman kuruluşlarının başlıcaları İspanya İslâm Merkezi ile İspanya Müslüman Derneği’dir.

İsveç. İsveç’te Türk, Tatar, Arap, Yugoslav ve yerlilerden oluşan 40.000 civarında müslüman yaşamakta ve bunun yarısını Türkler oluşturmaktadır. Önceleri İsveç İslâm Cemaati adı altında teşkilâtlanan müslümanlar daha sonra İsveç İslâm Cemaati Birliği’ni kurmuşlardır; bu birliğin çeşitli şehirlerde şubeleri bulunmaktadır. Müslümanların oturdukları şehirlerde geçici ibadet yerleri ile Kur’an okulları vardır.

İsviçre. İsviçre’de çoğu dışarıdan gelen işçilerin oluşturduğu sayısı 100.000’e varan bir İslâm cemaati mevcuttur. Yarısını Türkler’in meydana getirdiği bu müslüman nüfustan 10.000 kadarı ülkenin vatandaşıdır. İsviçre’de bulunan müslümanların ilk teşkilâtları 1960 yılında Cenevre’de kuruldu. Daha sonra İslâm ülkeleri büyükelçilerinin gayretleriyle yine Cenevre’de bir İslâm enstitüsü açıldı, bir İslâm cemaati merkezi ile bir cami inşa edildi. Zürih ve Lozan’da da müslüman teşkilâtları bulunmaktadır.

İtalya. İtalya’da Somali, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen 200.000’in üstünde müslüman yaşamakta olup bunların çoğu Milan ve Roma ile Sicilya’nın çeşitli şehirlerinde toplanmıştır. Ülkedeki müslümanlar iyi teşkilâtlanmış değildir. Roma’da müslüman ülke elçilerinin teşebbüsüyle kurulan bir İslâm kültür merkezi bulunmakta, ayrıca burada


büyük bir caminin inşa edilmesi için de çalışmalar sürdürülmektedir.

Polonya. Polonya’da sayılarının 30.000 civarında olduğu sanılan Tatar kökenli eski bir İslâm cemaati vardır. Bunlar II. Dünya Savaşı öncesinde ikamet yeri Wilno (bugün Litvanya’nın başşehri Vilnius) olan bir müftünün başkanlığı altında teşkilâtlanmışlardı. Savaştan sonra ise merkezi Varşova’da bulunan Polonya İslâm Teşkilâtı adlı bir teşkilât kurdular. Ülkedeki müslümanlar devlet tarafından bir zulme mâruz kalmamakla birlikte din eğitimi konusunda önemli sıkıntılar içerisindedirler.

Portekiz. Portekiz’de sayıları 20.000 civarında olan müslümanlar eski sömürgelerle Kuzey Afrika ülkelerinden gelmişlerdir. Ülkedeki müslümanların her türlü dinî faaliyetleri Lizbon’da bulunan Lizbon İslâm Cemiyeti adlı kuruluş tarafından yürütülmektedir. Burada ve diğer önemli şehirlerde birkaç cami ile mescid bulunmaktadır.

Romanya. Romanya’da yaşayan müslümanların sayısı 100.000’in altında olup etnik bakımdan Tatar ve Türk’türler. Dobruca bölgesinde ve Constanta şehrinde yoğun olmak üzere Karadeniz kıyısına yakın yerlerde yaşarlar; genellikle çiftçi ve işçidirler. Ülkedeki müslümanlar Constanta’da oturan bir müftünün başkanlığı altında teşkilâtlanmışlardır. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan komünist rejim, müslümanların ibadet ve gelenekleri konusunda müsamahakâr davranmamıştır. Savaştan önce ülkede ibadete açık 100’den fazla cami varken bugün bunlardan ancak birkaç tanesi açık bulunmaktadır. Dinî yayınlar yasaklanmış, medreseler, okullar kapatılmıştır ve yeni nesil artık Türkçe konuşamamaktadır. 1973’lerden itibaren bu ülkeden gelen müslüman delegelerin İslâm dünyasında düzenlenen çeşitli milletlerarası toplantı ve konferanslara katılması dikkat çekmektedir. 1989 yılı sonlarında N. Ceauşescu’nun (Çavusesku) totaliter yönetiminin devrilmesinden sonra ülkede kurulmaya çalışılan liberal rejim içerisinde müslümanların da komünist idarenin ellerinden aldığı haklara yeniden kavuşmaları beklenmektedir.

Yugoslavya. Avrupa’da en fazla müslüman nüfusun yaşadığı ülke Yugoslavya’dır. Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya federe cumhuriyetleri, etnik bakımdan Sırplar, Hırvatlar, Arnavutlar, Türkler, Çingeneler ve Çerkezler’den oluşan müslümanların yoğun bulundukları yerlerdir. Sırplar’la Hırvatlar’ın sayıları diğer gruplara göre daha fazladır; çoğunlukla Kosova’da yaşayan Arnavutlar ise federasyondan ayrılmaya çalışmaktadırlar. Makedonya bölgesinde yaşayan Türkler’in sayısı diğer etnik gruplara nisbetle daha az olup 140.000 civarındadır. İslâm Dinî Birlikleri adı altında teşkilâtlanmış olan müslümanların en yüksek dinî otoriteleri, seçimle iş başına getirilen reîsü’l-ulemâdır ve Saraybosna’da oturur. Ülkede 200’ün üzerinde cami ile din görevlisi yetiştiren iki okul (Saraybosna ve Priştine’de) bulunmakta, ayrıca otuz yıl kapalı kaldıktan sonra tarihî Gazi Hüsrev Bey Medresesi’nde 1977 yılında yeniden açılan İslâm Fakültesi eğitim ve öğretime devam etmektedir. Müslümanların kendi millî dillerinde çıkan çeşitli yayın organları da mevcuttur. Yugoslavya müslümanları, komşu Avrupa ülkelerine nisbetle daha iyi şartlarda ve geniş bir din hürriyeti çerçevesinde yaşamaktadırlar. İslâm dünyası ile olan ilişkileri de giderek artmaktadır.

Yunanistan’da, ataları Osmanlı Devleti zamanında buraya yerleşmiş 160.000’in üstünde müslüman Türk yaşamaktadır. Büyük çoğunluğu Batı Trakya’da yerleşmiş olmakla birlikte Rodos ve Sakız adaları ile Atina’da da oturanları vardır. Lozan Antlaşması’na göre Türkler azınlık haklarına sahiptirler. Ülkede 250’ye yakın ilkokul, dört ortaokul ve 300 cami bulunmakta, ayrıca İskeçe ve Gümülcine’de İslâmî eğitim yapan medreseler faaliyetlerini sürdürmektedirler. Yunan yönetimi müslümanlar üzerinde sessiz fakat büyük bir baskı politikası uygulamakta, çeşitli bahanelerle dinî müesseseler kapatılmakta ve hatta yapılar tahrip edilmektedir. Son yıllarda müslümanların İslâmî isimleri kullanmalarına karşı şiddetli tedbirler alınmış, adında Türk kelimesine yer veren dernekler kapatılarak yöneticileri mahkûm edilmiş ve özellikle seçim kazanan Türk adayların parlamentoya girmemeleri için anayasaya aykırı faaliyetlere girişilmiştir. Bu arada hükümet, Lozan Antlaşması’na göre cemaat tarafından seçilmesi gereken müftüleri doğrudan tayin etmekte ve bu durum büyük tepkilere yol açmaktadır.

Diğer Ülkeler. Kuzey Avrupa ülkelerinden Norveç’te çoğunluğu Pakistanlı, Türk ve İranlılar’dan oluşan yaklaşık 25.000 kişilik bir İslâm cemaati bulunmaktadır. Pakistanlılar 12.000, Türkler ve İranlılar 5000’er, Fas, Tunus, Cezayir ve Bengladeşliler de toplam 3000 kişilik bir cemaatle temsil edilmekte ve on beşi Türkler tarafından kurulmuş olan yaklaşık otuz derneğin çatısı altında faaliyet göstermektedirler. İrlanda’da çoğu öğrencilerden ibaret olan yaklaşık 5000 kişilik bir İslâm cemaati vardır ve bu cemaat Dublin ve Galway’da iki ayrı teşkilât ile bir camiye sahiptir. Tatar kökenli


müslümanların yaşadıkları Finlandiya’nın çeşitli şehirlerinde cami, okul ve cemaat merkezleri bulunmaktadır; buradaki müslümanların bir kısmı iş adamı ve bankacıdır. Çok az sayıda müslüman nüfusun yaşadığı Çekoslovakya, Lüksemburg, İzlanda ve Malta’da herhangi bir İslâmî teşkilât yoktur.

BİBLİYOGRAFYA:

Belâzürî, Fütûh (Fayda), Ankara 1987, s. 330-339; Aga Khan - Zaki Ali, L’Europe et l’Islam, Geneve 1944; J. P. Roux, L’Islam en Occident: Europe-Afrique, Paris 1959, s. 33-40; Haydar Bammat, İslâmiyetin Manevî ve Kültürel Değerleri (trc. Bahadır Dülger), Ankara 1963, s. 67-74, 207-215; Ramazan Şeşen, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, İstanbul 1975, s. 43-46; Anwar G. Chejne, “Islamization and Arabization in al-Andalus: A General View”, Islam and Cultural Change in the Middle Age (ed. Speros Vryonis Jr.), Wiesbaden 1975, s. 59-86; Ali Muntasır el-Kettânî, el-Müslimûn fî Ûrûbbâ ve Emerîkâ, Zahran 1396/1976, I, 7694; a.mlf., Muslim Minorities in the World Today, London 1986, s. 21-81; Abdülfettâh Mukallid el-Ganîmî, el-İslâm ve’ŝ-ŝeķāfetü’l-ǾArabiyye fî Ûrûbbâ, Kahire 1979; Gallâb, el-Büldânü’l-İslâmiyye, s. 705-758; S. M. Darsh, Muslims in Europe, London 1980; Hitti, İslâm Tarihi, III, 775-786; Aziz Ahmed, Târîħu Śıķılliyyeti’l-İslâmiyye (trc. Emîn Tevfik et-Tayyibî), Trablusgarp 1399/1980, s. 13-31; T. W. Arnold, İntişâr-ı İslâm Tarihi (trc. Hasan Gündüzler), Ankara 1982, s. 141-208; B. Lewis, The Muslim Discovery of Europe, New York 1982, s. 17-56; M. Lombard, İlk Zafer Yıllarında İslâm (trc. Nezih Uzel), İstanbul 1983, s. 76-89; R. Mantran, “L’Islam en Europe à l’époque ottomane”, L’Islam en Europe a L’Epoque Moderne, Paris 1985, s. 13-48; F. Lamand, L’Islam en France, Paris 1986, s. 24-25, 35-36; A. Popovic, L’Islam Balkanique, Berlin 1986, tür. yer.; a.mlf., “Les Musulmans de Hongrie Dans Le Période Post-Ottomane”, St.I, LV (1982), s. 171-186; W. Montgomery Watt, İslâmın Avrupaya Tesiri (trc. Hulûsi Yavuz), İstanbul 1986; S. Runciman, “Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki İslâmî Tesirler”, ŞM, III (1959), s. 1-13; Alaeddin Sâmarrâî, “Some Geographical and Political Information on Western Europe in the Medieval Arabic Sorce”, MW, LXII / 4 (1972), s. 304-322; Mahmûd İbrâhim, “el-Müslimûn dâħilü’l-müctemaǾâti’l-Ûrûbbiyye”, Fayśal, XVIII, Riyad 1978, s. 134-138; İsmail Balic, “Eastern Europe the Islamic Dimension”, JIMMA, I / 1 (1979), s. 29-37; Ahmed Smajlavic, “Muslim in Yugoslavia”, a.e., II / 1 (1980), s. 132-144; J. Slomp, “Islam in the Netherlands”, a.e., VII / 2 (1986), s. 519-522; Mushtak Parker - Mustafa Shirazi, “Muslim Immigrants in Western Europe”, Arabia, sy. 31, London 1984, s. 61-70; Muhammad Anwar, “Who are the Muslims in West Europe”, Impact International, XV / 14, London 1985, s. 810; J. S. Nrelsen, “Islamic Law and its Significance for the Situation of Muslim Minorities in Europe”, Research Papers, sy. 35, Birmingham 1987, s. 1-57.

Rıza Kurtuluş