ANKEBÛT SÛRESİ

سورة العنكبوت

Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuzuncu sûresi.

Mekke devrinde nâzil olmuştur. Bazılarına göre hicretten önce Mekke’de nâzil olan son sûredir. Altmış dokuz âyettir. Fâsılası (ر، ن، م) harfleridir.

Sûre, ismini kırk birinci âyette geçen ve “örümcek” anlamına gelen el-ankebût kelimesinden alır. Bu âyette Allah’tan başkasına güvenenlerin durumu, ördüğü ağa güvenen örümceğin haline benzetilir ve ağdan ibaret olan örümcek evinin evlerin en çürüğü olduğu açıklanır. Müminlerin Allah’a güvenmeleri, O’nun emirleri doğrultusunda hareket etmeleri gerektiğine dikkat çekilir.

Bir önceki Kasas sûresinde (âyet 85) Hz. Peygamber’in, bu sûrede ise (âyet 56) müminlerin hicretine işaretler bulunmaktadır. Bu durum, her iki sûrenin hicret sırasında yakın aralıklarla nâzil olduğuna delil sayılmaktadır. Ayrıca ele alınan konuların başlangıç ve sonucu açısından da iki sûre arasındaki mâna ilişkisi dikkat çekmektedir. Önceki sûrenin son âyetlerinde en güzel âkıbetin takvâ ehline ait olduğu müjdelenir; bu sûrenin ilk âyetlerinde ise takvâ ehli olmanın yolları gösterilir; yalnızca “iman ettik” demenin kâfi gelmeyeceği, inanmanın insana birtakım sorumluluklar yüklediği, yüce hedeflere ulaşmanın azim ve irade, sabır ve sadakat, samimiyet ve gayrete bağlı bulunduğu önemle hatırlatılır.

Başında hurûf-i mukattaa* bulunan sûrelerin hepsi vahiy ve nübüvvetin ispatıyla ilgili âyetlerle söze başladığı halde yalnızca üç tanesi, Meryem, Rûm ve Ankebût sûreleri bu genel üslûbun dışında kalır. Meryem sûresi Hz. Zekeriyyâ’nın, Rûm sûresi, uğradığı mağlûbiyetten sonra Bizans’ın yakın bir gelecekte kazanacağı zaferin müjdesiyle başlamaktadır. Bu sûre ise müminlerin birtakım fitne ve belâlara uğratılıp imtihana çekileceklerini bildiren âyetlerle başlar ve kendisinden sonra yine başında “elif-lâm-mîm” bulunan diğer üç sûre ile birlikte bir grup oluşturur. Bu sûreler grubunun ortak konusu, Arabistan gibi çorak bir bölgeden yeni bir dinin ve yeni bir ümmetin meydana çıkmak üzere olduğunu haber vermektir.

Ankebût sûresi birbiriyle ilişkili çeşitli konuları ihtiva etmektedir. İlk âyetlerde (1-9) insanların yalnızca “iman ettik” demekle kurtulamayacakları, müminlerin dünya hayatında inançları uğruna çektikleri sıkıntılarının da birer imtihan olduğu, böylece gerçek müminlerle münafıkların ortaya çıktıkları, daha önceki peygamberler ve onlara inananların da çok zorlu belâlara uğratıldıkları ve imtihana çekildikleri, eskiden beri din yolunda kuvvetlilerin zayıfları ezmeye


kalkıştıkları, çeşitli tuzaklarla ve yalan vaadlerle onları dinlerinden döndürmeye çalıştıkları, müminlere amellerinin daha güzeli ile karşılık verileceği, kâfirlere ise uydurdukları şeylerden dolayı hesap sorulacağı bildirilmiştir. Bu ilk âyetlerin arkasından münafıklardan söz edilmiş ve onları bekleyen acı sona işaret edilmiştir (âyet 10-13). Daha sonra (âyet 1422), inanmak istemeyenlerin her zaman peygamberlere düşman oldukları ve onları göçe zorladıkları, fakat sonuçta kâfirlerin ilâhî cezaya çarptırıldıkları, nitekim yeryüzünde görülen şehir harabeleri ve o eski görkemli yapıların, gerçeklere kulak tıkayan, azgınlık yapıp yoldan çıkan ve bu yüzden helâk olan inkârcı kavimlerden geriye kalmış ibretli eserler olduğu ifade edilmiş; Allah’ın yaratılışı tekrar tekrar yenileyerek vücuda getirdiğine ve O’nun hükmünden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığına dikkat çekilmiştir. Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Lût gibi bazı peygamberlerin kıssalarına temas edilen âyetlerde (23-44) ise aklı olanların ibret alacağı olaylar ve acı sonuçları gözler önüne serilerek müminlere güven ve ümit verilmiş, imansızlara ve zalimlere de başlarına gelecek felâketler ve musibetler hatırlatılmıştır.

Allah’ın vahiy yoluyla insanları aydınlatması, onları kötü yollardan ve bilgisizliğin karanlığından korumak içindir. Müminler kitabı okuyarak ve ibadet edip namaz kılarak arınırlar, ruhen yükselip olgunlaşırlar. Ehl-i kitap olanlar, müşrikler gibi inatçı ve inkârcı değillerdir. Onlar kitap ve vahyin ne olduğunu bilir ve anlarlar. Peygamber, Kur’an’dan evvel herhangi bir kitap okumuş değildir, üstelik yazı yazmayı da bilmiyordu. Kur’an’da iman edenler için hem rahmet, hem de öğüt vardır (âyet 45-51).

Bâtıl ve anlamsız şeylere inanıp Allah’ı inkâr edenler zarara uğrayacaktır. Allah huzurunda her şey gün gibi açığa çıkacaktır. Kâfirler, Hz. Peygamber’den azabın kendilerine hemen gelmesini istediler. Halbuki azabın muayyen bir vakti vardır ve onlara ansızın gelecektir. Herkes ölümü tadacak ve Allah’ın huzurunda hesap verecektir. Müminlerin, yurtlarından ayrıldıkları takdirde geçim sıkıntısı ve açlık korkusuna kapılmaları için bir sebep yoktur. Çünkü Allah kullarından dilediğine rızkı bol bol verir, dilediğine de darlaştırır. Gökten yağmur indirip ölü toprağa can veren de O’dur (âyet 52-63).

Allah’a ve âhiret gününe iman edenler bu dünyanın geçici olduğunu bildikleri için daima Hakk’ın rızâsını gözetirler, âhiret hayatına önem verirler. Onlar darda kaldıkları zaman Allah’a yalvaran, rahata kavuştukları anda Allah’ı bırakıp puta tapanlara benzemezler. Allah’a karşı yalan uydurandan ve gerçek kendisine açıklandıktan sonra onu inkâr edenden daha zalim bir kimse olamaz (âyet 64-68).

Ankebût sûresi, Allah’a inanan ve Allah yolunda sıkıntılara göğüs geren gerçek müminlerin Allah’ın himayesinde olduklarını ve Allah katında yüksek bir mevkiye sahip bulunduklarını müjdeleyen âyetle sona erer.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Kesîr, Tefsîr, V, 307-340; Aynî, Umdetü’l-kārî, Kahire 1392/1972, XV, 367-386; Süyûtî, Tenâsüku’d-dürer fî tenâsübi’s-süver (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1406/1986, s. 109; a.mlf., el-İtkān, I, 20; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, VI, 392-425; Elmalılı, Hak Dini, V, 3761-3792; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul (1955) 1980, I, 451-461; Kasımî, Mehâsinü’t-te’vîl, Beyrut 1398/1978, XIII, 135-163; Muhammed Tâhir b. Âşûr, Tefsîrü’t-tahrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1984, XXI, 199-261; XXII, 5-37; Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Beyrut 1405/1985, V, 2717-2752; J. Ruska, “Ankebût”, İA, I, 453; a.mlf., “‘Ankabūt”, EI² (İng.), I, 509; Zuhûr Ahmed Azhar, “el-‘Ankebût”, UDMİ, XIV/II, s. 320-321.

Emin Işık