ÂŞÛRİYYE

العاشوريّة

Desûkıyye tarikatının Sâlih Âşûr el-Mağribî’ye nisbet edilen bir kolu.

(bk. DESÛKIYYE).





AT

İslâm Öncesi. Tarihten önceki devirlerden beri Asya ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde yabani halde yaşadıkları bilinen türlü cinsten atların ehlîleştirilerek insan hizmetine verilmesi tarihte büyük bir hamle sayılır. Zira ot yiyen hayvanlar arasında adale kuvveti en fazla, tabii zorluklara en dayanıklı, değişik iklimlere tahammül bakımından en güçlü ve sürekli hızda rakipsiz olan at, tarihî ve içtimaî hayatta olduğu gibi din, edebiyat ve sanat alanlarında da büyük gelişmelere imkân vermiştir. İlk defa at sayesinde farkedilen sürat kavramı, mesafelerin kısalması ve kazanılan zaman dolayısıyla insanlığa derin bir zihniyet değişikliği getirmiş, hususi bir maharet ve cesaret isteyen ata binme işi, at üstünde olana, yayalar üzerinde maddî-mânevî hâkimiyet kurma yolunu açmıştır. Ülke, nüfus miktarı, idare bakımlarından dar sınırlar içinde kapalı eski site devleti sınırlarını aşarak kıtalara yaygın, çok kavimli ve o nisbette hukukî toleransa sahip geniş imparatorluklar kurma şartlarını hazırlamış ve atın bilhassa savaş vasıtası olarak kullanılması dünya harp tarihinde, orduların makineleştirildiği II. Dünya Savaşı’na kadar “at çağı”nın başlangıcı olmuştur.


Eski çağların atı ehlîleştirmek ve ata binmek gibi, günümüz feza çalışmaları ayarında tutulan medenî hamlesinin ilk olarak hangi topluluk tarafından gerçekleştirildiği meselesi, çeşitli milletler arasında âdeta bir rekabet konusu hâline getirildiğinden, henüz kabul edilen kesin bir sonuca ulaşmamıştır. Nitekim atın önce Hint-Avrupalılar’ın gayretiyle ehlîleştirildiği ve dünyada ilk binicilerin onlar olduğu yolundaki iddialar, peşin hükümler mahsulü faraziyeler durumundadır. Atı ilk defa Fin-Ugorlar’ın (Urallı) ehlîleştirdiğine, hatta Türkçe’deki at ile ilgili bazı kelimelerin Fin-Ugorca’dan alındığına dair söylentiler de ciddiyetten uzak görüşlerdir. Çünkü milâttan önce IV. bin ortalarında adı geçen kavimlerin yaşadığı Ural dağları yöresindeki bozkırlar bölgesinde görünen topluluklar, oraya Asya’dan atları ile birlikte gelmişlerdir. Öte yandan at iskeletlerinin Orta Asya’dan önce Dinyepr kıyılarında Tripolie ve Poltavka’daki mezarlarda bulunduğu ve milâttan önce VIII. yüzyılda Orta Avrupa’da demir gem kullanan bir “atlı kavim”in Kafkaslar yolu ile Mezopotamya kültürünün tesirinde atçılıkla ilgilendiği, yine milâttan on dört asır önce Ön Asya’da attan bahseden metinlerin ele geçmesi, meseleyi çözebilecek deliller sayılmamaktadır. Zira Güney Rusya’daki kalıntıların belki de bir yabani ata ait olabileceği ihtimali, Kafkaslar’da atı ilgilendiren eserlerin milâttan önce IX-VIII. yüzyıllardan kalması, Akkad metinlerinin ise Orta Asya’ya nisbetle geç tarihlerin izlerini taşıması, Türkler’ce temsil edilen tarihî-sosyolojik gerçekleri değiştirecek sağlamlıkta görülmemektedir. Vahşi bir hayvanı ehlîleştirmek için her şeyden önce insanları bu faaliyete zorlayacak belirli şartlara ihtiyaç vardır. Bu şartlara ise ne Avrupa, Hint, Mısır, İran ve İç Asya’da, ne Ural dağları çevresinde, ne Ön Asya ve Mezopotamya’da, ne Çin’de, ne de Baykal’ın kuzeyi ve doğusunda rastlanmaktadır. Buna karşılık bu şartlara sadece Yukarı Asya bozkırlarında tesadüf edilmektedir. Adları geçen kavimlerden bir kısmının köylü, bazılarının göçebe kültüre bağlanmaları, yaşadıkları bölgelerin tabii durumu gereğidir. Halbuki Türkler öz vatanları olan Asya bozkırlarının iklimine uygun bir tarzda hayatlarını sürdürmek zorunda idiler ki bu da binlerce baş hayvanın güdülmesi, mevsimden mevsime otlaklara zamanında sevkedilmesi, su başlarına süratle yetiştirilmesi zaruretini doğurmuş ve onları hızlı ve dayanıklı vasıtalar teminine itmiştir. İşte atın insana kazandırılması gibi fevkalâde bir medenî merhale bu sayede aşılmıştır. O andan


itibaren de at Türk’ün ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve gücünden, süratinden, etinden, sütünden, kılından, derisinden faydalandığı, gerek et gerekse canlı halde bilhassa Çin’e çok değerli ihraç malı olarak satıp büyük iktisadî destek sağladığı, dolayısıyla hemen bütün varlığını borçlu olduğu bu hayvanı insan ruhlu, icabında konuşabilecek ölçüde zeki, savaşlarda binicisi kadar cengâver, Gök Tanrı’ya ve atalara sunulacak en makbul kurban, en muteber hediye saymıştır.

Eski Türkler’ce gökten indiği kabul edilerek âdeta kutsallaştırılmış olan at, çok kere törenle sahibinin yanına veya hususi mezarlara gömülmüş, bir nevi matem alâmeti olmak üzere veya binicisinin savaşta ölümü halinde kabrine konmak için kuyrukları kesilmiştir. Ayrıca at yarışları, at güreşleri, bozkırların ünlü ilkbahar ve güz bayramlarında tertiplenen atlı top oyunları, cirit ve diğer atlı sporlar, sık sık hakanların ve daha sonra Hârizm’de, İran’da, Anadolu’da, Mısır’da sultanların da katıldığı çevgân ve küre oyunları gibi halk tarafından çok sevilen eğlenceler tertiplenmiştir. Türk halk destanı, masal ve menkıbelerinde mühim rol oynayan at, bir nevi askerî manevra taktiğinde yürütülen sürek avlarında bazan ava katılan binlerce kişinin vazgeçilmez vasıtası olmuş, bilhassa tarihte ilk defa Türk ordusunda kurulan (II. bin ortaları) hafif teçhizatlı süvari birlikleri eski Çin, İran, Makedonya, Roma, Bizans, Avrupa, Moğol askerî kuvvetlerine örnek teşkil etmiştir. Halbuki yerleşik veya göçebe diğer toplulukların hiçbirinde sosyal, askerî, ekonomik ve dinî bakımdan önemli bir yeri olmayan, yabancı milletlerin faal hayatlarında tamamıyla tesirsiz bir hayvan durumunda kalan at, ancak onların efsaneleriyle bazı iptidai geleneklerinde görünmüştür.

Bu tarihî olayları dikkate alan bazı kültür tarihçileri gerçeği ifadeden çekinmemişlerdir. Meselâ W. Koppers, atın ehlîleştirilmesini “atlı-çoban” kültürün sahibi olan ilk Türkler’e atfetmek gerektiğini ve insanlık tarihinde elde edilen bu başarının diğer kavimlerin gelişmesinde de çok önemli sonuçlar doğurduğunu, büyük devlet olabilmek için gerekli şartların bu sayede belirdiğini ifade etmektedir. Öte yandan F. Flor da atın Türkler’in ataları tarafından insanlık hizmetine sokulduğunu belirtmiş, tanınmış Viyanalı din ve kültür tarihçilerinden W. Schmidt ise Orta Asya’da oturan ve çok eski bir zamanda avcılık hayatından hayvanları ehlîleştirmeye geçen ve ata ilk binen kavmin Türkler olduğunu kabul etmiştir. Yine Türkler’in anayurt bölgesi olan Asya bozkırlarını, yeryüzünde mevcut on iki kültür merkezinden biri kabul eden etnolog-tarihçi O. Menghin, bozkırlı halkın biri kemik kültürü, diğeri besicilik olmak üzere iki safhayı aştıktan sonra üçüncü merhalede at yetiştirme kültürü ile en yüksek seviyeye ulaştığını söylemiş, aynı zamanda muharip kimseler olduğunu keşfederek “savaşçı-çoban” dediği bu halkın dünyaya medeniyet yayan ocaklardan birinin sahibi bulunduğunu, bundan dolayı da dünya tarihinde çok önemli bir yer tuttuğunu ifade etmiştir.

Bu etnolojik tarihî tesbitler, daha sonraki yıllarda Asya’daki ilmî kazılarda elde edilen arkeolojik ve antropolojik malzeme üzerindeki incelemelerle de desteklenmiştir. Baykal gölünün batısında Minusinsk’te Afanasyevo mevkiindeki mezarlarda ilk defa at kalıntılarına rastlanmış (m.ö. 2500-1700 arası), aynı bölgede Andronovo adlı kültür merkezinde (m.ö. 1700-1200) bol miktarda at iskeleti görülmüştür ki atlı defin âdetinin Batı’ya İskit sahasına buradan yayıldığı söylenmektedir. Andronovo kültürünü meydana getiren atlı kavim ise Sarı Moğol’dan ve dolikosefal Akdeniz tipi insandan tamamen farklı olup brakisefal ve beyaz renkli savaşçı bir topluluk idi. Yapılan tavsiflerden de açıkça tesbit edilmektedir ki O. Menghin’in “savaşçı-çoban”lar dediği bu halk, bozkır kültürünün sahibi ve yayıcısı olan proto-Türkler’den başkası değildi.

Bu açıklamalardan, atın medeniyet hizmetine verilmesi başarısının Türkler’e ait olduğu anlaşılmaktadır. Buna başka bir delil de Türkler tarafından ilk terbiye edilen at cinsinin, İndo-Germenciler’ce ehlî atın aslı olduğu ileri sürülen ve kalıntılarına Cungarya’da tesadüf edilen “Mequus Prjewalski”den başka oluşudur. Kısa, kalın bacaklı, büyük ve öne doğru eğik kafalı, hantal gövdeli, dolayısıyla savaş yönünden elverişsiz vasıflar taşıyan ve daha ziyade yük hayvanı olan bu İç Asya tipine karşılık bozkır cinsi at uzun ince bacaklı, küçük dik başlı, sert tırnaklı binek atıdır ki savaşlarda serî manevralar için ideal bir beden yapısına sahiptir. Bu sebeple Çinliler, Türk usulünü örnek alarak ıslaha giriştikleri ordularında süvari birlikleri kurarken, Hun atlarının en iyi yetiştirildiği bölge olan Batı Asya’dan “kan terleyen” sıfatı ile tanıtıp “Gök Tanrı atı” (T’ien-ma) diye andıkları bozkır atlarını temin etmek için büyük gayretler sarfetmişlerdir.

Attan faydalanabilmek için ihtiyaç duyulan âletlerden biri, binmeyi kolaylaştıran üzengi, öteki de atı istenilen istikamete sevketmeyi sağlayan gemdir. Bu iki âletin keşfi ata hâkim olmayı mümkün kılmıştır. Milâttan önceki tarihlerden beri kullanılması gerektiği kabul edilen ve Avrupa’da Avar Hakanlığı ile yaygınlaştığı bilinen üzenginin kelime olarak Türkçe menşeli olduğu şüphesizdir. Yalnız Osmanlıca’da görülen ve yabancı bir dilden alındığı söylenen gem kelimesi yerine eski Türkçe’de yular, dizgin, kantarma, yükün, tin gibi birçok deyim kullanılmıştır. Bunlardan son ikisi metinlerde nâdiren geçmekle beraber dizgin ve yular kelimelerinin çok yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Kantarma kelimesi ise kantar şeklinde Macarca’ya da geçmiştir.

Türkler atı cinsine, cinsiyetine, yaşına, rengine göre çok değişik ve bol sayıda deyimlerle anmışlardır. Bu şaşırtıcı kelime zenginliği arasında en yaygın olanlar at, aygır, kulan, kısrak ve yunddur. Bu şekilde yalnız Asya Hunları’nda üç, Göktürk çağında on bir cins at sayılmıştır ki Çinceleştirilmiş adların Türkçe asılları bilinmemektedir. Orhun Kitâbeleri’nden beri bugünkü söylenişi ile geçen ve bütün Türk lehçelerinde mevcut olan at kelimesi, bazı Moğolistler tarafından, zaman ve mâna itibariyle farklı ve çoğu faraziyeye dayanan Moğolca


sözlerden türetilmek istenmiştir. Bu yakıştırmalar elbette türlü itirazlara yol açmış ve at kelimesinin, aslı Ana Türkçe’de bulunması gerekli bir aqta (aqt at) köküne bağlanabileceği (aynı kökten Moğolca’ya: agta) düşünülmüştür. Fakat at deyimini ihtiva eden ilk belgenin milâttan önce Çin yıllığı Shich’i’de mevcut olduğu da söylenebilir. Asya Hunları tarafından terbiye edilen yabani atlardan biri “K’uai-t’i” diye anılmakta ve Çince olmayan bu adın mânası “büyük bir güç ile sıçramaya istekli” olarak açıklanmaktadır. Buna göre Çince kaynakta zikredilen isimde at sözünün ilk şekli belirmekle beraber, belki de kelimenin ilk hecesi olan “ku”, Türkçe’de “sarışın, kumral” mânalarına gelen deyimdir ki bu takdirde bahis konusu adın Türkçe anlamı “kula veya doru at” olabilecektir. XI. yüzyılda ünlü Türk dilci ve etnografyacısı Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugati’t-Türk’te at ile ilgili olarak tesbit ettiği 180 civarındaki isim, atasözü, tabir vb. yanında, ayrıca, “Kuş kanatın, er atın” (kuş kanadıyla, er atıyla) diyerek belirttiği (I, 34-35), Türk ile atın birbirini tamamlayan iki unsur sayıldığı hususu, IX. asrın meşhur İslâm müellifi Câhiz tarafından da ifade edilmiştir: “Türk’ün silâhı, hayvanı, koşum takımları ile ilgili herşeyi yanında bulunur... Öyle at sürer ki onun dışındakiler geride kalır ve Türk hızla koşan at üzerinde dört yana ok atar... Türk atını kendisi terbiye eder, yetiştirir, adını söyleyince atı onu takip eder... Türk’ün ömrünün fazlası atı üzerinde geçer... Türk hem çoban, hem seyis, hem cambaz, hem baytar, hem süvaridir... Hülâsa bir Türk başlı başına bir millettir...”.

BİBLİYOGRAFYA:

Orhun Âbideleri (nşr. Muharrem Ergin), İstanbul 1970, bk. İndeks; Câhiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri (trc. Ramazan Şeşen), Ankara 1970, s. 66-68; Dîvânü Lugāti’t-Türk, I, 34, 48 vd., 472; II, 199; III, 217, 423; Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Ankara 1977, III, 423, tür. yer.; O. Menghin, Die weltgeschictliche Rolle der Ural-Altais chen Völker, Budapest 1929, s. 55-229; Gy. Nemeth, A Honfoglao Magyarsag Kialakulasa, Budapest 1930, s. 37, 141-144; A. Berthelot, L’Asie ancienne centrale et sud-orientale d’après Ptolemee, Paris 1930, s. 16, 22; F. Flor, Haustiere und Hirten Kultur, Viyana 1930; L. Rasonyi, Baszaraba, Budapest 1933, s. 171; a.mlf., Tarihte Türklük, Ankara 1971, s. 3-6; a.mlf., “At ve Arabanın Tarih ve Sosyolojik Ehemmiyeti”, II. Türk Tarih Kongresi Zabıtları (1937), İstanbul 1943, s. 858; W. Schmidt, Rassen und Völker, II, 1946; R. Grousset, L’Empire des Steppes, Paris 1952, s. 22; Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962, s. 3-8, 60-66, 68, 128, 196, 389; Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972, s. 28, 29, 38-41 vd.; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1982, s. 207-213, 269-275, 284-301; W. Eberhard, “Çin Kaynaklarına Göre Orta Asya’da At Cinsleri”, Ülkü Dergisi, sy. 92, İstanbul 1940, s. 161; W. Koppers, “Cihan Tarihinin Işığında İlk Türklük ve İlk İndo-Germenlik”, TTK Belleten, sy. 20 (1941), s. 471; DTCFD, V/3 (1947), s. 346 vd.; J. Deer, “İstep Kültürü”, a.e., XII/1-2 (1958), s. 161; N. Egami, “The K’uai-t’i, the T’ao-yü and the T’an-hsi, the Strange domestic animals of the Hsiung-nu”, Toyo-Bunko, sy. 15, Tokyo 1951, s. 94 vd., 98, 101; A. Caferoğlu, “Türk Onomastiğinde At Kültü”, TM, X (1953), s. 201-211; Ş. Elçin, “Türklerde Atın Armağan Olması”, TKA, I (1964); A. İnan, “Altay Dağlarında Bulunan Eski Türk Mezarları”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1968; J. Ruska, “Feres”, İA, IV, 555; F. Viré, “Faras”, EI² (İng.), II, 784-787; a.mlf., “Khayl”, EI² (İng.), IV, 1143-1146.

İbrahim Kafesoğlu




İslâmî Devir. Medeniyet tarihinde önemli bir yeri olan atın İslâm dünyasında da bu mevkiini devam ettirdiği görülmektedir. İslâmiyet’in İspanya’dan Hindistan’a kadar yayılmasında, Anadolu’nun fethinde, Büyük Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kurulmasında atlı birliklerin büyük rolü olmuştur.

İslâm’ın ilk devirlerinde Arabistan’da attan çok az ölçüde faydalanılmıştır. “Kitâbü’l-hayl” türü eserlerden öğrenildiğine göre Araplar arasında ata sahip olmak bir üstünlük ve zenginlik alâmeti idi. Bu bakımdan Necid bölgesinde at cinsleri ıslah edilmekte ve ticareti yapılmaktaydı. Atların ıslah edildiği en eski ve en meşhur yer Hima Der‘iyye denilen yerdi. İslâmiyet’te ata verilen önem Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan atla ilgili âyetlerden de anlaşılmaktadır. Meselâ Âdiyât sûresinin 1-6. âyetlerinde, “Andolsun o harıl harıl koşan atlara, o -tırnaklarıyla- çakarak ateş çıkaranlara, sabahleyin baskın yapanlara, tozu dumana katanlara, bununla bir topluluğun tâ ortasına girenlere ki, muhakkak insan rabbine karşı çok nankördür” buyurulmakta, aynı şekilde Enfâl sûresinin 60. âyetinde de, “Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve -cihad için- bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğerlerini korkutasınız” denilmektedir. Öte yandan Hz. Peygamber İslâm’ın yayılıp yerleşmesinde atın önemini takdir ederek bu husustaki çalışmaları teşvik etmiştir. Nitekim, “Kıyamete kadar atların alnında hayır vardır” (Buhârî, “Menâkıb”, 28); “Allah yolunda samimi niyetle cihad için bir at yetiştirene bir şehid sevabı verilir” (İbnü’l-Kelbî, s. 10); “Bereket atların alınlarındadır” (Nesâî, “Hayl”, 6) sözleriyle at yetiştirmenin ne kadar önemli olduğunu belirtmiştir. Buna bağlı olarak kendisi de birçok ata sahip olmuştur ki rivayete göre bunların sayısı on dokuzdur. Bununla beraber ilk devir savaşlarında, çeşitli kaynaklarda mübalağalı rakamlar verilmesine rağmen atlı asker sayısının fazla olmadığı görülmektedir. Meselâ kaynaklarda Bedir Savaşı’nda atlı müslümanlardan bahsedilmemekte, buna karşılık Mekkeliler’in 100 atının bulunduğu bildirilmektedir. Ancak daha sonraki dönemde İslâm mücahidleri attan büyük ölçüde faydalandılar ve fetihleri bu sayede gerçekleştirdiler. Bu devirde bir yaya askere 1000


dirhem atıyye* verilirken süvariye bunun iki katının ödenmesi, atlı askere verilen önemi göstermektedir. İslâm prensiplerine intibak ettikten sonra atlı bedevîlerin fetihlerde önemli rolleri olduğu görülmektedir. İslâm atlı kuvvetleri içinde keşif ve baskın yapan, bağımsız hareket ederek düşman topraklarına akınlar düzenleyen, fethedilen yerin asayişini sağlayan, huzursuzlukları ortadan kaldıran atlı birlikler teşkil edilmişti. Bu silâhlı birlikler ketibe, talîa, seriyye, cerîde, râbıta ve mücerrede gibi adlarla anılmaktaydı. Dört halife döneminde, özellikle Hz. Ömer devrinde İslâm süvari birliklerinin geliştirilmesi hususunda çalışmalar yapıldı. Büyük merkezlerde bulunan kışlaların her birinde 4000 at kapasiteli ahırlar inşa edildi. Sağrılarına, “Allah yoluna vakfedilmiştir” damgası basılan atların sayısının 40.000 civarında olduğu nakledilmektedir. Özellikle Medine yakınında bulunan Rebeze ve Nakī‘ gibi büyük meralar atlar için ayrıldı. Otlakların teftişi ve at yetiştirme çalışmalarını yürütmek üzere, bu konuda bilgi sahibi olan Selmân b. Rebîa el-Bâhilî Hz. Ömer tarafından görevlendirildi. Emevî halifeleri de bu teşebbüsü hızlandırarak devam ettirdiler. Hicaz’da, daha sonra Suriye ve Irak’ta at ıslah sahaları açıldı. Burada Türkmen atlarıyla da kaynaşma sağlanarak “Arap atı” adı verilen cins atlar yetiştirildi. Kuzey Afrika’nın fethinde at birinci planda rol oynadı. Ata verilen önem Abbâsîler zamanında da devam etti. Abbâsîler İran ve Orta Asya’nın zengin at kaynaklarına sahip oldular. Bu sebeple Hicaz ve Necid’deki ıslah bölgeleri önemini kaybetti. Abbâsîler ve onlardan ayrılan devletler kendi askerî birlikleri içinde Türkler’den teşkil edilmiş süvari kuvvetleri meydana getirdiler. Bu dönemde atın önemi, çeşitleri, kültür tarihinde ve edebiyattaki yeri, eğitimi ve ıslahı hususunda çeşitli eserler kaleme alındı. Bunların en önemlilerinden biri, Halife Mütevekkil’in mîrâhuru İbn Ahî Hizâm el-Huttelî’nin Kitâbü’l-Hayl ve’l-fürûsiyye ve’l-baytara (Süleymaniye Ktp., Hafid Efendi, nr. 257; Ayasofya, nr. 2899/1; Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 3174/1) ve Kitâbü’l-Fürûsiyye (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2899/2; Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 3174/2) adlı eserleridir. Atın özellikle ilk dönemlerde ithaline izin verilirken ihracı kesinlikle yasaklanmıştır. Bununla beraber XIX. yüzyılın sonlarında İngilizler tarafından Bağdat’tan Hindistan’a önemli ölçüde at nakledildiği görülmektedir. Fakat daha sonra, at cinsinin istifade edilemeyecek ölçüde bozulması karşısında yeniden ihraç yasağı koymak mecburiyeti hasıl olmuştur. Bugün Arap dünyasında atın Necid, Yemen, Hicaz, Suriye, Uman ve Maskat, Mısır, Kuzey Afrika ve Cezayir cinsleri bulunmaktadır.

Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkler’in yetiştirdikleri atlar ise Selçuklu kaynaklarında belirtildiği üzere “Türkmen atı” adıyla tanınan Türkistan neslinden idi. Türkmen atının en belirgin özelliği orta ve hatta küçük boyda, başı biçimli ve küçük, kulakları kısa, yeleleri sık ve uzun, göğüs sağrılarının güçlü olmasıdır. Bu vasıflara sahip Türk atı hızlı ve dayanıklıdır. Türkler atlarından bir kısmını damızlık olarak ayırdıktan sonra geri kalanını iğdiş ederlerdi. Bundan maksat, atın daha güçlü olmasının yanı sıra Avrupa’ya ve başka ülkelere ihraç edilen atların neslinin korunması ve onların eline geçmemesi idi. Bu şekilde XIII. yüzyılda Selçuklular döneminde “Yabanlu pazarı” olarak bilinen pazarda yabancılara yapılan at ihracından büyük gelir temin edilmekteydi. At ihracına karşılık Selçuklu sultanlarının da ata karşı büyük ilgi duydukları şüphesizdir. Nitekim Simon de Saint-Quentin, Selçuklu sultanının haralarında 10.000 at beslendiğini belirterek sultana sunulan hediyelerin başında en iyi cinsten atların geldiğini kaydetmektedir.

En eski dönemlerden itibaren Türkler’ce ata verilen değer Selçuklular tarafından da sürdürülmüştür. Selçuklu sultanları saraylarından çıktıklarında mutlaka ata binerlerdi. At dışında bir vasıtaya binmek küçüklük sayılırdı. Atın rengi ise özel olarak seçilir, daha çok beyaz renk tercih edilirdi. Aynı hususlar Osmanlılar tarafından da benimsenmiştir. Meselâ Alparslan’ınki gibi Fâtih’in atı da beyazdı.

Kaynaklarda, Memlükler’de de ordunun büyük kısmının atlı askerlerden meydana geldiği ifade edilmektedir. Meselâ Sultan Berkuk devrinde sadece Gazze’den Diyarbekir’e kadar olan saha içinde yerleşmiş bulunan Bozok, Dulkadırlı, İnaloğlu, Ramazanoğlu, Avşar, Döğer, Harbendelü, Ağaçeri, Varsak, Kınık, Bekirli, Bayındır, Bayat gibi Türkmen boy ve ulusları 180.000 atlı çıkarmaktaydılar. Kalkaşendî’nin belirttiğine göre Memlük


ordusunda bulunan Benî Kilâb adlı Arap kabilesi Memlük ordusunda iğdiş edilmiş atlara binmekteydiler.

At yetiştirme geleneği Anadolu beyliklerinde, özellikle Germiyanoğulları’nda ve daha sonra Osmanlılar’da da devam etmiştir. XVI. yüzyılda Halep Türkmenleri içinde yer alan Yıva aşiretinden, muhtemelen at yetiştirmeleri dolayısıyla “Hayl-Yıva” adıyla tanınan bir grup bulunmaktaydı. Yine Beydili’ye bağlı bir cemaat, At Güden Bey adlı boy beyi idaresinde beylerinin ismiyle anılmaktaydı. Ayrıca Osmanlı kaynaklarında Atçeken (Esbkeşan) ulusu olarak adlandırılan grup, vergilerini yetiştirdikleri attan verme gibi bir nizama tâbi idiler. İbn Fazlullah elÖmerî “Rûmiyyât” olarak adlandırdığı Anadolu atlarının çok değerli olduğunu bildirmekte ve bunların çok uzun süre koşabildiğini belirtmektedir. Genellikle Konya-Eskişehir-Ankara-Aksaray arasında yaşayan Türkmenler at yetiştirmekle meşhurdular. 1432-1433 yıllarında Osmanlı ülkesine gelen Bertrandon de la Broquière de Türk atlarının çok iyi olduğunu ve uzun müddet koşabildiğini ifade etmektedir. Avusturya elçisi Busbecq ise Türkler’in atların eğitimine çok önem verdiklerini, bu sebeple atların sahiplerine çok alıştıklarını söyledikten sonra, fazla beslenmeyen bu atların ince yapılı olduğunu, bu yüzden uzun müddet koşabildiklerini ve dayanıklı olduklarını belirtir. XVIII. yüzyılda İstanbul’da bulunan d’Ohsson da Türk atlarını överken en küçük rütbede bir subayın veya biraz hali vakti yerinde olan vatandaşın bile bir iki atı olduğunu kaydederek at koşumlarının güzelliğinden ve zenginliğinden de uzun uzun bahseder. Yabancı seyyahlar tarafından bu şekilde övgüyle anlatılan Türk atları sahiplerince pek sevilmekte ve itinalı bir şekilde eğitilmekte idi. Bundan dolayı savaşta atın sevk ve idaresi kolaylaşmış, at sürücüsü ile bütünleşmiştir.

Türk devletlerinde askerî birlikler genellikle atlı askerlerden teşkil edilmiştir. Osmanlılar’ın ilk askerî teşkilâtının kurulması sırasında yayaların yanı sıra “müsellem” adı altında süvari birlikleri de meydana getirilmiştir. Savaşta oynadığı rol dolayısıyla Osmanlılar da atın başka devletlerin eline geçmemesi için çeşitli tedbirler almıştır. Öte yandan Fâtih Kanunnâmesi’ne, at hırsızlığı yapanların ellerinin kesilmesi veya 200 akçe ceza alınması hükmü konmuştur (Barkan, s. 389). Ayrıca Kanûnî döneminde ithaline izin verilen atın ihracı yasaklanmıştı (BA, MD, nr. 3, s. 71/173, 236/674). Zira Osmanlı ordusunun temelini teşkil eden timarlı sipahiler, akıncılar ve kapıkulu süvarileri doğrudan doğruya at üzerine kurulmuş askerî birliklerdi. XVI. yüzyılda bu atlı askerî sınıfın savaş sırasındaki mevcudu 100.000 dolaylarına varmaktaydı. Meselâ Kanûnî’nin 1532 Alman Seferi’nde orduda yaklaşık 120-140.000 arasında süvari kuvveti olduğu kaydedilmektedir. 1683 Viyana Seferi’nde ise Yeni-il, Halep Dânişmendlü, İfrâz-ı Zülkadriyye, Mamalu ve Adana eyaletindeki Türkmen aşiretlerinin savaşa atlı olarak katıldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca Osmanlı ordusunda at üzerinden tüfek atmakta mahir kimselerden meydana gelen bir bölük bulunmaktaydı (Barkan, s. 356). XVII. yüzyılda bu birliğin mevcudu 1088 idi. Son olarak 1891’de II. Abdülhamid tarafından aşiret kuvvetlerinden Hamidiye Hafif Süvari Alayları teşkil edildi.

At özellikle Osmanlılar’da haberleşmede ve taşımacılıkta ana vasıta olmuştur. Bununla birlikte savaşlarda ve haberleşmedeki değeri dolayısıyla nakliye işlerinde yaygın şekilde kullanılmamıştır. Bunun yerine düz sahalarda devenin, dağlık bölgelerde ise merkep ve katırın kullanıldığı görülür. Osmanlı haberleşme teşkilâtında atın büyük önem taşıdığı belgelerden anlaşılmaktadır. Meselâ 1726 yılında Anadolu’nun anayollarından Halep’e kadar olan sağ kol güzergâhı üzerindeki menzillerde 370, Bağdat’a kadar olan orta kolda yer alan menzillerde 671, Kars ve Bayezid’e kadar uzanan sol kolundaki menzillerde de 264 beygir bulunuyordu. Aynı şekilde Rumeli’de de Azak’a kadar olan sağ kolda 166, Belgrad’a kadar orta kolda 155 ve Atina’ya kadar olan sol kol üzerindeki menzillerde de 132 at beslenmekteydi. Bu sayılara tâlî yollardaki menzil atları dahil edilmemiştir. Menzillerde, devletin resmî memurları ve haberleşmeyi yürüten ulakların kullanması için beslenen atlar dolayısıyla devlet büyük masraflar yapmıştır. Genel olarak her beygirin yıllık masrafı 147.5 kuruş dolayında idi. Nitekim II. Mahmud devrine ait bir belgedeki kayda göre, yıllık harcanan paranın üçte birinin menzillere sarfedildiği belirtilmektedir. Öte yandan atların Rumeli’den Anadolu’ya, Anadolu’dan Rumeli’ye geçişini sağlamak için İstanbul ve Çanakkale boğazlarında at gemileri işletilmiş, meselâ XVI. yüzyıl da taşınan her ata karşılık 5 akçe vergi alınmıştır (Barkan, s. 339). Aynı şekilde Kanûnî döneminde Kırım’da Kerç Boğazı’nda (BA, TD, nr. 370, s. 477) Silistre beyine gönderilen bir hükümden de Tuna’da at gemileri işletildiği anlaşılmaktadır (BA, MD, nr. 3, s. 415/1340). Yine Gebze’de Dil İskelesi de denilen Gemiciler köyü yakınlarında At İskelesi adı verilen bu türden bir yer bulunmaktaydı.

Osmanlılar’da at neslinin korunması ve daha iyi cins at üretmek düşüncesi, çiftlikler (hara) kurulmasına yol açmıştır. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nde Karacabey, İnönü, Konya, Çukurova, Eskişehir, Akköprü gibi yerlerde haralar kurulmuştur. Ancak sonraki yıllarda at yetiştiriciliğine gereken önemin verilmemesi yüzünden 1857’den sonra at ihtiyacı ithal yoluyla giderilmeye çalışılmıştır. Öte yandan Osmanlı sarayı içinde de atların bakımını üstlenen ve at yetiştiren müesseseler teşkil edilmiştir. Istabl-ı Âmire veya Has Ahur adını taşıyan bu dairenin başında mîrâhur (imrahor) denilen bir memur bulunuyordu. Bu daire saray hayvanlarına bakar ve bunların eğitimiyle meşgul olurdu. Çeşitli hizmetlilerin bulunduğu bu daire ayrıca hayvan yetiştirmekle de görevliydi. Osmanlı hükümdarları saraydan çıktıklarında gidecekleri yere mutlaka atla giderlerdi. Şeyhülislâm ve vezîriâzam ise arabaya binerdi. Müslüman olmayanların ata binmeleri izne bağlı idi (Cevdet, X, 185-186). Sarayda Has Ahur’da padişaha ait, ayrı ırklarda en iyilerinden 200 kadar at bulunmaktaydı. Hepsi birer iyi binici olan Osmanlı hükümdarlarının bundan başka Edirne, Bursa, Selânik gibi şehirlerde, Mora, Tesalya ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ihtiyat atları vardı. Buralardaki atların sayısı 5000-6000’e ulaşmaktaydı. Ata bu derece değer veren padişahlar biniciliğe de çok önem vermiş, usta binicileri teşvik etmiş ve övmüştür. Fâtih İstanbul’u fethettikten sonra Bizans’tan kalma eski hipodromu tamir ettirerek burasını at yarışları ve cirit oyunları için bir spor alanı haline getirmiştir. Bu sebeple de bu meydan daha sonra At Meydanı (Sultanahmet Meydanı) olarak şöhret bulmuştur. Osmanlılar’ın ata verdikleri önem ve ona bağlılıkları padişahların cenaze merasimlerine de yansımıştır. Meselâ eski bir Türk geleneği olan atın kuyruğunun kesilmesi, eyerinin ters konulması ve gözlerine tuz serpilerek ağlıyormuş hissinin verilmesi âdeti Fâtih’in, oğlu Mustafa Çelebi’nin


ve II. Bayezid’in cenaze merasimlerinde de görülmektedir. Aynı şekilde IV. Murad’ın cenaze merasiminde, savaşlarda bindiği üç atı da tersine eyerli olarak tabutunun önünde götürülmüştür.

Padişahların atları “at oğlanı” adı verilen seyisler tarafından timar edilir ve bakılırdı. Taycılar ise Has Ahur için at yetiştirirler, yund denilen kısrakların bakımını yürütürlerdi. Bu işlere bakanlar tekâlîf*-i örfiyyeden muaf tutulurdu. Has Ahur’daki atların çeşitli sebeplerle telef olması halinde aşiretlerden at satın alınması cihetine gidilirdi. Meselâ 1725’te saray atlarının hastalıktan telef olması üzerine, Rakka aşiretleriyle Reyhanlı ve Haremeyn Türkmenleri’nden (Pehlivanlı grubu) at satın alınması için ilgili bölge valiliklerine emirler gönderilmiştir.

Türkler arasında İslâmiyet’ten önce var olan atla ilgili inançlar ve onların efsanevî durumları İslâmî dönemde de devam etmiş, özellikle aşiretler arasında at âdeta kutsal bir varlık olarak telakki edilmiştir. Bu durum bilhassa tanınmış kişiler arasında, sevdikleri ata mezar yaptırmak şeklinde kendini göstermiştir. Bu şekilde Anadolu’da birçok at mezarı olduğu gibi İstanbul’da da at mezarları bulunmaktadır. Bunlardan Fâtih’in atına ait Eyüp’te Piyerloti Kahvesi’nin bahçesindeki mezar, Karacaahmet Mezarlığı’nda Ebü’d-Derdâ’nın atının mezarı, Üsküdar’da Kavak Sarayı (Şerefâbâd Kasrı) bahçesinde yer alan II. Osman’ın çok sevdiği “sisli kırat”ına ait mezarlar sayılabilir. Bu mezarlar halk arasında kutsal sayılarak ziyaret edilir hale gelmiştir. Nitekim II. Osman’ın atına ait mezar “at evliyası” adıyla meşhur olmuş ve buraya bazı sancılı atlar getirilmiştir. Son olarak ise Bursa Karacabey Çiftliği’nde Baba Sa‘d ve Baba Kulu adlı aygırların mezarları yapılmıştır.

At Türk atasözleri ve deyimlerine de girmiş, şiirlere konu olmuştur. Bu tarzda söylenmiş atasözlerinin sayısı elliye ulaşmaktadır. Öte yandan atların faziletlerini, atların en iyisi ve güzelini, atların bakımı ve haklarını, ata binme ve bakmanın âdâbını, nihayet atın faydalarını konu alan eserler de kaleme alınmıştır. Meselâ bunlardan Kadızâde Şeyh Mehmed Efendi’nin Kitâb-ı Makbûl der Hâl-i Huyûl (Süleymaniye Ktp., Kadızâde Mehmed, nr. 420; Bağdatlı Vehbi, vr. 1506; Hüsrev Paşa, nr. 816/3, vr. 52b-82b) adlı kitabı II. Osman’a sunulmuş bu türden bir eserdir.

Atın sevk ve idaresinde en önemli unsurlardan biri binit takımıdır. Türkler’de genellikle eyer, üzengi, gem, yular ve kamçıdan meydana gelen binit takımına terki heybesi, yem torbası ve nal da ilâve edilebilir. XV. yüzyıl seyyahlarından Bertrandon de la Broquière Türk gemleri ve eyerlerinden bahsetmekte, eyerlerin biri önde, diğeri arkada kemer şeklinde iki kaşı bulunduğunu ve çok süslü olduğunu bildirmektedir. Üzengilerin ise geniş tabanlı ve kısa kayışlı olduğunu, bu özelliği dolayısıyla oturanların sanki bir kürsüde imiş gibi durduğunu, bunun da mızrak darbesi alma ihtimalini azalttığını kaydetmektedir. Busbecq ise Türk atlarına vurulan nalın Avrupa’dakilerin aksine ortasının kapalı olduğunu ve bunun hayvanların ayaklarını daha iyi koruduğunu anlatmaktadır.

Atların al (kızılkahve), doru (gövde kahverengi, yele ve kuyruk kara), kula (gövde koyu sarı, yele ve kuyruk kara), kır (koyu kıllarla karışık ak), beyaz ve yağız (kara) renkleri (don) vardır. Yürüyüşleri ise âdeta (hafif yürüyüş), rahvan (düz ve çabuk), tırıs (süratli yürüyüş) ve dört nal (sıçrama şeklinde yürüyüş, koşma) şeklinde adlandırılır. Atın yavrusuna tay (yeni doğmuş), yavruya kulun, damızlık erkek ata aygır, dişisine kısrak denir. Yük hayvanı olarak kullanılana ise beygir (bazı yerlerde dişisine gölük) adı verilir.

Cumhuriyet döneminde at daha çok binek hayvanı olarak kullanılmıştır. Son zamanlarda ise spor için at yarışları yapılmakta ve eski bir Türk oyunu olan cirit ve çevgân oynanmaktadır. Bu bakımdan at yetiştirilmesi için özel at çiftlikleri (hara) kurulmuştur. Bunların en önemlileri Karacabey, Çifteler, Konya, Çukurova, Altındere ve Sultansuyu haralarıdır. Bu haralar 1980’den sonra tarım işletmesi şekline sokulmuştur. Bununla beraber at ihtiyacının karşılanması için çeşitli merkezlerde at aygır depoları tesis edilmiştir. Bugün Türkiye’de yerli tipin yanı sıra (küçük ve tıknaz tip) Çukurova tipi (özellikle Osmaniye ve Kozan dolaylarında), Uzunyayla tipi, Malakan tipi, Hınıs ve Canik tipleri bulunmaktadır. Fakat at sayısında 1950 ve 1960’lı yıllara göre büyük bir düşüş göze çarpmaktadır. Buna karşılık halen Türkiye’de birçok köy, at kültürünün bir sonucu olarak Alayunt, Atalan, Atalanı, Atburgazı, Atça, Atçalı, Atçılar, Atgeçmez, Atkafası, Atkaracalar, Atkıran, Atlığ, Atlıhisar, Atürküden, Kırkısrak, Taycılar vb. gibi atla ilgili çeşitli isimler taşımaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Menâkıb”, 28; Nesâî, “Hayl”, 6; BA, MD, nr. 3, s. 71/173, 236/674, 237/677, 415/ 1340; BA, TD, nr. 370, s. 477, 543; TSMA, nr. E 8578; Kitabı-Riyazati-Hayil (trc. nşr. Nureddin Rüştü Büngül), Konya 1944; İbnü’l-Kelbî, Ensâbü’l-hayl fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Kahire 1946, s. 10; İbn Sa‘d, et-Tabakat, III, 305-306; İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr (nşr. Fr. Taeschner), Leipzig 1929, s. 23, 40; Naîma, Târih, III, 453; Busbecq, Türkiye Mektupları (trc. H. Cahit Yalçın), İstanbul 1938, s. 135-138, 197; Barkan, Kanunlar, I, 339, 356, 389; d’Ohsson, XVIII. Yüzyıl Türkiyesi’nde Örf ve Adetler (trc. Z. Yüksel), İstanbul, ts., s. 119; Simon de Saint-Quentin, Histoire des Tartares (nşr. J. Richard), Paris 1965, s. 68-69; Cevdet, Târih, X, 185-186; Kadızâde Şeyh Mehmed, Kitâbü’l-Makbûl fî hâli’l-huyûl (nşr. Tahir Galip Seratlı), İstanbul, ts.; Bertrandon de la Broquière, Le Voyages d’outrèmer (nşr. Ch. Schefer), Paris 1892, s. 218-220; Şiblî en-Nu‘mânî, Hz. Ömer (trc. Ömer Rıza), İstanbul 1345/1927, s. 323-324; Ahmed Refik, Onikinci Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı (1689-1785), İstanbul 1930, s. 86; a.mlf., Anadolu’da Türk Aşiretleri (966-1200), İstanbul 1930, s. 81-90; İhsan Abidin, Osmanlı Atları, İstanbul 1917; Selahaddin Batu, Türk Atları ve At Yetiştirme Bilgisi, Ankara 1938; Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, İstanbul 1938, s. 51-59; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 488-501; Hammer (Atâ Bey), V, 112-114; Necib Fazıl Kısakürek, At’a Senfoni, İstanbul 1958; M. C. Şehabeddin Tekindağ, Berkuk Devrinde Memlûk Sultanlığı (XIV. Yüzyıl Mısır Tarihine Dair Araştırmalar), İstanbul 1961, s. 83-84, 156; a.mlf., “Fatih’in Ölümü Meselesi”, TD, sy. 21 (1966), s. 106-107; Muhammed b. Kâmil et-Tâcî es-Sâhibî, el-Halbe fi esmâǿi’l-hayli’l-meşhûre fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm (nşr. Abdullah el-Cebûrî), Riyad 1401/1981; Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Menzil Teşkilâtı ve Yol Sistemi (doçentlik tezi, 1982), İÜ Ed. Fak., s. 31-47, 51-70, 72-77, 83 vd., 136, 168; Faruk Sümer, Türklerde Atçılık ve Binicilik, İstanbul 1983, s. 14-38; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Şehircilik ve Ulaşım (haz. Salih Özbaran), İzmir 1984, s. 111, 114, 140-141; Cemil Rûhî, Mevsûatü’l-hısân ve’l-fürûsiyye, Riyad 1404/1984; S. M. Imamuddin, Arab Muslim Administration, New Delhi 1984, s. 38; Hayri Başbuğ, Aşiretlerimizde At Kültürü, İstanbul 1986, s. 15-17, 27-33; Halil Edhem [Eldem], “Bir Atın Mezar Taşı Kitabesi”, TTEM, sy. 9 (86), (1341), s. 196-199; H. Ritter, “Ata Binmek Ok Atmak”, TM, IV (1934), s. 45-47; D. R. Hill, “The Role of the Camel and the Horse in the Early Arab Conquests”, War, Technology and Society in the Middle East (nşr. V. J. Parry - M. E. Yapp), Lon don 1975, s. 35-37; Semavi Eyice, “Bertrandon de la Broquière ve Seyahatnamesi”, İTED, VI/1-2 (1975), s. 85-109; Abdurrahman Zekî, “el-Hayl fi’s-silmi ve’l-harb Ǿinde’l-ǾArab”, ed-Dâre, I/4, Riyad 1978, s. 98-105; Bayram Kodaman, “Hamidiye Hafif Süvari Alayları”, TD, sy. 32 (1979), s. 427 vd.; İlhan Şahin, “XVI. Asırda Halep Türkmenleri”, TED, sy. 12 (1982), s. 695, 705-706; Muhyiddin Harîf, “el-Hayl fi’t-türâsi’l-ǾArabî ve’ş-şaǾbî”, el-Hayâtü’s-sekafiyye, sy. 46, Tunus 1987, s. 74-85; “At”, TA, IV, 64, 66; F. Viré, “Khayl”, EI² (İng.), IV, 1143-1146.

Yusuf Halaçoğlu





FIKIH. Fıkıh âlimleri atla ilgili özel hükümleri etinin yenip yenmeyeceği, zekâtı, ganimetteki payı ve at yarışı olmak üzere belli başlı dört konuda ele almışlardır.

1. Eti. Şâfiî ve Hanbelî mezhepleriyle Mâlikîler’den gelen bir rivayete göre at etinin yenmesi mubahtır. Bu konuda Câbir b. Abdullah’ın rivayet ettiği, “Resûlullah Hayber günü ehlî eşek etini yasak etmiş, at etine izin vermiştir” (Buhârî, “Zebâǿih”, 27; Müslim, “Sayd”, 36, 37, 38) meâlindeki hadis delil olarak kabul edilmiştir. Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüşü benimsemişlerdir. Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş ile Mâlikîler’den gelen ikinci bir rivayete göre ise at etinin yenmesi tenzîhen mekruhtur. Hasan b. Ziyâd Ebû Hanîfe’den at eti yemenin tahrîmen mekruh olduğu tarzında bir görüş rivayet ettiği gibi İmam Mâlik’in bunun haram olduğuna hükmettiği ve bazı Malîkî âlimlerin bu hükmü benimsediği de belirtilmektedir. Sonuncu grubu teşkil eden fakihler bu konuda Hâlid b. Velîd’in rivayet ettiği, “Resûlullah at, katır ve merkep eti yemeyi yasak etti” (İbn Mâce, “Zebâǿih”, 14) hadisi ile “Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır. Bilmediğiniz daha nice şeyleri yaratır” (en-Nahl 16/8) meâlindeki âyetin çeşitli yorumlarına dayanmışlar, aklî delil olarak da askerî ve sivil hizmetler için kullanılan bu hayvanın kesim yoluyla telef edilmesinin müslüman toplumlara zarar vereceği hususunu zikretmişlerdir. Yine bunlar, at etinin yenmesinin câiz olduğuna kaynak olarak gösterilen hadisteki olayın savaş sırasında cereyan ettiğine dikkat çekerek bunun zaruret hali için geçerli olduğunu ileri sürmüşlerdir. At etinin yenmesini tasvip eden ve etmeyen bütün İslâm âlimlerine göre at necis hayvanlardan sayılmayıp içtiği suyun artığı ve sütü temizdir.

2. Zekâtı. Hanefî mezhebinden Ebû Yûsuf ve Muhammed’in de aralarında bulunduğu âlimlerin çoğunluğuna göre ticarî gaye ile beslenenler hariç at için zekât ödenmez. Çünkü Hz. Peygamber, “Müslümanın, atı ve kölesi için zekât vermesi gerekli değildir” (Buhârî, “Zekât”, 45, 46; Müslim, “Zekât”, 8) demiştir. Ebû Hanîfe ise ticaret için yetiştirilen atların yanı sıra üremesi için erkek dişi bir arada beslenen atlara da zekât düşeceği görüşündedir. Ticaret malla rında olduğu gibi atların da değeri hesaplanarak 1/40 oranında zekât ödenir. Ebû Hanîfe ile Züfer bu oran yerine sabit bir rakam olarak her at başına 1 dinar veya 10 dirhem ödenebileceğini de belirtmişlerdir.

3. Ganimetteki Payı. Fakihlerin çoğunluğu ganimet paylaştırılırken bir hisse kendisine, iki hisse de atına olmak üzere süvariye üç hisse verileceği görüşünü benimsemiştir. Başta Ömer b. Abdülazîz, Süfyân es-Sevrî, Leys b. Sa‘d ve İbn Sîrîn olmak üzere birçok fakih bu görüşleri için Hz. Peygamber’in Hayber’deki uygulaması ile ilgili olarak Abdullah b. Ömer’in rivayet ettiği, “Resûlullah ganimet taksiminde at için iki pay, sahibi için bir pay ayırdı” (Buhârî, “Cihâd”, 51; Müslim, “Cihâd”, 57) hadisini esas almışlardır. Ebû Hanîfe ise Hz. Peygamber’in Hayber’de Hudeybiyeli süvarilere iki hisse, piyadelere bir hisse verdiğini bildiren rivayeti esas alarak (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 155) atın payının bir hisse olacağını ileri sürmüştür. Öte yandan Ebû Yûsuf’un dışındaki Hanefîler, Mâlikîler ve Şâfiîler süvarinin ancak bir atına pay ayrılacağını söylerken Ebû Yûsuf ile Hanbelî âlimler gazinin iki atı varsa her ikisi için de ayrı ayrı pay verileceğini savunmuşlardır. Bir askerin en çok iki at kullanabileceği kabul edildiğinden ikiden fazla olan atları için pay ödenmez. Evzâî’nin rivayetine göre Hz. Peygamber çok atı olanların yalnız iki atı için pay vermekteydi (İbn Kudâme, VIII, 407, 408).

4. At Yarışı. Ortaya herhangi bir bedel konmaksızın atlar arasında yarış düzenlemenin câiz olduğu konusunda fıkıh âlimleri görüş birliği etmişlerdir. Yarışı kazanan tarafa ödenecek bir bedel söz konusu olduğunda eğer bu bedeli devlet başkanı veya onun temsilcisi durumundaki bir yetkili ortaya koyarsa yine câiz görülmüştür. Çünkü yarış düzenlemenin esas gayesi atların formunu koruyarak cihad için verimliliklerini en üst düzeyde tutmaktır. Cihad hareketinin en yetkili ve sorumlu kişisi de devlet başkanıdır. O halde onun bir yarışı daha özendirici hale getirmek için ortaya ödül koyması câizdir. Kazanan tarafa verilmek üzere yarışa katılan her iki tarafın ortaya bir bedel koyması ise kumar telakki edildiğinden meşrû görülmemiştir. Bazı fakihler iki taraftan yalnızca birinin veya üçüncü bir şahsın ortaya bedel koymasının meşrû olduğunu söylemişlerdir (bk. MÜSABAKA).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, II, 2, 62, 72, 242, 249, 254, 256, 425, 474; Dârimî, “Cihâd”, 36; Buhârî, “Cihâd”, 51, 56, “Zekât”, 45, 46, “Zebâǿih”, 27; Müslim, “Cihâd”, 57, “Zekât”, 8, “Sayd”, 3638; İbn Mâce, “Cihâd”, 44, “Zebâǿih”, 14; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 60, 143, 144, 155; Tirmizî, “Cihâd”, 22, “Zekât”, 8, “Siyer”, 6; Nesâî, “Hayl”, 14, 17, “Zekât”, 16, “Sayd”, 29, 30; Şâfiî, el-Üm, IV, 147; el-Fetâva’l-Hindiyye, Bulak 1310, I, 178; Kadîhan, Fetâvâ (el-Fetâva’l-Hindiyye içinde), I, 249; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 38, 39; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire, ts. (el-Mektebetü’t-Ticâriyyetü’l-kübrâ), I, 402; İbn Kudâme, el-Mugnî (Herrâs), II, 620, 621; VIII, 407, 408, 591, 651, 652, 659, 660; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, Kahire 1389/1970, II, 183; Şirbînî, Mugni’l-muhtâc, Kahire 1958 → Dımaşk, ts. (Dârü’l-Fikr), IV, 298; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr (Düsûkı, Hâşiye Ǿale’ş-Şerhi’l-kebîr içinde), Kahire 1303, II, 117; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 125-127; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 150; II, 19; III, 234; V, 257, 258, 479; Sâlih el-Ezherî, Cevâhirü’l-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-Ma‘rife), I, 10; II, 256; Yûsuf el-Kardâvî, Fıkhu’z-zekât, Beyrut 1379/1963, I, 222-232; “Hayl”, Mv.F, XX, 191-193; “EŧǾime”, a.e., V, 138-139; “EŧǾime”, Mv.Fİ, XIV, 280, 283, 284, 286.

Salim Öğüt