ANADOLU

Türkiye’nin Asya kıtası üzerinde bulunan kesimi.

I.COĞRAFYA

II.TARİH

III.İDARÎ, EKONOMİK ve KÜLTÜREL HAYAT

I. COĞRAFYA

Asya kıtasının batıya doğru uzantısını teşkil eden dikdörtgen biçimindeki 755.688 km²’lik bu yarımada, bütün Türkiye yüzeyinin % 97’sini oluşturur. Kuzeybatıda Marmara denizi ile Çanakkale ve İstanbul boğazları tarafından Avrupa’daki Trakya kesiminden ayrılan Anadolu kuzeyden Karadeniz, batıdan Ege denizi, güneyden de Akdeniz ile kuşatılır. Doğuda geniş, dağlık ve yüksek bir kütle ile Asya kıtasına bağlıdır. Doğubatı doğrultusunda uzunluğu 1600 kilometreye yaklaşır, kuzey-güney doğrultusunda ise en geniş yeri 650 kilometreyi biraz geçer; üç tarafını kuşatan kıyıların uzunluğu da yaklaşık 6000 kilometredir (5872 km.).

Günümüzde Türkiye’nin Asya kesimindeki topraklarına verilen Anadolu ismi, Ortaçağ’dan beri çeşitli büyüklükte birimler için kullanılmıştır. Bazan bir idarî bölge, bazan da memleket için kullanılan bu adın içine aldığı alan da zamanla değişikliğe uğrayarak doğuya ve güneydoğuya doğru genişlemiştir. Anadolu adı henüz yaygınlaşmadan önce, aşağı yukarı aynı alan içinde kalan bölgeler için Küçük Asya (Asia Minor) adı kullanılıyordu. Bu kavram zaman içinde sahasını


doğuya doğru genişletti. Asya adı önceleri sadece Ege denizine komşu bir alana verilirken sonradan kıtanın o dönemde bilinen bütün topraklarına yayılmış ve bu Büyük Asya’nın (Asia Major) önce yalnız Sakarya’ya, sonra da Kızılırmak’a kadar olan batı kesimine Küçük Asya denilmiştir (bk. ASYA). Daha sonraları ise bu ad Akdeniz ile Karadeniz arasında uzanan yarımadanın tamamına verilmiştir. Ünlü Eskiçağ coğrafyacısı Strabon, Samsun ile Tarsus çayı ağzı arasında çekilecek bir çizgiyi yarımadanın doğu sınırı olarak kabul etmekteydi. Roma dönemi öncesinde Anadolu kavramı henüz ortaya çıkmamış, yarımadanın muhtelif kısımları Frigya, Lidya, Karya, Misya, Likya, Bitinya, Kapadokya gibi farklı adlarla anılmıştır. Bu isimler, eski Hitit çağından sonra, Roma egemenliği öncesinde Anadolu’da oturan ve menşeleri son derece karışık olan kavimlerin adlarından türetilmiştir. Roma hâkimiyeti döneminde yarımada için Aşağı Asya tabiri de kullanılmaya başlanmış, buna karşılık Asya’nın Anadolu yarımadası dışında kalan kesimlerine de Yukarı Asya adı verilmiştir. Anadolu kavramı ise Bizans döneminde ortaya çıkmıştır. Bu deyim, Bizanslılar’ın “güneşin doğduğu yer” anlamında kullandıkları Grekçe anatoli kelimesinden türemiştir. Bizans döneminde “thema” denilen idarî bölümlerin hiçbirinde Roma devrinin ve daha öncesinin bölge adları benimsenmemiş, Obseikon, Optimatom, Bukkelarion, Anatolikon gibi yeni adlar kullanılmıştır. Bunlardan Thema Anatolikon’a bu adın verilmesinde, topraklarının Bizans’a (Konstantinopolis) göre doğuda bulunması rol oynamıştı. Önceleri şimdiki İç Anadolu’nun batı kesimini meydana getiren Anatoli idarî bölgesi, VII. Konstantinos Porphyrogenetos döneminde (912-959) batıda Eskişehir civarından başlayarak güneyde Batı Toroslar’a ve Konya’ya kadar uzanıyordu. Bu idarî bölgenin adı sonradan batı kaynaklı eserlere Anatolia, Anatolie, Anatolien olarak geçti ve bazı kitaplarla haritalarda da bozulmaya uğrayarak Natolie şeklinde yer aldı. Eski Arapça eserlerde en-Natulus ve en-Natus adına rastlanmakla beraber Araplar ve genel olarak müslümanlar Anadolu’ya “Rûm (Roma) memleketi” demişlerdir. Anatolia kelimesi daha sonra Türkçe’nin ses uyumuna uydurularak Anadolu şeklini aldı ve bu biçimiyle dilimizin malı oldu.

Selçuklu Devleti Anadolu’da Bizans’ın yerini alınca, toprakları üzerinde idarî bölgeler teşkil ederken, eski “thema”lardan farklı bir uygulama yaptı. Bunun sonucunda da Anadolu kelimesi idarî bir mefhum olmaktan çıktı ve coğrafî bir mefhum olarak yerleşti. Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra XIV. yüzyılın ilk yarısında ülkeyi dolaşmış olan Arap seyyahı İbn Battûta, Küçük Asya yarımadasının ortabatı kesimine Anadolu demekteydi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Anadolu, 1362’de Rumeli eyaletinin teşekkülünden sonra I. Bayezid devrinde merkezi Ankara olmak üzere bir beylerbeyilik halinde teşkilâtlandırıldı (1393). Fâtih zamanında ise eyalet merkezi Kütahya’ya taşındı. Anadolu eyaleti, Bizans dönemindeki Thema Anatolikon’un yerine az çok uymakla birlikte ondan daha büyük bir alanı kaplamakta idi. Nitekim Kızılırmak’ın denize döküldüğü yer ile Antalya körfezinin doğusunu birleştiren çizginin batısındaki bütün alanı kaplayan Anadolu eyaleti XVI. yüzyılın sonlarına kadar on yedi sancaktan, bu tarihten sonra ise on dört sancaktan oluşmakta idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısında eyaletlerin yerini büyük vilâyetler aldı; böylelikle Anadolu kelimesi tekrar idarî bir bölüm adı olmaktan çıkarak coğrafî bir terim oldu. XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyılın başlarında yapılan neşriyatta Anadolu kelimesi Küçük Asya ile aynı anlamda kullanılarak doğu sınırı bazan Fırat nehri ile, bazan da Fırat ve Ceyhan nehirleri arasına yahut daha çok Trabzon’dan veya Çoruh nehri ağzından İskenderun körfezi arasına çekilen bir çizgi ile sınırlandırıldı. Cumhuriyet döneminde Anadolu kavramının içine aldığı alan biraz daha genişlemiştir. Bu dönemde Anadolu kavramı sadece yarımada kesiminin adı değil, bu yarımadayı Asya kıtasına bağlayan geniş bir dağlık sahayı da içine alacak şekilde Türkiye’nin Asya kıtası üzerindeki bütün topraklarının adı olmuştur. 1941 yılında Ankara’da toplanan I. Türk Coğrafya Kongresi Türkiye’nin coğrafî bölgelerini tesbit ederken yedi coğrafî bölgeden üçünün adında anadolu kelimesini kullanmıştır: İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu. Ayrıca Ege bölgesini meydana getiren iki bölümden içeride kalanına da İçbatı Anadolu denir. Bunlardan başka Anadolu adının kullanıldığı coğrafî isimler de bulunmaktadır. Meselâ memleketimizin kuzey kenarı boyunca birkaç sıra halinde uzanan sıradağlara Kuzey Anadolu dağları adı verildiği gibi İstanbul şehrinin Boğaz’ın doğusunda kalan kesimlerine Anadolu yakası denilmekte, ayrıca bu yakada Anadoluhisarı ve Anadolukavağı gibi semt adlarına, Boğaz’ın daha yukarı kesimlerinde de Anadolufeneri gibi köy adlarına rastlanmaktadır.

Kabaca dikdörtgen biçiminde olan Anadolu’nun belirli karakteri, yüksek ve yüzey şekillerinin çok çeşitli olmasıdır. Ortalama yüksekliği 1162 m. olan Anadolu’nun (Türkiye’nin ortalama yüksekliği 1131 m., Trakya’nınki 180 m.) başlıca dağ sıraları, yarımadanın kuzey ve güney kenarı boyunca genel olarak doğu-batı doğrultusunda uzanan geniş yaylar çizerler. Bunlardan kuzeydekilere Kuzey Anadolu dağları, güneydekilere Toros dağları adı verilir. Bu kıyı dağlarını, yarımadanın orta kesimlerinde bulunan İç Anadolu’nun geniş ve yüksek düzlükleri birbirinden ayırır. Kuzey Anadolu dağları ile Toroslar Anadolu’nun doğusuna doğru birbirlerine yaklaşır ve sıkışır; bu yüzden Doğu Anadolu genel olarak daha yüksek ve daha dağlık bir görünüştedir. Anadolu’da ana zemin en fazla bu bölgede yükseklik kazanarak Hakkâri yöresindeki Buzul dağında (eski adı Cilo) 4135 metreye erişir. Anadolu’da volkanik elemanların yığılmasıyla yükseklik kazanmış dağların en yükseği olan Büyük Ağrı da (5137 m.) gene Doğu Anadolu bölgesindedir. Anadolu’nun kuzey ve güney kenarındaki dağlar da batıya doğru, İçbatı Anadolu eşiği adı verilen kesimde nisbeten birbirlerine yaklaşırlar, fakat Doğu Anadolu’daki dağların yüksekliği ve devamlılığı burada bulunmaz. Bu eşiğin ötesinde kıyıya paralel dağ sıraları görülmediği gibi doğu-batı doğrultulu dağ sıraları ile bunları birbirinden ayıran aynı doğrultudaki çukur alanlar Ege kıyısına dik biçimde sıralanır. Bu dağ sıraları dışında tek başına veya düz bir çizgi boyunca sıralanmış sönmüş volkanlar, çeşitli yükseklikteki plato düzlükleri, çoğu ırmak ağızlarında ve vadilerin genişleme alanlarında ortaya çıkan ovalar, Anadolu’nun yüzey şekillerine çeşitlilik katarlar.

Anadolu toprakları orta iklim kuşağı içinde ve bir geçiş alanı üzerinde yer alır. Yarımadanın güneyinde Akdeniz kıyıları boyunca yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı olan Akdeniz iklimi hüküm sürer. Bu iklim tipinin biraz değişmiş şekli Ege ve Marmara kıyılarında devam eder. Buralarda yaz kuraklığı ve kış yağışları yine görülmekle birlikte Akdeniz’den farklı olarak kışlar da kendini belli eder. Karadeniz kıyılarında yaz kuraklıkları kaybolmuş her mevsimi


yağışlı bir iklim tipi görülür. Karadeniz kıyısında yağışlar yer yer değişmekle birlikte, bu kıyılar ve özellikle buradaki dağların denize bakan yamaçları ülkenin en fazla yağış alan yöreleridir. Yarımadanın iç kesimlerine girilince mevsimlik ve günlük sıcaklık farkları fazlalaşır, yağışlar azalır, yani kara iklimi tipi belirir. Kışlar soğuk geçer ve soğukların sertliği artar; bazı yıllar termometrenin inanılması güç rakamlara kadar düştüğü dahi görülebilir (20 Ocak 1972’de Karaköse’de -45˚, 6 gibi).

Anadolu’da, yarımadanın çevresindeki denizlere dökülen akarsular çoğunlukta olmakla birlikte Aras, Dicle ve Fırat gibi ülke sınırları dışındaki deniz ve göllere dökülen nehirler de bulunmaktadır. Ayrıca denizlere ulaşmayıp Anadolu içindeki kapalı havzalarda sona eren sular da vardır. Anadolu’da büyüklük, karakter ve menşe itibariyle birbirinden farklı birçok göl yer almakta ve bunların belli yörelerde toplandıkları dikkati çekmektedir. Meselâ Marmara bölgesinin güney bölümü, Akdeniz bölgesinin iç kesiminde “Göller yöresi” denilen saha ve İç Anadolu’nun batı kesimi ile Doğu Anadolu göl bakımından oldukça zengindir. Buna karşılık Karadeniz bölgesi ile Güneydoğu Anadolu göl bakımından fakirdir. Göller arasında sadece üçünün yüzölçümü 500 km²’yi aşmaktadır: Van (3813 km²), Koçhisar veya Tuz gölü (1500 km²) ve Beyşehir gölü (656 km²). Anadolu’nun kıyı bölgeleri ormanların başlıca toplanma alanıdır. İç kesimler ise daha çok ilkbaharda yeşerip yaz ortalarında sararan otların hâkim olduğu step (bozkır) görünüşündedir. Yalnız Kars-Ardahan yaylası gibi yazları serin ve yağışlı geçen kesimlerde yeşilliklerini yaz sonuna kadar muhafaza eden çayır alanları yaygındır. Akdeniz, Ege ve Marmara kıyılarında orman seviyesinin altında kışın da yeşil kalan makiler görülür.

XIX. yüzyılın sonundaki salnâme*lerin verdikleri ve pek sağlam olmayan sonuçlara göre Anadolu’nun nüfusu 12.000.000’u biraz geçiyordu. 20 Ekim 1985’te yapılan son sayıma göre 50.664.458 olan Türkiye nüfusunun 45.552.402’si, yani % 90 kadarı Anadolu’da yaşamakta ve bu durumda Anadolu’nun nüfus yoğunluğu km² başına 60 kişi olmaktadır. Yine aynı sayımın sonuçları, Anadolu’da nüfusu 100.000’in üzerine çıkan şehirlerin sayısını da otuz beş olarak vermektedir. Buna karşılık Cumhuriyet döneminde yapılan ilk nüfus sayımı (1927) sadece İstanbul ve İzmir’in nüfuslarının 100.000 olduğunu göstermişti ve Ankara’nın nüfusu ise ancak 1935’te bu rakama ulaşabilmişti. 1985 sayımına göre Türkiye’nin Anadolu bölümünde birinci şehir olarak 2.235.035 nüfusuyla Ankara gelmektedir. Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un ise Anadolu toprakları üzerinde bulunan kesimi, 1.721.436 nüfusuyla Anadolu şehirleri arasında ikinci sırayı almaktadır. Üçüncü sırada gelen İzmir’in nüfusu da 1.5 milyona yaklaşır (1.489.772). Adana (777.554) ve Bursa (612.510) şehirlerinin nüfusları yarım milyonu geçmekte, Gaziantep (478.635) ve Konya’nın (439.181) nüfusları yarım milyona yaklaşmakta, Kayseri (373.937) ve Eskişehir’in (366.940) nüfusları ise 300.000’i aşmaktadır. Anadolu’da nüfusun en fazla yoğunluk kazandığı alanlar, yüzey şekillerinin elverişli, iklim bakımından da bol yağışlı ve kışları ılık olan yerleridir. Bu şartlar daha çok kıyı kesimlerinde gerçekleştiğinden nüfus yoğunluğu buralarda fazla, iç kesimlerde ise azdır. Kıyı bölgeleri arasında en fazla yoğunluk Karadeniz bölgesinde görülür. Bu bölgenin de bilhassa Doğu Karadeniz kıyıları Anadolu’nun en kalabalık köşelerinden biridir. Fakat kıyı şeridi üzerindeki bu kesif nüfus sahasının içeriye doğru fazla sokulamadığı, dar kıyı şeridinin hemen gerisindeki dağlık alanların kıyı kesimiyle tezat teşkil edecek derecede tenha, hatta boş olduğu görülür. Marmara bölgesi de nüfus yoğunluğu fazla olan bölgelerdendir. Bu bölgede İzmit körfezi kıyıları, ayrıca Adapazarı ovası, Bursa ovası gibi verimli toprakları ihtiva eden ovalar fazla kalabalıktır. Ege bölgesinde doğu-batı istikametindeki Bakırçay, Gediz, Küçük Menderes ve Büyük Menderes ovaları verimli topraklara sahip oldukları için fazla nüfus yoğunluğu gösterirler. Akdeniz bölgesinde ise Adana ve Hatay ovaları ile İskenderun körfezinin doğu kıyıları sık nüfuslu sahalardandır. Anadolu’da seyrek nüfuslu sahalar ise dağların yüksek kesimleri ile yağışları az olan yerlerdir. Meselâ yağışı en az yerlerden biri olan Tuz gölü çevresi Anadolu’nun en tenha köşelerinden biridir.

Endüstrinin yakın zamanlarda girdiği Anadolu daha çok bir tarım memleketi görünümündedir. İç bölgelerde başta buğday olmak üzere hububat tarımı yaygındır; çeşitlilik, daha çok kenar bölgelerde görülür. Endüstri bitkilerinden şeker pancarı üretimine, memlekete 1926’da şeker endüstrisinin girmesiyle başlanmış ve pancar ekim sahası zamanla genişlemiştir. Öteki endüstri bitkilerinin ekim alanları da yine Cumhuriyet döneminde artmıştır. Dokuma bitkilerinden pamuk Adana ovasında, Ege bölgesinin Gediz, Büyük Menderes ve Küçük Menderes ovalarında, ayrıca Doğu Anadolu’nun Malatya, Elazığ, Iğdır gibi çukur ovalarında elde edilir. Endüstri bitkileri arasında Türkiye’nin dış ticaretinde önemli yeri olan tütün, Ege bölgesinin çeşitli kesimleri başta olmak üzere Karadeniz bölgesinin bazı yörelerinde ve Marmara bölgesinde yetiştirilir. Yağ veren bitkilerden zeytinin en fazla olduğu yer Edremit körfezi kıyılarıdır; sofralık zeytin ise daha çok Marmara denizinin güney kıyılarında Gemlik, Mudanya ve Erdek çevrelerinde üretilir.

Meyve tarımının yaygın olduğu Anadolu’da her ürünün kendine mahsus bir bölgesi vardır. Fındık ağacının başlıca yetişme yeri Karadeniz bölgesidir. Anadolu’da üzüm bağları geniş alanlara yayılır. Türkiye’nin ihracatında önemli bir yeri olan çekirdeksiz kuru üzümün başlıca yetiştirilme alanı Ege bölgesidir. Bunun dışında sofralık üzüm Marmara bölgesinde, Güneydoğu Anadolu’da, Yeşilırmak havzasının iç kesiminde ve İç Anadolu’nun çeşitli yerlerinde geniş bir yayılış gösterir. Narenciye üretimi Anadolu’nun güney ve batı kıyılarında dar bir sahaya inhisar eder; Doğu Karadeniz’de Rize yöresinde de özellikle mandalina yetiştirilir. Muz üretimi ise yarımadanın yalnız güney kıyılarında, narenciye kuşağından daha dar bir şeritte görülür. Çok çeşitli ve daha yaygın olan orta iklim meyveleri ise Doğu Anadolu’nun Erzurum, Kars yaylası ve İç Anadolu’nun Sivas çevresi gibi yüksek kesimleri dışında hemen hemen Anadolu’nun her tarafındaki ovalarda ve vadi diplerinde yetişir. Başlıca meyve üretim alanları Güney Marmara ovaları, Yeşilırmak havzasının Tokat-Amasya kesimi, Doğu Anadolu’da Malatya ovası ve İç Anadolu’da Erciyes dağı çevresindeki volkanik arazidir.

Anadolu’nun yer altı servetleri arasında, Sivas’ın doğusundaki Divriği’de çıkarılan demir, Elazığ’ın güneydoğusunda Maden ve Artvin yakınlarındaki Murgul’da bulunan bakır, Kütahya-Bursa arası, Fethiye-Marmaris arası ve Maden’in doğusunda Guleman’dan çıkarılan ve Türkiye’nin maden ihracatında


birinci sırayı alan krom, Seydişehir’de kurulan alüminyum tesislerinin ham maddesi olan ve yine bu civardan çıkartılan boksit ve Ereğli-Zonguldak havzasındaki maden kömürü yatakları ile Güneydoğu Anadolu’daki petrol yatakları zikredilebilir.

Endüstri faaliyetleri daha çok yarımadanın batısında kümelenmiş, İstanbul-İzmit arası ve Ege bölgesinde İzmir çevresi bu bakımdan büyük bir ağırlık kazanmıştır. Batı Karadeniz bölümünün Zonguldak yöresi ile Akdeniz bölgesinde Adana-Mersin arası ve Anadolu’nun iç kesimlerinde Kayseri, Eskişehir, Gaziantep çevreleri de çeşitli endüstri faaliyetlerinin yoğun olduğu diğer kesimlerdir.

Anadolu’da ulaşım, yarımadanın biçiminden ve onun üzerindeki yüzey şekillerinin uzanış yönünden etkilenerek doğu-batı doğrultulu bir yol sistemi olarak belirmiş, kuzey-güney doğrultulu yollar ancak teknik imkânların çoğaldığı daha sonraki dönemlerde gelişebilmiştir. Anadolu’da nehirlerin pek elverişli olmaması yüzünden gerçek bir nehir ulaşımından söz edilemez; deniz ulaşımında da bunu temin edecek iyi limanların sayısı azdır. Ege’de İzmir en önemli ihracat merkezidir. Kuzeyde Samsun ve Trabzon en faal limanlardan ikisidir; Akdeniz sahillerinde ise Antalya ve Alanya’nın tarihî önemleri yanında İskenderun ve Mersin bugünkü en faal limanlardır.

Anadolu’da hava ulaşımı ilk defa 1933 yılında Ankara-İstanbul arasında yapılan seferle başlamıştır. O yıl sadece 460 yolcunun seyahat ettiği bu hatta, günümüzde saat başı iki taraflı kalkan uçaklarla çok sayıda yolcu taşındığı gibi Ankara’dan Anadolu’nun Dalaman, Sinop, Kars, Van, Erzurum, Trabzon ve Diyarbakır gibi farklı yerlerine de havayolu bağlantıları kurulmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Birinci Coğrafya Kongresi, Raporlar, Müzakereler, Kararlar, Ankara 1941, s. 76-79; Besim Darkot, Türkiye İktisadî Coğrafyası, İstanbul 1972, s. 222; a.mlf., “Türkiye’nin İdarî Coğrafyası Üzerinde Düşünceler”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, VII/12, İstanbul 1961, s. 35-46; a.mlf., “Türkiye’de Coğrafî Bölgelerin Teşkilinde Kriterlerin Araştırılması”, Şehircilik Konferansları 1963-1964, İstanbul 1966, s. 31-47; a.mlf., “Anadolu”, İA, I, 428-430; Türkiye İstatistik Yıllığı, Ankara 1987, s. 11; Talip Yücel, Türkiye Coğrafyası, Ankara 1988; Genel Nüfus Sayımı (21.10.1985), Ankara 1986, s. 3-9; H. Louis, “Anadolu”, EI² (Fr.), I, 475-479.

Metin Tuncel





II. TARİH

1. Eskiçağ’da Anadolu. Anadolu’nun iskânı Paleolitik döneme kadar uzanmaktadır. Daha sonra milâttan önce 5500 yıllarından itibaren, özellikle Konya’nın güneyinde Çatalhöyük ve Burdur yakınlarındaki Hacılar’da elde edilen buluntular yoluyla tanıdığımız bir Neolitik, bundan sonra da bir Kalkolitik kültür gelişmiştir. Bu dönemin ahalisi, daha geç devirlerde kullanıldığı görülen -s (Halikarnassos), -nd- (Lindos), -nt(h) (Korinthos) son ekli yer adlarının da düşündürdüğü gibi, muhtemelen Ege-Anadolu menşeli idi ve bu “Anadolu kültürü”nde şehir biçimi iskân vardı. Kalkolitik dönemin ikinci yarısında (3000-2600) belirli bir gerileme söz konusu olmakla birlikte, Denizli’nin Çivril kazası yakınındaki Beycesultan höyüğünde yürütülen kazılardan metal kap yapımının başladığı anlaşılmaktadır. Bunu takip eden Erken Bronz devrinde (2600-2000), Troia (I-IV. katlar, tahkimatlar, depo buluntuları) ve Beycesultan (megaron üslûbunda kült yapıları) kültürleriyle özellikle batı bölgesi ön plana çıkmaktadır. Fakat bu dönem, aynı zamanda Kilikya’da Mersin ve Orta Anadolu’da da Alaca-Alişar mezar buluntularıyla belgelenmiş durumdadır. Orta Bronz devrinde (2000-1600) Batı Anadolu kültürleri gelişimlerini sürdürmekle birlikte (Troia V ve VI’nın başları; Beycesultan’daki saray yapısı) yeni etnik gruplar da ortaya çıkmıştır. Orta Anadolu’da bazı Protohatti sülâleleri hüküm sürüyorlardı ve onların izniyle kurulmuş olan Mezopotamya menşeli Assur ticaret kolonileri (Kültepe), Anadolu’ya ilk çivi yazısını getirmişlerdi. Protohattiler, milâttan önce 1900’den itibaren Anadolu’ya gelen Hint-Avrupalılar’la mücadele etmiş olmalıdırlar.

Milâttan önce 1600’lerden 1200’lere kadar uzanan devir Hitit Devleti için bir gelişme dönemi olmuştur. Orta Anadolu’da Hititler önce 1650-1490 arasında, bir ara Bâbil’i dahi fetheden Eski Hitit Devleti ile varlıklarını sürdürmüşler ve kısa süren bir duraklama döneminden sonra Yeni Hitit Devleti veya Hitit İmparatorluğu devrinde (1440-1200) Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirerek Eskidoğu’da “büyük devlet” statüsü kazanmışlardır. Hititler, Gediz ve Büyük Menderes ırmakları arasında kalan alanda Ege denizine ulaşmışlar, aynı zamanda Kuzey Suriye’ye kadar ilerleyip Mısır’la dünyanın ilk meydan savaşı olarak bilinen Kadeş Savaşı’nı yapmışlardır. Başşehir Hattuşaş’ta (Boğazköy) bir çivi yazılı tablet arşivi kuran Hititler, kendi dillerinde ve zamanın diplomatik dili olan Akkadca ile yazılmış pek çok tableti muhafaza etmişlerdir. Hitit Devleti milâttan önce 1200 yıllarında muhtemelen “Ege göçleri” ile gelen “Deniz kavimleri” tarafından yıkılmıştır. Milâttan önce 1200 yıllarından sonra Trakya’dan göç ettikleri sanılan ve başşehirleri Ankara yakınında Gordion olan Frigler ön plana çıkmışlardır. Frig Devleti’nin, Kafkaslar üzerinden gelen göçebe Kimmerler tarafından milâttan önce 676 yılında yıkılmasından sonra, Batı Anadolu’da başşehri Sardes olan Lidya Devleti kurulmuş ve milâttan önce 547-546 yıllarına kadar etkili bir siyasî güç teşkil etmiştir. Ege kıyıları ise milâttan önce 1000 yıllarından itibaren Helenler tarafından iskân edilmeye başlamıştır (kuzeyden güneye doğru Aioller, İonlar ve Dorlar). Doğu Anadolu’da milâttan önce 1300 yıllarından sonra Hurri menşeli bazı küçük devletler kurulmuş ve bunlardan da milâttan önce 860 yıllarında, başşehri Van gölü kıyısındaki Tuşpa olan Urartu Devleti teşekkül etmiştir. Urartu kralları milâttan önce VIII. yüzyılda hâkimiyet sahalarını bugünkü Gürcistan’a ve Halep bölgesine kadar genişletmişlerdi. Ancak Urartular bir süre sonra Assurlular’la Kimmerler’in baskısı altında kalmışlar ve milâttan önce 600’den sonra da İskitler’le Medler tarafından yıkılmışlardır. Âsi ırmağının kuzeyinde ve Güneydoğu Anadolu’da ise, Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, adlarına Geç Hitit krallıkları denilen birçok feodal devlet ortaya çıkmıştır.

Milâttan önce 546 yılından itibaren hemen hemen bütün Anadolu’nun Pers İmparatorluğu’nun egemenliği altına girdiği görülüyor. Milâttan önce 334 yılında Persler’e karşı uzun bir sefer başlatan Büyük İskender’in bu devleti yıkarak kurduğu Anadolu, Hindistan’a kadar bütün İran, bütün Ön Asya ve Mısır’ı içine alan imparatorluk, onun milâttan önce 323’te ölümü üzerine generalleri arasında anlaşmazlıklara sahne olmuştu. İskender İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak isteyen Antigonos’un milâttan önce 301 yılında Lysimakhos ve Seleukos’a karşı yaptığı Ipsos Muharebesi’ni kaybetmesi üzerine Trakya ve Anadolu’da Lysimakhos Devleti kurulmuş, Bitinya ise milâttan önce 298’de bu devletten ayrılarak bağımsızlığını ilân etmiştir. Anadolu’nun diğer bölgelerinden


Kilikya zaman zaman Seleukoslar’ın, zaman zaman da Ptolemaioslar’ın eline geçmiş, Kapadokya, Galatya, PontusPaflagonya ve Armenya ise yerli sülâlelerin idaresinde kalmıştır. Öte yandan Lysimakhos’un ölümünden (milâttan önce 281) sonra Attaloslar Pergamon (Bergama) ve çevresinde bağımsız bir devlet kurmuşlar ve hâkimiyetlerini giderek genişletip kuvvetlendirmişlerdir. Bu arada Doğu Akdeniz bölgesine yönelmiş olan Roma Cumhuriyeti’nin milâttan önce 190’da Seleukoslar’a karşı kazandığı Magnesia (Manisa) Muharebesi Anadolu’da Roma egemenliğinin başlangıcını teşkil etmiş, çok geçmeden milâttan önce 168’de Helenistik Makedonya Krallığı’na karşı kazandığı Pydna zaferi de Roma’yı, Batı Akdeniz’de olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de bir “hakem” olarak ortaya çıkarmıştır. Roma’nın bütünüyle doğuya yöneldiği böyle bir zamanda, Batı Anadolu’daki Helenistik Pergamon Devleti’nin son kralı III. Attalos’un ülkesini veraset yoluyla Roma’ya bırakması üzerine eski Pergamon Krallığı’nın toprakları üzerinde ilk Roma eyaleti kuruldu (Provincia Asia; m.ö. 129). Anadolu’daki Asia eyaletini milâttan önce 101’de Kilikya, milâttan önce 74’te Bitinya, milâttan önce 63’te Pontus-Bitinya, aynı yıl yeniden organize edilen Kilikya ve milâttan önce 25’te Galatya takip etti; bu eyaletlere milâttan sonra 17’de Kapadokya, 43’te Lidya-Pamfilya katıldı.

İmparator Augustus (m.ö. 27-m.s. 14) ile başlayan Roma İmparatorluk devri, imparatorluğun diğer bölgeleri gibi Anadolu toprakları için de yeni bir gelişme ortamı hazırladı. Bu ortamın getirdiği refah ve zenginlik, özellikle milâttan sonra I ve II. yüzyıllarda kendini gösterdi. Ancak III. yüzyılda imparatorluk genel bir ekonomik bunalıma düşmüş, sınırlarda siyasî güvensizlik artmış ve ülke içinde sosyal çalkantılar baş göstermeye başlamıştır. Devleti içine düştüğü bu güç durumdan, yaptığı geniş kapsamlı reformlarla İmparator Diocletianus (284-305) kurtarmaya çalışmıştır. 330’da eski Byzantium şehri, İmparator Constantionus (306-337) tarafından Roma İmparatorluğu’nun başşehri yapılmış ve böylece devletin ağırlık noktası doğuya kaydırılmıştır. Fakat bütün tedbirlere rağmen devamlı hücum halinde olan Germen kabileleri devletin sınırlarından uzak tutulamamış ve doğuda da Persler’e karşı yürütülen mücadeleden kesin bir sonuç elde edilememiştir. Bu arada İmparator Valens milâttan sonra 378’de Hadrianopolis (Edirne) yakınlarında Gotlar tarafından büyük bir yenilgiye uğratılarak öldürülmüş ve Roma ordusunun ana bölümü de tamamen imha edilmiştir. Valens’ten sonra imparator olan Theodosius (379-395), ölümünden önce devletin doğu ve batısını ayrı ayrı iki oğluna vererek “ikili” bir yönetimi tercih etmiş, bu durum imparatorun ölümünden sonra (395) Roma İmparatorluğu’nun kesin olarak ikiye ayrılmasına ve Anadolu’nun Doğu Roma İmparatorluğu toprakları içinde kalmasına yol açmıştır. Bundan sonra ise Batı üzerinde hak iddia etmeye devam eden ve merkezi Constantinopolis (İstanbul) olan Doğu Roma İmparatorluğu özellikle VII. yüzyıldan itibaren Bizans Devleti olarak yeni bir gelişme göstermiş ve İstanbul’un 1453 yılında Türkler tarafından fethine kadar varlığını sürdürmüştür.

BİBLİYOGRAFYA:

W. M. Ramsay, Historical Geography of Asia Minor, London 1890; V. Chapot, La Province proconsulaire romain d’Asie, Paris 1904; L. Robert, Villes d’Asie mineure, Paris 1935; Fr. Schachermeyr, Hethiter und Achaer, Leipzig 1935; E. Gren, Kleinasien in der wirtschaftlichen Entwicklung der römischen Kaiserzeit, Uppsala 1941; K. Bittel, Grundzüge der Vor-und Frühgeschicte Kleinasiens, Tübingen 1945; D. Magie, Roman Rule in Asia Minor, Princeton 1950; A. Götze, Kleinasien, München 1957; M. Mayrhofer, Die Indo-Arier im alten Vorderasien, Wiesbaden 1966.

Bülent İplikçioğlu





2. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması.

Anadolu’nun İslâmlaşması Türk tarihinin olduğu kadar İslâm tarihinin de en önemli hadiselerinden biridir. Ancak burada “İslâmlaşma” tabiri, sadece XI. yüzyılda Anadolu’nun Türkler tarafından fethiyle başlayıp fethin tamamlanmasıyla sona eren bir süreç değildir. Anadolu’nun İslâmlaşması, XI. yüzyılda fetihler ve ilk yerleşmelerle başlayan, bir bakıma XIV. yüzyılın ortalarına kadar devam eden dinî, aynı zamanda siyasî, içtimaî, etnik ve kültürel bir vetîre olarak anlaşılmalıdır. Böylece İslâmlaşmanın ilk fetih ve yerleşmelerle sıkı alâkası da ortaya çıkmaktadır.

İlk Türk Akınları ve Fetihler. Anadolu’nun fethi ve burada meydana gelen Türk yerleşmesi, geniş çapta, XI. yüzyılda İran’da kurulup güçlü bir imparatorluk haline gelen Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndaki etnik ve demografik gelişmelerle ilgilidir. XI-XII. yüzyıllarda İran, bilhassa Horasan ve Azerbaycan, çoğunluğu yeni müslüman olmuş Türk nüfusuyla dolmaya başlamıştı. Büyük Selçuklu Devleti için, söz konusu bölgelerde yığılan bu nüfusun ihtiyaçlarını gidermek, onlara kışlak ve yaylak tahsis etmek, sonra da uygun birtakım hizmetlerde kullanmak, ayrıca nizam ve intizamın bozulmasına engel olmak mesele haline gelmişti. Kısaca, kendi topraklarının tahammülünü aşan bu nüfus potansiyelinin uygun bir araziye aktarılması önem kazanıyordu. İşte Anadolu o tarihlerde bu iş için en elverişli yer olarak göründü. Böylece Büyük Selçuklular Bizans’a karşı cihad ve gazâ vazifesini de yerine getirmiş olacaklardı. Daha 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan önce, Türkler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “din uğrunda muharebe eden gaziler” olarak göründüler. Bizans’ın çeşitli sebeplerle zayıf olan bu doğu eyaletleri Türk akınlarına fazla mukavemet edememekle


beraber yine de karşı koymaya çalışıyordu. Bununla beraber Türkler’in Anadolu’ya yoğun bir şekilde yerleşmeye başlamaları Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda olmuştur. İşte bu devirden itibaren artan Türk göçleri aralıklarla XIV. yüzyıla kadar devam etti. Büyük çoğunluğunu müslüman Oğuzlar’ın (Türkmenler) teşkil ettiği, fakat aralarında Kıpçaklar, Karluklar, Halaçlar ve hatta Uygurlar’ın da bulunduğu Türkler, başta Mâverâünnehir olmak üzere Hârizm, Horasan, Azerbaycan ve Arrân bölgelerinden Anadolu’ya akıyorlardı.

İlk Türk Devletleri. XI. yüzyılın son çeyreği içinde Kutalmış oğlu Süleyman Şah Anadolu topraklarında ilk Türk devletinin temelini attı. Aynı dönemde, Anadolu’nun fethinde rol oynamış büyük Türkmen beyleri tarafından Dânişmendliler, Saltuklular, Mengücükler ve Artuklular gibi Orta ve Doğu Anadolu Türk devletleri kuruldu.

İşte Anadolu’nun İslâmlaşması süreci de böylece başlamış oldu. Adı geçen devletler, bir yandan bulundukları yerlerde siyasî ve iktisadî güçlerini takviye etmeye çalışırken bu arada Bizans’la ve diğer komşu gayri müslim devletlerle mücadelelerine devam ediyor, bir yandan da Anadolu topraklarını kendilerine vatan haline getirmeye çalışıyorlardı. Orta ve Doğu Anadolu’da mevcut Türk devletleri, XIII. yüzyıl ortalarına kadar hâkimiyetlerini birer birer Anadolu Selçuklu Devleti’ne terketmiş duruma geldiler. Dolayısıyla söz konusu tarihten itibaren İslâmlaşma hemen tamamıyla bu devletin hâkimiyet sahalarında cereyan etti.

Göçler. XIII. yüzyılda Anadolu’nun içtimaî, iktisadî, kültürel ve bilhassa dinî hayatını geniş çapta etkileyen başlıca iki büyük göç dalgası meydana gelmiştir. Bunlardan ilki, asrın başlarında Karahıtaylar’la Hârizmşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla, Fergana yöresindeki nüfusun önemli bir kısmının batıya göçü ile gerçekleşti. Bu gruptan Hârizmli ve öteki Türkler’den meydana gelen bir miktarı Anadolu’ya yerleşti. Bunlar daha ziyade yerleşik bir hayat tarzına sahipti.

İkinci dalga ise 1220’lerden itibaren Moğol istilâsının meydana geldiği tarihlerde vuku buldu. Bu göç ile Mâverâünnehir’den Arrân’a kadar olan bütün bölgelerde mevcut Türk nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’ya girdi ve yerleşti. Bunlar arasında hayli miktarda yerleşik hayat sürdürenler bulunmakla beraber ekseriyet göçebe veya yarı göçebe idi. Aralarında az da olsa henüz müslüman olmamış Türkler de bulunmaktaydı.

İşte gerek bu iki büyük göç dalgası gerekse diğer göçler sebebiyle Anadolu müslüman Türkler’le doldu. Bu göçmen kitlenin gerçek miktarının ne kadar olduğunu kesin bir şekilde belirleyecek hiçbir istatistik bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber bu miktarın Anadolu’nun yerli sâkinlerinin epeyce üstünde bir sayıya ulaştığı muhakkaktır. Bu göçlerin, bilhassa yukarıda zikredilen ikisinin konu itibariyle önemi, İslâmlaşmada rol oynayacak pek çok âlim, mutasavvıf vb. tarikat erbabı ve bunlarla birlikte tabii olarak çeşitli dinî ve fikrî cereyanların taşıyıcıları olmalarından ileri gelmektedir.

Devlet ve İslâmlaşma (Anadolu Selçukluları dönemi -Dânişmendliler ve Doğu Anadolu Türk devletleri dahil-). İslâmlaşma Anadolu’da XI. yüzyılın sonlarından itibaren Bizans topraklarından İran sınırlarına, Karadeniz sahillerinden Eyyûbî Devleti’nin sınırlarına kadar geniş bir sahayı içine alıyordu. Bu saha, batıda Anadolu Selçuklu Devleti, ortada Dânişmendliler, doğuda ise daha önce isimleri zikredilen Türk devletleri tarafından paylaşılıyordu. Bunların her biri kendi hâkimiyet sahalarında belli bir dinî siyasetin takipçisi oldular. Bu devletlerin hepsi, tıpkı Büyük Selçuklular gibi, çeşitli tarihî ve kültürel âmiller sebebiyle İslâmiyet’in Sünnî cephesini temel aldılar.

Selçuklular, Dânişmendliler, Mengücükler, Saltuklular, Artuklular ve Sökmenliler takip ettikleri iskân siyasetiyle Orta ve Doğu Anadolu’nun vadi, ova ve yaylalarını yerleşik ve göçebe Türk nüfusuna yurt olarak verirken, kısa zamanda bu nüfusu üretici duruma getirmeye ve eskiden mevcut yahut yeni teşekkül eden yerleşme merkezlerini ve çevrelerini canlı birer Türk-İslâm kültür merkezi haline dönüştürmeye de çalıştılar. Bu hedeflere varabilmek için vakıf müessesesinden geniş ölçüde faydalanıldı. Devletin de teşvikiyle zengin vakıflara sahip kervansaraylar, medreseler, camiler, zâviyeler meydana getirildi. Bununla beraber İslâmlaşmanın daha önceden başladığını söylemek mümkündür. Zira daha XI. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli dinî ve sosyal hizmetler köy, kasaba ve şehirlerde mevcut gayri müslimlerden alınan binalarda veya ihtiyacı o gün için karşılayacak basit yapılarda yerine getiriliyordu.

Anadolu’da daha çok Sünnîliğin Hanefîlik kolu, Doğu bölgelerinde ise kısmen Şâfiîlik yaygındı; eğitim ve öğretim alanında ve bilhassa hukukî sahada birincisi hâkim durumdaydı. Hükümdarlar Türk, Arap ve Fars menşeli din ve ilim adamlarını, tasavvuf erbabını etraflarına toplamak ve onlara eserler yazdırmak için gerekli maddî ve mânevî imkânları ellerinden geldiği ölçüde hazırlıyorlardı. Meselâ Anadolu Selçukluları zamanında İran’dan ve Arap memleketlerinden gelip Anadolu’ya yerleşen ulemâ arasında Abdülmecîd b. İsmâil el-Herevî (ö. 537/1142), Muhammed Tâlekānî (ö. 614/1217), Yûsuf b. Saîd es-Sicistânî (ö. 639/1241-42) ve Ömer el-Ebherî (ö. 663/1265) sayılabilir. Sökmenliler zamanında Ahlat’ta fıkıh âlimi Abdüssamed b. Abdurrahman (ö. 540/1145) çok tanınmıştı. Ayrıca Anadolu medreselerinde yetişmiş olup çeşitli Arap memleketlerine giderek oralarda yerleşen Türk âlimleri de vardı. Bütün bu sayılanlar ve daha başkaları, devletin Sünnîlik siyasetini takviye etmede büyük rol oynadılar.

Devletin resmen güttüğü bu Sünnîlik siyasetine rağmen göçebe ve yarı göçebe Türkmenler arasında Şiî-İsmâilî tesirleri de görülür. Ancak Şiîlik bir mezhep olarak kabul edilmemiştir. Ayrıca ne Anadolu Selçukluları’nda ne de öteki devletlerde, sosyal ve idarî alanda bir tehlike haline gelmedikçe, Sünnîlik dışı cereyanlara ve çevrelere bir baskı politikası uygulandığına dair herhangi bir ipucuna rastlanmaz.

Selçuklular ve Anadolu’daki diğer Türk devletleri bir yandan cihad ve gazâ ile meşgul olurken diğer yandan da memleketlerindeki içtimaî nizamı sağlamak için gayri müslim tabanlarını kollamak ve korumakla kendilerini mükellef sayıyorlardı. Zira henüz büyük çoğunluğu göçebe ve yarı göçebe olan Türk nüfusun bu yeni topraklarda yerleşik hayatlarına alışabilmesi ve üretici duruma geçebilmesi için mevcut nizamın bozulmaması şarttı. Bilhassa iktisadî yapının sarsılmaması buna bağlıydı. Bu sebeple, meselâ Anadolu Selçuklu sultanlarından I. Gıyâseddin Keyhusrev, 1106’da Menderes vadisine yaptığı seferden sonra oradan getirdiği Rum köylülerini Akşehir yöresine yerleştirip arazi, araç gereç vb. verdikten başka uzunca bir süre de vergiden muaf tutmuştu. Artuklular’dan Belek Gazi, kendisine isyan eden Gerger Ermenileri’ni Hanazit bölgesine sürmüş, fakat iskânları sırasında onlara çok iyi


davranmış ve kesinlikle dinî faaliyetlerine bir sınırlama koymamıştı. Yine Artuklu hükümdarlarından Necmeddin Alpı devri (1152-1176), bölge hıristiyanlarının en müreffeh devri olmuştu. Bunlardan başka Emîr Saltuk (1147-1176), Ahlat Hükümdarı II. Sökmen (1128-1183) devirleri, Doğu Anadolu hıristiyanlarının dinî hürriyet içinde yaşadıkları dönemlerdir. Ayrıca cihad ve gazâ ruhuna sıkı sıkıya bağlı oldukları, meşhur Dânişmendnâme adlı destanî eserde açıkça görülen Dânişmendliler de hıristiyanlara çok iyi davranmışlardı. O kadar ki, çağdaş tarihçi Süryânî Mihail’in anlattığına göre, 1104’te Gümüştegin Ahmed Gazi’nin vefatı onları mateme boğmuştu.

Aslında bilindiği gibi, daha ilk fetihlerden itibaren bilhassa Ortodoksluk dışı hıristiyan ahali Türkler’e karşı köklü bir düşmanlık beslememiş, hatta bu fetihleri ve zaferleri, kendilerini hor gören ve ezen Bizans’ın cezalandırılması olarak görmüşlerdi. Bizans hükümeti asırlar boyunca Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da farklı etnik menşelere de mensup olan bu ahaliyi zorla Ortodoks yapmak suretiyle Rumlaştırmak istemiş, kendilerini ağır dinî ve malî baskılara mâruz bırakmıştı.

Başta Anadolu Selçukluları olmak üzere bütün bu sıkıntılara son veren Anadolu’daki Türk devletleri, çağdaşları diğer müslüman devletlerden daha esnek şartlarda uyguladıkları ehl-i zimmet hukuku sayesinde, topraklarındaki gayri müslimleri Türk toplumunun içtimaî ve iktisadî nizamı içine dahil etmişlerdi. Bu siyaset hiç şüphe yok ki kendilerinin varlıklarını sağlamlaştıran bir unsur olmuştur. Bunun siyasî açıdan müsbet bir neticesi ise Bizans’ın Türkler’in hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan hıristiyanlar üzerinde muhtemel hak iddialarına set çekmiş olmasıdır.

Moğol Hâkimiyeti Dönemi. 1243 yılında Moğollar’la yapılan Kösedağ Savaşı Anadolu Selçuklu Devleti’nin talihini tersine çevirdi ve üç yıl sonra Moğollar Anadolu topraklarına ayak bastılar. Bu, yakıp yıkmalar, yağmalar, Selçuklu şehzadeleri arasında taht kavgaları ve halk isyanlarıyla dolu bir yarım asrın başlangıcı oldu.

Moğol hâkimiyeti dönemi Anadolu’nun İslâmlaşmasını menfi mânada etkileyip herhangi bir duraklamaya yol açmadı. Zira 1250’lerden itibaren yirmi yıl kadar Şamanist Moğollar İslâmiyet ve Hıristiyanlık karşısında kayıtsız davrandılar. Bununla birlikte hasımları müslüman Selçuklular’a karşı, sırf siyaset icabı yerli hıristiyan ahaliye dayanmayı da tercih ettiler. Böylece hıristiyan zümreler istilâcılardan bazı yeni dinî imtiyazlar koparmayı ve onları Türkler’e karşı kullanmayı bir ölçüde başardılar. Ancak bu durum Moğollar’ın İslâmiyet’i kabullerine kadar, yani elli yıla yakın bir müddet devam edebildi.

Moğollar’ın sırf Selçuklular’ın nüfuzunu kırabilmek için başlangıçta hıristiyanlara karşı böyle iyi davranmaları, Batı Hıristiyanlık âleminin dikkatini çekmekte gecikmedi. Nitekim Katolik mezhebine mensup bazı misyoner tarikatlar Moğollar’ı hıristiyan yapabilmek maksadıyla harekete geçtiler. Ancak bu faaliyetler bir sonuç vermedi ve Moğollar İslâmiyet’i tercih ettiler. Özellikle İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın 1296 yılında resmen Sünnî mezhebini kabul ederek İslâmiyet’e girişi, Anadolu’da İslâmlaşma vetîresini yeniden hızlandırdı. Geldiklerinden bu yana Anadolu bozkırlarında Şamanist dinî hayatlarını sürdüren göçebe Moğol oymakları, Türkmen babaları vasıtasıyla yavaş yavaş müslüman olmaya ve peyderpey toprağa yerleşmeye başladılar. Ayrıca 1250’lerden beri süren kargaşa dönemi de bu suretle ağır ağır ortadan kalktı.

Beylikler Devri. Bu devir, Anadolu’nun siyasî yönden olduğu kadar İslâmlaşma yönünden de önemli bir dönemini teşkil eder. Bilindiği gibi Anadolu Selçuklu Devleti aşağı yukarı 1250’lerden başlayarak Moğol boyunduruğuna girdi. İlk yıllar, Moğollar’ın hesabına iyi sonuç verecek gibi görünen, Selçuklu şehzadeleri arasındaki taht kavgalarıyla geçti. Bu sebeple şehzadelerin bazan birini, bazan diğerini desteklediler. Fakat sonunda, meydana gelen kargaşalık yüzünden idareyi bizzat ellerine almak zorunda kaldılar; böylece 1277’den itibaren Anadolu’ya umumi valiler tayin ederek kendi idarî mekanizmalarını kurdular.

Bu olaylar Türkmen beylerini ve aşiretlerini endişeye düşürdü. Özellikle Bizans sınırında bulunanlar, kendi gayretleriyle fethettikleri bu topraklarda Moğol merkezî idaresinin kontrolünden uzak kalmanın sağladığı avantajlarla âdeta yarı müstakil hareket etmeye başladılar. Aydınoğulları, Menteşeoğulları ve Osmanoğulları gibi Türkmen sülâleleri fırsat buldukça kendi bölgelerinde Bizans aleyhine genişlemeye çalışırken aynı zamanda sağlam bir sosyal ve kültürel yapının teşekkülüne de gayret gösterdiler. XIII. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığında Bizans’ın Anadolu’daki toprakları artık Marmara denizinin güney havzasına inhisar etmekteydi.

Bu devirde uç bölgelerde bulunmayan beyliklerin İslâmlaşma konusunda genellikle önceki yıllardan farklı bir siyaset takip etmedikleri tahmin edilmektedir. Zira Anadolu’nun fethe başlandığı tarihlerden bu yana geçen bir buçuk iki asra yakın zaman boyunca bu beyliklerin bulunduğu topraklarda İslâmlaşma süreci gerek etnik gerekse dinî yönleriyle tamamlanmak üzere idi.

Buna karşılık Batı Anadolu’da durum tamamen farklı şekilde gelişmiştir. Her şeyden önce burada yeni müslüman Türk nüfusunun iskânı bahis konusudur. Ele geçirilen kasaba ve köyler, elverişli araziler, Doğu ve Orta Anadolu’dan gelen yerleşik veya göçebe ahali ile dolduruldu. Türkmen beyleri bir yandan bu iskânları ayarlarken diğer yandan da idarî teşkilâtlarını geliştirdiler ve buna paralel olarak vakıflar yardımıyla yeni kültür müesseseleri kurdular. Gerek bu müesseseler gerekse idarî teşkilât için ihtiyaç duyulan elemanlar, kısmen önceleri Moğol baskısından batıya kaçan, kısmen de Moğollar’ın tedrîcen Anadolu’dan çekilmeleriyle boşta kalan kişilerden temin edildi. Beyliklerin arazilerinde yerleşen ahîler ise sağlam bir teşkilâtlanma ile ticarî ve sosyal hayata yön verdiler. İşte bütün bunlar Beylikler devrinde İslâmlaşmayı kolaylaştıran ve hızlandıran faktörler oldu.

Dinî Eğilimler ve Mezhepler. Türk zümreler X. yüzyıldan itibaren tedrîcen Müslümanlığı kabul ettikleri zaman, tarihî zaruretlerle Mâverâünnehir’deki Sünnî İslâm çevreleriyle temasta bulunduklarından Sünnî mezhepleri benimsemişlerdir. Bu yüzden bazı Türk zümreleri ve devletleri müstesna, tarihte kurulan Türk devletlerinde idareciler, genellikle, daha Karahanlılar’dan itibaren tabii olarak halkın çoğunluğunun meyline uymaktan başka bir şey yapmamış ve siyasetini bu çoğunluk üzerine dayandırmışlardır. Bununla birlikte Anadolu da dahil hiçbir yerde ve devirde devletin halkı zorla ve baskı altına alarak Sünnîleştirmesi gibi bir hadise vuku bulmamıştır.

İşte sözü edilen bu tarihî gelişmenin tabii bir neticesi olarak Anadolu’da halk arasında büyük çoğunluk Hanefî mezhebine mensuptu. Bilhassa şehirler ve


kasabalar Sünnîliğin en hâkim olduğu çevrelerdi. Tabiatıyla bu çevreye yakın ve sürekli münasebet halinde bulunan köyler için de aynı durum söz konusuydu. Kısmen Şâfiîlik hariç tutulursa, Anadolu’da Hanefîliğin dışında öteki Sünnî mezheplerin yerleşme ortamı bulamadıkları, zaman zaman Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine mensup âlim ve mutasavvıfların gidip gelmelerine, hatta belli zamanlar Anadolu’da yaşamalarına rağmen yayılma imkânı bulamadıkları görülmektedir. Bunun sebebi, bir ölçüde Türkler’in İslâmiyet’e girerken Orta Asya’da Hanefî çevrelerle temasları ve bu mezhebin Türkler’in yapısına uygun düşmesi olduğu kadar, Anadolu’da Hanefîlik dışı öteki iki mezhepten olan ulemâ ve mutasavvıfların belli çevrelerin dışına çıkamamış veya uzun müddet kalamamış olmalarıdır.

Sünnîlik dışında gelişen cereyan ve mezhepler ise bilhassa XIII. yüzyıldaki göçlerle Anadolu’ya yerleşen göçebe Türkmenler arasında yayılma zemini bulmuş, bazı siyasî ve sosyal hareketlerde, dinî ve tasavvufî akınlarda tesirli olmuştur. Bu eğilimlerin varlığı ve mahiyetleri bugün oldukça iyi bilinmektedir. Yapısında, Türkler’in müslüman olmadan önceki döneme ait atalar kültü, Gök Tanrı kültü, çeşitli tabiat kültleri, Şamanizm ve muhtelif Asya dinlerinin kalıntılarını taşıyan bu eğilimlerin Şiî tesirlerle veya bizzat Şiîlik’le karıştırılmaması gerekir.

Aslında bazı Türk zümreler daha İslâmiyet’e girmeden önce İran ve kısmen Mâverâünnehir’deki İsmâilî propagandaların tesirinde kalmıştır. Ayrıca VIII. yüzyılda bu bölgelerde Emevî aleyhtarı hareketlerde bunlardan faydalanıldığı gibi 755’te Ebû Müslim’in katlinden sonra Mâverâünnehir, Horasan ve Azerbaycan’da çıkan ayaklanmalar aşırı Şiî cereyanları güçlendirmiş ve bunlar Türkler arasında oldukça taraftar toplamıştır.

İlhanlı Hükümdarı Olcaytu’nun İmâmiyye mezhebini kabulünden sonra da Anadolu’da Şiîlik için uygun bir yayılma ortamı doğmuştur. 1240 yılında çıkan Babaî İsyanı ile Cimri İsyanı gibi müteakip yıllarda Moğollar’a karşı girişilen ayaklanmalarda kuvvetli bir mehdîlik inancının hâkim bulunması dikkat çekicidir. Ancak bunlar bu devirde yine de Anadolu’da tam mânasıyla ne İsmâilî ne de İmâmiyye Şiîliği’nin mevcut ve yayılmış bulunabileceğini ispata kâfi değildir. Zira sonraki yüzyıllarda Anadolu’da bu iki koldan hiç olmazsa birine mensup zümrelerin niçin var olamadığını izah etmek gerekecektir. Buna karşılık, belli bir güzergâh takip etmek ve uğradığı yerlerde ancak birkaç gün kalmak mecburiyetinde olduğu için Anadolu’nun her tarafını göremeyen, ana yolların dışında kalan sahalara ulaşamayan İbn Battûta gibi seyyahların şahadetlerine dayanarak Sünnîlik dışı zümrelerin bulunmadığını ileri sürmek de yanıltıcı olur.

Bu arada, XIII. yüzyılın ikinci yarısında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da cereyan eden birtakım siyasî olaylara müdahale edecek kadar kendisini gösteren Yezîdî çevrelerden de bahsetmek gerekir. XII. yüzyılda Şeyh Adî (ö. 557/1162) tarafından kurulan Adeviyye tarikatı, zamanla Güneydoğu Anadolu’nun bir kısım ahalisi arasında mahiyet değiştirmiş ve eski mahallî inançlarla karışarak sapık bir fırka olan Yezîdîliğe dönüşmüştür (bk. ADEVİYYE, ADÎ b. MÜSÂFİR). Bunlar Anadolu’yu işgal eden Moğollar’a karşı Türkmenler’le birleştiler ve işgalcilerle savaştılar. Ancak Yezîdîler’in tam mânasıyla bugünkü hüviyetini kazanması XIV. asırda oldu. Fırkanın Güneydoğu Anadolu ile kısmen Doğu Anadolu bölgelerinden dışarı çıkmadığı söylenebilir. Yalnız İbn Battûta, Germiyan ilini ziyareti sırasında buradaki Türkmenler’in kendilerini Yezîdî diye tanıttıklarını ifade eder. Bu durum onların buraya gelmeden önce Doğu Anadolu’da Yezîdîler’le aynı bölgede oturmuş bulunmalarından olsa gerektir. Nitekim bugüne kadar Batı Anadolu’da Yezîdîliğin mevcudiyetine dair hiçbir şey intikal etmemiştir.

Tasavvuf ve Tarikatlar. XII. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’nun büyük kısmının fethi tamamlanıp Anadolu Selçukluları ve öteki Anadolu Türk devletleri kuruluşlarını sağlam bir siyasî ve içtimaî ortamla takviye ettikten sonra, yani XIII. yüzyıl başlarından itibaren Anadolu’ya muhtelif tasavvufî cereyanlara ve tarikatlara mensup şeyhler ve dervişler gelmeye başladı. Bunlar genç ve sağlam Türk devletlerinin hâkimiyetlerindeki topraklarda kendileri için müsait imkânlarla dolu, yayılmaya elverişli birer çevre bulurken, bu devletler de varlıklarını kuvvetlendirecek zengin bir kültürel yapıyı büyük ölçüde onların yardımıyla teşekkül ettirmeyi başardılar.

XIII. yüzyıl başlarından itibaren Anadolu’da yayılmaya başlayan bu tarikatlar, teşkilât ve dış görünüş itibariyle bazı benzerliklerine karşılık, temelde Sünnî ve gayri Sünnî eğilimli olmak üzere iki ana grupta toplanmıştır. Şüphesiz bu, ortaya çıktıkları ve yayıldıkları kültürel çevrelerin sebebiyet verdiği bir yapılaşmadandır. Meselâ ilmî faaliyetlerin yoğun olduğu Mâverâünnehir, Hârizm, Irak gibi bölgelerde ve özellikle şehir muhitlerinde gelişenler Sünnî eğilimli idiler. Buna karşılık, Horasan, Azerbaycan gibi eski İran kültürünün yahut Orta Asya’nın şehirlerden uzak yerlerinde eski Türk inançlarının hâkim bulunduğu sahalardaki tarikatlar ise daha ziyade gayri Sünnî bir mahiyet arzediyorlardı.

Bu tarikatlara mensup kişiler, yukarıda sözü edilen göç dalgalarıyla Anadolu’ya gelip yerleştiklerinde, tabii olarak, vaktiyle alıştıkları çevrelere benzeyen yerleri tercih ediyorlardı. Bu iki gruptan şehir ve kasabalara yerleşenler daha çok yüksek idarî tabaka ve münevver zümrelerle temas kuruyorlardı. Bunlar arasında mevcut tasavvuf anlayışı da gerçekte iki ana mektep etrafında toplanmıştır. Bunlardan ilki, Irâkīler denilmekle beraber, başka Arap memleketlerinden gelenlerin de dahil bulunduğu, zühd ve takvâ anlayışının ağır bastığı ahlâkçı mekteptir. Kadirîlik ve Rifâîlik mensuplarıyla, geliştirdiği vahdet-i vücûd* sistemi sayesinde tasavvufa yepyeni bir istikamet veren Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1241) ve halefi Sadreddin Konevî (ö. 672/1273) ve müridleri bu mektep içinde mütalaa edilebilir. Diğeri ise Horasânîler tabiriyle ifade edilmekle birlikte Mâverâünnehir ve Hârizm bölgelerinden gelenlerin de dahil oldukları, melâmeti benimsemiş, müsamahacı, estetik yanı ağır basan, daha çok cezbeye önem veren mektepti. Necmeddîn-i Kübrâ (ö. 618/1221) ile, fütüvvet teşkilâtının düzenleyicisi, Bağdatlı meşhur Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin (ö. 635/1238) tarikatlarına bağlı olanlar bu mektebe mensuptular. En tanınmış temsilcilerinden olup Anadolu’ya gelenler arasında Evhadüddîn-i Kirmânî (ö. 634/1237), Bahâeddin Veled (ö. 635/1238), Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî (ö. 637/1240), Necmeddîn-i Râzî (Dâye) (ö. 654/1256) ve Fahreddîn-i Irâkı (ö. 685/1286) zikredilebilir.

İşte bu iki ana Sünnî eğilimli mektebe mensup tarikatlara bağlı şeyhler ve dervişler Ahlat, Erzurum, Bayburt, Sivas, Tokat, Amasya, Kırşehir, Kayseri ve Konya gibi devrin önemli merkezlerinde ve yörelerinde faaliyet gösteriyorlardı. Bu iki mektebin sentezi ise XIII. yüzyılın


ikinci yarısında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) tarafından gerçekleştirildi ve daha ileri bir tarihte tarikat şeklinde teşkilâtlanarak Mevlevîlik adını aldı.

XIV. yüzyılda da Beylikler devrinde öncekilerden daha geç teşekkül eden Kâzerûnîlik, Nakşibendîlik ve Halvetîlik gibi Sünnî eğilimli yeni tarikatlar Anadolu’ya girdi.

Gayri Sünnî eğilimli tarikatlar ise XIII. asırdaki göçlerle birlikte göçebe ve yarı göçebe Türkmen aşiretleriyle Anadolu’ya girmişti. Bunlardan pek çoğu aslında daha Anadolu’ya gelmeden önce Türkmen babalarının temsil ettikleri tarikatlara bağlanmışlardı. Bunlar henüz sathî bir şekilde İslâmlaşmış olduklarından yerleşik ahali gibi Müslümanlığı tam özümseyebilmiş değillerdi. Bunların pek çoğu Yesevîlik, Vefâîlik, Kalenderîlik ve Haydarîlik gibi mahallî inanç ve geleneklerle kolayca uyuşabilen tarikatlara bağlıydılar. XII. yüzyılda meşhur mutasavvıf Ahmed Yesevî tarafından Mâverâünnehir’de kurulan Yesevîlik, buradaki büyük merkezlerde Sünnî bir gelişme istikameti takip ederek XIV. asırda Nakşibendîliğin doğuşunu hazırlamıştı. Halbuki aynı Yesevîlik göçebe Türkler arasında yayılırken aradan fazla bir zaman geçmeden onların eski inançlarının tesirinde kalarak muhite uymuş ve böylece gayri Sünnî bir mahiyet kazanmıştı. İşte XIII. yüzyılda Anadolu’ya girdiği sıralarda Yesevîlik, Mâverâünnehir’dekinin tam aksine böyle bir yapı geliştirerek XV. yüzyılda Bektaşîliğin doğuşuna katkıda bulundu.

XI. yüzyılda Irak’ta Tâcülârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ Bağdâdî’nin (ö. 501/1107) kurduğu, ancak Horasânî tesirlerle gelişen Vefâîlik de XIII-XVI. yüzyıllarda Anadolu Türkmenleri arasında aynı şekilde gayri Sünnî bir mahiyet kazanarak yaygın hale geldi. İlk Osmanlı vekayi‘nâmelerinin Orhan Gazi ile münasebet halinde gösterdikleri meşhur Geyikli Baba bu tarikat mensuplarından biridir. Bu tarikat XIII. yüzyılda Anadolu’da Baba İlyâs-ı Horasânî tarafından temsil edilmekteydi.

Yine bu asırda hemen bütün Ortadoğu’da rastlanır hale gelen Kalenderîlik ise Anadolu’da hem yerleşik hem de göçebe ahali arasında en çok tutunan gayri Sünnî eğilimli tarikatlardan biri olmuştur. XVII. yüzyıla kadar bütün Osmanlı İmparatorluğu topraklarında birtakım anarşik hadiselerde ve ayaklanmalarda kendisini gösterecek olan bu tarikat mensupları diğerlerinden ayrı olarak gezici dervişlerden meydana geliyordu. Çok karışık ve değişik menşelerden gelen “syncretiste” bir inanç ve gelenekler sistemine sahip Kalenderî dervişleri, gerek inançları ve yaşayış tarzları gerekse daha başka sebepler yüzünden zaman zaman toplum nizamını bozmuşlardı. Pek çoğu İslâmiyet’in emir ve yasaklarına itibar etmez görünen Kalenderîler’den nâdiren de olsa Mevlânâ’nın yakın dostu Şems-i Tebrîzî ve Konya’da zâviyesi bulunan Ebû Bekir-i Niksârî gibi sevilen ve sayılan şahsiyetler de yetişmişti. Kalenderîler, Anadolu Selçukluları’ndan başka, Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarında Artuklular’ın hâkim oldukları yerlerde de hayli faal idiler. Hülâgû buralara geldiği zaman onlardan hiç hoşlanmamış ve bir kısmını yakalatarak öldürtmek istemişti.

Çoğu zaman şeriata aldırış etmedikleri için İbâhiyye’den sayılan Kalenderîliğin Yesevîlik’le karışmasından doğan ve XIII-XIV. yüzyıllarda aynı şekilde Türkmenler içinde taraftar bulan bir başka gayri Sünnî tarikat da Kutbüddin Haydar (ö. 618/1221’den sonra) adlı bir Türk şeyhinin kurduğu Haydarîlik’ti. XIII. asrın ilk yarısı boyunca Haydarîliğin Anadolu’da yüksek seviyede temsilcileri bulunuyordu. Meselâ bunlar arasında, Mevlânâ’nın yakın dostu olduğu rivayet edilen Hacı Mübârek-i Haydarî ile bunun yakınlarından Şeyh Muhammed Haydarî’yi saymak mümkündür. Bunlar Konya’daki zâviyelerinde yaşıyorlar ve hatırı sayılır bir taraftar kitlesine hitap ediyorlardı.

Ancak, Konya gibi devrin büyük kültür merkezlerinde Sünnî çevrelerle sıkı temas neticesi ılımlı bir mahiyet arzeden bu gibi tarikatların mensupları, buralardan uzak muhitlerde ve bilhassa Türkmenler arasında bu niteliklerini kaybediyorlardı. Nitekim 1240 yılındaki Babaî İsyanı bütün bu Yesevî, Vefâî, Kalenderî ve Haydarî Türkmen şeyhleri tarafından hazırlanmış ve idare edilmişti. İsyandan bir müddet sonra bu çevrelere mensup dervişler Moğol işgalinin de tesiriyle Bizans sınırlarına taşındılar. Buralardaki beyliklerin arazileri “abdal”, “baba” ve “dede” unvanıyla tanınan bu insanlarla dolup taşmaya başladı. Bunlar müridleriyle birlikte Bizans’a karşı yapılan gazâlara katılıyorlar, fethettikleri topraklarda zâviyeler açarak oraları İslâmlaştırıyorlardı. Aynı faaliyetler XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumeli topraklarında da sürdürüldü. XV. asırda yazılmış Osmanlı vekayi‘nâmeleri bu derviş-gazilerin menkıbeleriyle dolu olduğu gibi bazılarının adına müstakil menâkıbnâmeler de kaleme alınmıştır.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluşuna adları karışan ve kaynaklarda “abdalân-ı Rûm” yahut “Rum abdalları” denilen bu dervişlerin faaliyetleri, Anadolu ve Rumeli’nin iskân, Türkleşme ve İslâmlaşması tarihinin en mühim ve ilgi çekici sayfalarından birini teşkil eder. Bunlardan Abdal Mûsâ, Abdal Mehmed, Abdal Murad, Kumral Abdal ve Geyikli Baba gibileri Türkmen beylerince el üstünde tutuluyorlar ve kendilerine zengin vakıflara sahip zâviyeler inşa ediliyordu. Bu şekilde hem onlar vasıtasıyla halkı kendilerine bağlıyor, hem de yeni toprakların iskân ve nizamını sağlamış oluyorlardı.

İhtidalar. Anadolu Selçukluları, Beylikler ve ilk Osmanlı devirlerinde ihtida konusu, Anadolu’nun İslâmlaşması tarihinin en önemli meselelerinden birisidir. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Türkler’in Anadolu topraklarını doğudan batıya doğru fethe başlamaları, buralarda oturan gayri müslim ahalinin duruma göre yerlerini ya tamamen yahut da kısmen terketmelerine sebep olmuştu. Bunlardan boşalan yerlere ise çeşitli göç dalgalarıyla gelen Türk nüfusu yerleşti. Böylece yeni gelenler buralarda yine de bir miktar gayri müslim (daha çok hıristiyan) halk ile karşılaştılar. Daha sonra fetih hareketleri nisbeten eski hızını kaybedip Türkler’in gayri müslimlere karşı tavrı belli olduktan sonra yerlerini terkedenlerden bir kısmı geri döndü. Meselâ uygulanan dinî ve iktisadî siyasetin sağladığı imkânları farketmeye başlayan Rumlar, Bizans hükümetinin ağır vergilerinden kurtulmak için artık Türk hâkimiyeti altındaki eski arazilerine yerleşmeyi tercih ettiler. Ermeniler ve Süryânîler ise zaten daha başlangıçta Ortodoks Bizans’a karşı Türkler’in safında yer almışlardı.

XIII. yüzyılda artık yerleşik ve göçebe Türk nüfusuyla dolan Orta Anadolu’da, özellikle Konya, Kayseri, Sivas gibi ticaret merkezleri başta olmak üzere, bunların civarındaki köylerde hatırı sayılır bir gayri müslim ahali de bulunuyordu. Müslüman Türk nüfusunun hiç mevcut olmadığı bu gayri müslim köylerin yanında iki halkın müşterek oturduğu köyler de vardı. Özellikle şehir ve kasabalarda


müslümanlar ve gayri müslimler (daha çok hıristiyanlar ve az miktarda yahudiler) ayrı ayrı mahallelerde oturmalarına rağmen yakın münasebetler içinde yaşıyorlardı.

Devletin sağladığı geniş müsamaha ortamının bir sonucu olarak bu tarzda birlikte yaşamaya başlayan iki ahali giderek birbirlerinin dillerini öğrendi. Türkler Rumca ve Ermenice, Ermeni ve Rumlar ise Türkçe konuşup yazabiliyorlardı. Başta hükümdarlar ve devlet adamları olmak üzere halk arasından da hıristiyanlardan kız alanlar oldu. Türk ve Bizans hükümetleri arasındaki çatışmalar ahali üzerinde fazla tesirli değildi. Uç bölgelerinde bile Bizans topraklarında Türkler, Türk topraklarında Rumlar yaşıyordu. Bu kadar sıkı münasebetler sonunda birtakım din değiştirme (ihtida) hadiselerinin meydana geldiği tahmin edilebilir.

Gerek Selçuklu ve Beylikler, gerekse erken Osmanlı devirlerine ait arşiv vesikalarının yok denecek kadar az olması ve vekayi‘nâmelerdeki kayıtların kifayetsizliği, ihtida ile ilgili istatistikî bilgiler elde etmeye engel olmaktadır. Bu yüzden ihtidaların hangi halk tabakaları arasında hangi sebeplerle meydana geldiği, mühtedilerin sayıları, ihtidadan sonraki durumları vb. hakkında kesin sözler söylemek mümkün değildir.

Elde bulunan müslüman ve hıristiyan vekayi‘nâmelerinde kitleler halinde vuku bulan ihtidalardan söz edilmemektedir. Bu kaynaklarda ancak yüksek tabakaya mensup olan ve hükümeti yakından ilgilendiren münferit hadiseler yer almaktadır. Nitekim burada bahsedilen mühtediler, meselâ ya Gavraslar ve Komnenoslar gibi devlet hizmetine girmiş soylu ailelerden veya II. Haçlı seferleri sırasında Antalya civarında Bizanslılar’ın katliamından kurtarılan Almanlar gibi askerî vak‘alara karışanlardan gelmektedir. Çoğunlukla devlet merkezinde yazılan eserler uzak bölgelerde halk arasında meydana gelen ve devleti ilgilendirecek hiçbir yönü bulunmayan ihtida hadiselerinden habersiz kalmışlar, yahut bunları önemsememişlerdir. Bu sebeple sadece mevcut kayıtlara bakarak ihtidaların sırf bunlarda zikredilenlerden ibaret olduğunu sanmamak gerekir. Nitekim XIII ve XIV. yüzyıllara ait bazı vakfiyelerin şahitler kısmına bakıldığı zaman birtakım mühtedi adlarına tesadüf edilmektedir. Bununla beraber Anadolu’nun İslâmlaşmasını ve müslüman halkın menşei hadisesini Gibbons’un iddia ettiği şekilde mühtedi nüfusa bağlamak da yanlış olur.

Din değiştirme hadiseleri yalnızca hıristiyanlardan Müslümanlığa geçiş şeklinde olmamış, sayıca birincisi kadar olmamakla birlikte Türkler’den de Hıristiyanlığa geçenler görülmüştür. Bu tarz din değiştirenler, daha çok Müslümanlığı yeni kabul etmiş veya daha İslâmiyet’e girmemiş göçebe Türkler arasından çıkmıştır. Bu gibi hadiseler en çok uç bölgelerinde meydana gelmiştir.

İhtidalar siyasî ve iktisadî menfaat sağlamaktan, gerçekten dinî sebeplerle ihtida etmeye kadar çok değişik faktörlere dayanmaktadır. Fakat bu hiçbir şekilde devlet eliyle ve zorla olmamıştır. Din değiştirmede en önemli sebeplerden biri de devletin gösterdiği müsamaha yanında, Türkler karşısında sürekli gerileyen Bizans’ın hıristiyan ahaliye artık temin edeceği bir menfaatin kalmamış olması, yani Anadolu’da artık Hıristiyanlığın gücünü önemli ölçüde kaybetmiş bulunmasıdır. Zira Anadolu’daki Türk fetihleri ve kurulan devletler, Ortodoks kilisesinin Rum ahali üzerindeki merkeziyetçi idare ve kontrolüne son verdiği gibi öteki hıristiyan azınlıkların bağlı oldukları muhtelif küçük kiliseleri de zayıflatmıştı. Böylece Hıristiyanlık Anadolu’da, Batı’da Katolik kilisesinin merkeziyetçi, bir arada tutucu, hiyerarşik yapısından mahrum, kendi başına buyruk küçük kiliselere bölündü. Bu ise Anadolu Hıristiyanlığı’nı topyekün bir dünya olmaktan, bir güç halinde hareket etmekten mahrum bıraktı. Bu husus ihtidalar için geçerli sebeplerin başında sayılabilir.

İhtidalar büyük çapta tasavvuf veya başka bir ifadeyle tarikatlar vasıtasıyla vuku bulmuştur. Bilhassa XIII-XIV. yüzyıllarda Anadolu’da, XV. yüzyıldan itibaren de Rumeli’de muhtelif tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin gayri müslim çevrelerdeki faaliyetleri ve sebep oldukları ihtidalar dikkate değer bir mahiyet gösterir. Nitekim Menâkıbü’l-ârifîn ve Vilâyetnâme gibi eserlerde şehir ve köylerde tarikatlar vasıtasıyla cereyan eden ihtidalar doğruya yakın bir şekilde tesbit edilebilmektedir. Bunun gibi menâkıbnâme türünden eserlerden sadece hıristiyan ve yahudilerin ihtidaları değil, XIII. yüzyılda bazı Türkmen babalarının işgalci Moğollar arasında kesif bir İslâmiyet propagandası sonucu bir takım ihtidaların da meydana geldiği görülmektedir.

Kültür Alışverişleri. Müslüman Türkler Anadolu’ya iptidai bir kültürün içinden değil, İslâm medeniyetinin eski Türk kültürüyle sentezini yapmış yüksek seviyeli bir toplum olarak gelmiştir. Bu sebeple Türkler için artık bunun dışına çıkarak eski putperest dönemin de izlerini taşıyan hıristiyan Anadolu kültürü içine dahil olmaları söz konusu olmamıştır. Bununla beraber bilhassa halk arasında bazı âdetler, mahallî kültler ve inançlar sahasında karşılıklı olarak belli bir çerçeve içinde bir alışveriş meydana gelmiştir. İhtidalar bunu takviye eden en önemli faktör olmuştur. Türkler yerleştikleri yerlerde Hıristiyanlık öncesi ve Hıristiyanlık dönemine ait bazı kültlerle, inanç ve merasimlerle karşılaştılar. Her yerde aynı derecede olmasa bile, İslâmiyet’i henüz yeteri kadar özümseyemediği için sathî bir şekilde İslâmlaşmış göçebe ve yarı göçebe muhitlerle şehir, kasaba ve köylerde bu kültler zamanla benimsendi. Bugün müslüman Türkler arasında varlığını hâlâ koruyabilen İslâm dışı birtakım âdet, gelenek ve görenekler bu şekilde ortaya çıktı.

Gayri müslim çevrelerin bu meseledeki en belirgin tesirleri, bilhassa bazı evliya kültleri konusunda oldu. Tasavvufla birlikte müslüman Türk zümreleri arasında ortaya çıkan ve biraz da eski Türk inançlarının yönlendirmesiyle kendine mahsus bir çehre kazanan “evliya” mefhumu ve buna bağlı olarak gelişen evliya kültleri Anadolu’ya göçlerle beraber girdi. Burada faaliyet gösteren çeşitli tarikatlara mensup şeyhlerin vefatlarından sonra türbeleri etrafında yeni evliya kültleri teşekkül etti. Ayrıca çeşitli bölgelerde vaktiyle hıristiyan ahali arasında takdis edilen aziz kültleri ise mevcudiyetlerini korudular. Genellikle gayri Sünnî eğilimli tarikatlara mensup dervişler, bu kültlere bağlı halkı müslüman yapabilmek ve dolayısıyla kendilerini tereddüt yaratmadan onlara kabul ettirebilmek için, mevcut menkıbeler vasıtasıyla bu kültleri İslâmîleştirmeye çalıştılar. Bu uzun süreli faaliyetler sonunda bazı aziz kültleri evliya kültü haline döndü. Meselâ Ürgüp yöresindeki Aya Haralambos kültü, Hacı Bektaş kültüyle özdeşleşti. Aya Teodoros’unki Baba İlyas, Aya Yorgi’ninki ise Hızır-İlyas kültleriyle, aynı şekilde Rumeli’de muhtelif yerlerde Sarı Saltuk kültü Aya Nikola, Aya Naum vb. kültlerle birleşti. Böylece Hasluck’un “iki taraflı perestişgâhlar” dediği, Anadolu ve Rumeli’de müslüman ve hıristiyan ahali tarafından müştereken


ziyaret edilen yatırlar meydana gelmiş oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Füvatî, el-Havâdisü’l-câmiǾa (nşr. Mustafa Cevad), Bağdad 1351, s. 343; Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1959-61, I, 137, 215, 273-274, 360-361, 555; II, 596, 773; İbn Battûta, Tuhfetü’n-nüzzâr, Kahire 1933, I, 214-242; Elvan Çelebi, Menâkıbü’l-kudsiyye (nşr. İsmail E. Erünsal # A. Yaşar Ocak), İstanbul 1984, s. 155-157; Neşrî, Cihannümâ (Taeschner), I, 47; Mecdî, Şakāik Tercümesi, s. 31-32; Vilâyetnâme-i Seyyid Ali Sultân, Ankara-Cebeci İl Halk Ktp., nr. 1186; Michel le Syrien, Chronique, Paris 1905, s. 195, 205, 206, 364; Köprülü, İlk Mutasavvıflar; a.mlf., Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Ankara 1970, s. 108, 137-138, 142-145; a.mlf., “Anadolu’da İslâmiyet”, DEFM, sy. 4-6 (1338-39), s. 405-408; a.mlf., “Bektaşiliğin Menşe’leri”, TY, sy. 8 (1341), s. 137-139; a.mlf., “Abu İshak Kazrunı ve Anadolu’da İshakı Dervişleri”, TTK Belleten, XXXIII/130 (1969), s. 225-232; H. A. Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu (trc. Ragıb Hulûsi), İstanbul 1928; F. W. Hasluck, Bektaşilik Tedkikleri (trc. Ragıb Hulûsi), İstanbul 1928; a.mlf., Christianity and Islam under the Sultans, Oxford 1929, I-II; Gholam Hossein Sadighi, Les Mouvements Religieux Iraniens, Paris 1938; M. Halil Yinanç, Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944, s. 166-169; İbrahim Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi (485-618/1092-1221), Ankara 1956, s. 73-108; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953; a.mlf., Vilâyetnâme, İstanbul 1958, s. 40-41, 44-47, 56, 66, 88; I. Mélikoff, La Geste de Melik Dânişmend, Paris 1960, I-II; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 189; a.mlf., Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1969, I, 247-255, 294; II, 139, 140, 156, 160, 165-166; a.mlf., Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1971, s. 1-44, 45-82, 513-518; a.mlf., Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973, s. 35, 228-231; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London 1968, s. 74-76, 113-114, 202-215, 250-256, 259, 303-312, 326-328; a.mlf., “La Première pénétration Turque en Asie Mineure”, Byzantion, XVIII, Bruxelles 1948; a.mlf., “Le Problem du Shiisme dans l’Asie Mineure Pré-Ottomane”, Le Shiisme Imamite, Paris 1969, s. 123 vd.; Zeki Velidî Togan, Umûmi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970, s. 209; S. Vryonis, The Decline of Medieval Hellenisme in Asie Minor, Berkeley 1971, s. 351-402; P. Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu (trc. Güzin Yalter), İstanbul 1971, s. 29; J. Richard, Croises, missionnaires et voyageur, London 1983; A. Yaşar Ocak, XIII. Yüzyılda Anadolu’da Babaîler İsyanı, İstanbul 1980, s. 95-99, 140-145, 169-173; a.mlf., Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul 1983; a.mlf., Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkıbeleri, Ankara 1984; a.mlf., İslâm-Türk İnançlarında Hızır yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985; a.mlf., “Bâzı Menâkıbnâmelere Göre XIII-XV. Yüzyıllardaki İhtidâlarda Heterodoks Şeyh ve Dervişlerin Rolü”, Osm.Ar., II (1981), s. 31-42; Ö. L. Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, VD, II (1942), s. 279-304.

Ahmet Yaşar Ocak





3. Anadolu’nun Osmanlı Hâkimiyetine Geçişi.

1071 Malazgirt Meydan Savaşı’ndan sonra Büyük Selçuklu Devleti tarafından birçok Türk aşireti Anadolu’nun çeşitli bölgelerine sevkedilmişti. Anadolu ilk olarak işte bu aşiretler vasıtasıyla fethedildi. Nitekim bunun bir sonucu olarak Mengücük, Artuk ve Saltuk beylikleri kuruldu. Bunlar ise daha sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin esasını meydana getirdiler. Bu devletin parçalanmasıyla Anadolu Türk beylikleri ortaya çıktı. Bu beyliklerden biri de daha sonra Anadolu birliğini sağlayacak olan Osmanlı Beyliği idi.

Osmanlılar Oğuzlar’ın Bozok koluna mensup Kayı boyundandılar. Anadolu’ya gelmelerinden sonra Kayılar’ın bir bölümü Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad zamanında (1219-1236) Ankara’nın batısındaki Karacadağ taraflarına yerleştirilmiş, bunlardan 400 çadırlık bir kısmı daha sonra Söğüt ve Domaniç yöresini ele geçirerek bu bölgede yurt tutmuşlardı. Bu sırada başlarında bulunan Ertuğrul Bey 1236 yılından önce Karahisar’ı, sonra Söğüt’ü zaptederek Bilecik Rum beyini de vergiye bağlamıştı. Böylece Anadolu’da yeni bir beylik doğmaya başlamıştı.

Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra yerine oğlu Osman Bey (ö. 1326) geçti. Bizans’ın karışık durumundan faydalanarak beyliğin topraklarını genişletmeye başlayan Osman Bey, 1289 yılında İnönü ve Eskişehir’i aldıktan sonra uç beyi olduğunu ilân etti. Bu sırada Anadolu’da önemli bir siyasî güce sahip ahîlerle temasa geçildi. Osman Bey, ahî şeyhlerinden Eskişehir yakınlarında İtburnu mevkiinde tekkesi bulunan Edebâli’nin kızı Mal Hatun’la evlendi. Böylece onların nüfuzundan da faydalanılarak Anadolu Türk birliğini sağlama yolunda önemli bir adım atıldı. Osmanlı Beyliği bundan sonra Bizans aleyhine genişlemeye başladı. Yarhisar, Bilecik, İnegöl, Köprühisar ele geçirildi ve 1301’de Köprühisar civarında Yenişehir adıyla bir Türk şehri kuruldu.

Osman Bey’in faaliyetlerinden telâşa düşen Bizans İmparatorluğu ve Anadolu Rum beylerinin ortak kuvvetleriyle Koyulhisar’da yapılan savaşın kazanılmasından sonra (1302) Kitehisarı ve Ulubat gölünde Alyos adası ele geçirildi; 1326’da Bursa’nın fethine kadar ise Lefke (Osmaneli), Akhisar, Geyve, Gölpazarı gibi kasaba ve kaleler Osmanlı topraklarına katıldı.

Osmanlı Beyliği’nin diğer beyliklerden daha tehlikeli olduğunu gören Bizans İmparatoru III. Andronikos İznik’i tehdit eden Osmanlı kuvvetlerine karşı harekete geçti. Ancak Maltepe’de (Pelekanon) yapılan savaşı kaybetti. Türk kuvvetleri İznik’i zaptettiler ve burasını merkez yaptılar (1331). İznik’in alınmasıyla Kocaeli yarımadasında daha rahat hareket etme imkânı doğdu. 1334’te Gemlik, 1337’de de kuşatma altında bulunan İzmit alınarak böylece yarımadanın fethi tamamlandı. 1345’te Karesi Beyliği’nin ilhakı ile sınırlar Edremit körfezine kadar uzandı. 1354 yılında İç Anadolu’da Ankara zaptedildi. Bu arada 1353’ten itibaren fetihlerin Rumeli’de de başlaması, burada kazanılan topraklara önemli ölçüde Türk nüfusu naklini gerektirdi. Anadolu’dan yapılan bu nakil I. Murad zamanında da devam etti.

Osmanlılar’ın bu gelişmesi onları Anadolu beylikleri arasında Selçuklular’ın vârisi olarak tanıttı. Nitekim Şehzade Bayezid’in Germiyan beyi Süleyman Şah’ın kızı ile evlenmesi, savaşsız olarak Kütahya, Tavşanlı, Eğrigöz (Emed) ve Simav’ın Osmanlı topraklarına katılmasına yol açtı. Öte yandan Hamîdoğlu Beyliği’nden Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir ve Karaağaç 80.000 altına satın alınarak Osmanlı Beyliği gibi Anadolu Türk birliğini kurma çalışmaları içinde bulunan Karamanoğulları ile batıdan da komşu olundu. Bu sebeple iki devlet arasında başlayan rekabet Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar devam etti ve bu hükümdar zamanında Karamanoğulları Beyliği’nin Osmanlı topraklarına katılmasıyla sonuçlandı.

Yıldırım Bayezid zamanında Anadolu’nun bir idare altında toplanması hususunda önemli merhaleler katedildi. Karamanoğulları ile ittifak yapan Anadolu beyliklerinden Germiyan, Aydın, Saruhan ve Menteşe beylikleri Osmanlı topraklarına ilhak edildi. Bu topraklarda merkezi Kütahya olan Anadolu eyaleti kuruldu. Ayrıca Anadolu’da tek Bizans şehri olarak kalan Alaşehir de (Filadelfia) zaptedildi (1391). Daha sonra Hamîdoğulları topraklarıyla Tekeoğulları’na ait Antalya ele geçirildi. Sivas Hükümdarı Kadı Burhâneddin ile ittifak yapan Candaroğulları Beyliği ise 1392’de Osmanlı topraklarına katıldı. Bu arada Kadı Burhâneddin’e ait olan Merzifon ve Amasya da alındı.

Bizans’ın iç işlerine de müdahale eden I. Bayezid, 1396’da Niğbolu önünde


Haçlı ordusuna karşı büyük bir zafer kazandıktan sonra İstanbul’da bir cami yapılmasını ve bir müslüman mahallesi kurulmasını sağladı.

1398 yılında, Osmanlı topraklarına saldıran Kadı Burhâneddin üzerine yürüyen I. Bayezid Sivas, Tokat, Aksaray ve Kayseri’yi ele geçirdiği gibi bu harekât sonucu Tâceddinoğulları, Taşanoğulları beylikleriyle Giresun emîri de Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetini tanıdılar. Bayezid bu sırada Memlük Sultanı Berkuk’un ölümünden faydalanarak Malatya, Kâhta, Divriği, Besni, Dârende ve Elbistan’ı da aldı. Böylece Anadolu Türk birliğini sağlayan Bayezid, Tuna’dan Fırat’a kadar uzanan bir devlet meydana getirmiş oldu. Ancak Orta Asya ve İran’da büyük bir devlet kurmuş olan Timur’la 1402’de yapılan Ankara Savaşı Anadolu Türk birliğinin parçalanmasına yol açtı. Bu savaş sonunda esir düşen Bayezid’in oğulları Süleyman, Îsâ, Mûsâ ve Mehmed çelebiler saltanat mücadelesine giriştiler. Fetret Devri olarak adlandırılan bu mücadele 1413’e kadar sürdü. Bu tarihte kardeşlerini bertaraf eden Çelebi Mehmed devletin birliğini yeniden sağladı. Fakat Ankara Savaşı’ndan sonra tekrar kurulmuş olan Anadolu beyliklerinin yeniden Osmanlı idaresine alınması çalışmaları II. Murad ve Fâtih dönemlerinde de devam etti. Nitekim Fâtih İstanbul’un fethinden sonra önce Cenevizliler’e tâbi Amasra’yı (1460), bir yıl sonra ise Trabzon Rum İmparatorluğu’nu Osmanlı topraklarına kattı. Ardından başta Karamanoğuları olmak üzere diğer Anadolu beyliklerini ortadan kaldırdı. Bu sırada Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyük bir devlet kurmuş olan Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli’nde yenerek (1473) Fırat’a kadar olan sahayı ele geçirdi. Böylece Anadolu Türk birliği ikinci defa sağlanmış oldu.

Doğu Anadolu’nun bütünüyle ele geçirilmesi I. Selim ve Kanûnî dönemlerinde gerçekleştirildi. I. Selim Safevî Hükümdarı Şah İsmâil’le Çaldıran’da yaptığı savaşı kazanarak (1514) Bayburt, Kemah, Erzincan ve Kiğı taraflarını elde etti. Çaldıran Savaşı’ndan sonra başta Diyarbekir, Mardin ve Maraş olmak üzere Dulkadır Beyliği toprakları alındı. Öte yandan Memlük seferiyle Adana ve Çukurova’da hüküm süren Ramazanoğulları Osmanlı idaresine girdi. Kanûnî döneminde ise Irakeyn Seferi ile Adilcevaz, Erciş, Ahlat, Tortum, Akçakale, Van ve diğer Doğu Anadolu şehirleri Osmanlı topraklarına katıldı. Böylece bütün Anadolu Osmanlı Türkleri idaresinde birleştirilmiş oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

Karamânî Mehmed Paşa, Osmanlı Sultanları Tarihi (trc. İ. Hakkı Konyalı, Osmanlı Tarihleri içinde, haz. Atsız), İstanbul 1947, tür.yer.; Âşıkpaşazâde, Târih, tür.yer.; Ahmedî, Dâstân ve Tevârîh-i Âl-i Osmân (Osmanlı Tarihleri içinde), tür.yer.; Şükrullah Amasyevî, Behcetü’t-tevârîh (trc. Atsız, Osmanlı Tarihleri içinde), tür.yer.; Neşrî, Cihannümâ (Unat), I-II, tür.yer.; Kıvâmî, Fetihnâme-i Sultan Mehmed (haz. Fr. Babinger), İstanbul 1955, tür.yer.; H. A. Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu (trc. Ragıb Hulûsi), İstanbul 1928, tür.yer.; M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu (Ankara 1959), Ankara 1972, tür.yer.; Dânişmend, Kronoloji, I-II, tür.yer.; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, tür.yer.; a.mlf., Osmanlı Tarihi, I-II, tür.yer.; a.mlf., “Mehmed I”, İA, VII, 496-506; a.mlf., “Murad I”, İA, VIII, 587-598; M. Tayyib Gökbilgin, “Osman I”, İA, IX, 431-443; a.mlf., “Orhan”, İA, IX, 399-408; Halil İnalcık, “Mehmed II”, İA, VII, 506-535; a.mlf., “Murad II”, İA, VIII, 598-615; a.mlf., “Türkler (Osmanlılar)”, İA, XII/2, s. 286-302.

Yusuf Halaçoğlu





4. Anadolu İsyanları.

Osmanlı Devleti’nde merkezî idarenin zaafa düştüğü dönemlerde otorite boşluğu yüzünden zaman zaman isyanlar çıktığı görülmüştür. Bu isyanların bazıları mahallî olup devleti fazla meşgul etmemiş, ancak Celâlî isyanları gibi bazıları devlet için son derece tehlikeli olmuştur. Hatta bunlardan bir kısmı devletin mevcudiyetini bile tehdit eder mahiyettedir. XVIII. yüzyılda görülen Levent isyanları da yine aynı sebeplerden ortaya çıkmış bulunan karışıklıklardır. Şehzade isyanları denilen taht kavgaları ise Osmanlı siyasî tarihinin ayrı bir yönünü teşkil etmektedir.

Şehzade isyanlarından ilki I. Murad’ın oğlu Savcı Bey İsyanı’dır. Saltanat iddiasında bulunan Savcı Bey, babasının 1385 yılında Balkan seferine çıkışını fırsat bilerek Bursa’nın idaresini kendisine bırakmış olmasına rağmen isyan etti ve adına hutbe okuttu. Ancak isyan kısa sürdü, Savcı Bey’in ordusu Bursa’nın Kete ovasında I. Murad tarafından mağlûp edildi; şehzadenin önce gözlerine mil çekildi, sonra da idam edildi.

Osmanlı Devleti’nin mâruz kaldığı en önemli karışık dönemlerinden birini, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra meydana gelen kardeşler mücadelesi teşkil eder. 1413’e kadar kardeş kavgaları ile geçen bu devre tarihlerde Fetret Devri veya “fâsıla-i saltanat” olarak anılmaktadır. Saltanat mücadelesine giren şehzadelerden Süleyman ve Mûsâ çelebiler Rumeli’de, Îsâ Çelebi de Balıkesir ve Bursa’da hükümdarlık için ortaya çıktılar. Öte yandan şehzadelerden Çelebi Mehmed de 1403’ten itibaren Anadolu’da Türkmen beylerini itaat altına almaya başlayarak kısa zamanda Balıkesir ve Bursa’da sükûneti sağladı. Bundan sonra kardeşleri Mûsâ ve Süleyman çelebilerle mücadeleye başladı ve son olarak 1411’de Edirne’yi ele geçirerek İstanbul’u kuşatan ve nüfuzunu Anadolu’ya da yaymak isteyen Mûsâ Çelebi’yi bertaraf etti. Bu suretle bozulan Türk birliğini yeniden kuran Çelebi Mehmed 1413’te Edirne’de tahta çıkarak bütün Osmanlı ülkesine sahip oldu.

Çelebi Mehmed’in ölümünden sonra Osmanlı Devleti yeni bir sarsıntı geçirdi. Bu sırada Osmanlı tarihlerinde Düzmece Mustafa olarak adlandırılan Şehzade Mustafa Edirne’de, II. Murad da Bursa’da tahta çıkmıştı (1421). Sonunda II. Murad amcası Şehzade Mustafa’yı bertaraf ederek Osmanlı tahtının tek hâkimi oldu.

Bir diğer şehzade isyanı da II. Murad’ın 1422’de İstanbul’u kuşattığı sırada vuku buldu. Henüz on üç yaşında bulunan II. Murad’ın kardeşi Küçük Mustafa Bizans entrikaları, lalası Şarabdar İlyas Bey’in sözleri ve Karaman ile Germiyan beylerinin tahrikiyle isyan etti. Küçük Mustafa kendisini teşvik edenlerin yardımı ile önce İznik’i ele geçirdi, daha sonra da Bursa’yı kuşattı. Bunun üzerine II. Murad İstanbul muhasarasını kaldırarak şehzadenin üzerine yürüdü ve onu yakalayarak idam ettirdi. Böylece İstanbul’un altıncı kuşatması da Bizans’ın bu oyunu yüzünden yarıda kaldı.

Osmanlı tarihinde en büyük şehzade isyanı ise II. Bayezid’in küçük kardeşi Cem’in saltanatta hak iddia etmesiyle çıktı. Fâtih vefat ettiği sırada Bayezid Amasya’da, Cem Konya’da vali bulunuyordu. Fâtih oğlu Cem’den “vâris-i mülk-i Süleymânî” diye bahsetmesine rağmen İstanbul’a daha önce gelen Bayezid tahta sahip oldu. Cem ise çaresiz Bursa’ya yürüyerek burada tahta çıktı. Adına hutbe okutup sikke kestiren Cem, halası Selçuk Hatun’un başında bulunduğu bir heyeti II. Bayezid’e göndererek devletin Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye bölünmesini teklif etti. II. Bayezid ise saltanat işinde kardeşlik düşünülemeyeceğini bildirerek teklifi reddetti. Bunun üzerine iki kardeş arasında 1481’de


Yenişehir ovasında meydana gelen savaşta Cem mağlûp olarak Memlük Devleti’ne iltica etti. Fakat daha sonra yanındaki kuvvetlerle Anadolu’ya dönen Cem Konya ve Ankara’yı kuşattıysa da bir sonuç elde edemeyerek canını kurtarmak üzere Rodos şövalyelerine sığındı. Buradan da önce Fransa’ya ve nihayet Osmanlı Devleti’ne karşı kullanılmak üzere Roma’ya götürüldü.

II. Bayezid’in daha sağlığında babalarının tahtına göz diken şehzadelerden Selim, Korkut ve Ahmed, bulundukları sancaklardan memnun olmamaları ve İstanbul’a yakın olmak istemeleri sebebiyle hem babalarıyla hem de birbirleriyle mücadeleye girdiler. Bayezid kendisine halef olarak Ahmed’i düşünürken yeniçeriler Selim’i tercih etmekteydi. Bu sebeple Selim isteği yerine getirilmeyince vali bulunduğu Trabzon’dan Kefe’ye, oradan da Edirne’ye yürüyerek Rumeli’de bir sancak istedi. Teamüle aykırı olarak isteği kabul edilip kendisine Semendire sancağı verildiği halde asıl gayesi Anadolu’daki kızılbaş tehlikesini ortadan kaldırmak için tahtı ele geçirmek olduğundan İstanbul’a yürüdü. Ancak babasıyla Çorlu yakınlarında yaptığı savaşı kaybetti. Buna rağmen yeniçerilerin Selim’i tutmaları padişahın tahttan çekilmesine sebep oldu. Selim tahta çıktıktan sonra kardeşleriyle mücadeleye başladı. Önce Korkut’u sahte mektuplarla isyana ikna edip ortadan kaldırdı. Ardından Amasya’yı işgal edip saltanatını ilân eden Ahmed’i Bursa Yenişehir ovasında mağlûp etti. Böylece kardeşlerini bertaraf ederek yeni bir Cem hadisesinin önüne geçmiş oldu.

Kanûnî döneminde ise idarî düzenlemelerden zarar gören bazı kimselerin Kütahya sancak beyi Şehzade Bayezid’in etrafında toplanmasıyla yeni bir gaile ortaya çıkmıştır. Özellikle Bayezid’in babasına karşı olan sert tutumu Kanûnî’yi Selim’e daha da yaklaştırdığı gibi öte yandan Bayezid’in birçok uygunsuz kimseyi etrafına toplaması, üzerine kuvvet sevkedilmesine yol açtı. Bayezid mağlûp olunca Kanûnî’den af diledi ise de kabul edilmedi. O da İran’a iltica etti. Bayezid’in “yevmlü” adıyla toplamış olduğu askerleri ise etrafa dağılarak “suhte” ve “levent” denilen zümrelere katıldılar.

Anadolu’da görülen isyan hareketleri içerisinde dinî mahiyette olanlar da oldukça fazladır. Bunlardan, Mûsâ Çelebi zamanında kazasker tayin edilen Şeyh Bedreddin İsyanı önemlidir. Şeyh Bedreddin İslâmiyet’teki haşr ve âhiret ilkelerini reddetti. Hatta melek ve şeytanın mevcudiyetine karşı çıkarak, bunları iyilik ve kötülük güçleri olarak yorumladı ve bu şekilde materyalist felsefenin savunucusu oldu. Onun ortaya attığı fikirler Türk ve müslüman toplumuna aykırı olmasına rağmen etrafında birçok taraftar toplandı, Anadolu’da isyan ve ihtilâller çıktı. Bu sebeple takibe uğrayan Şeyh Bedreddin Sinop üzerinden Eflak’a geçerek Prens Mirçe’nin de yardımı ile müridleriyle Edirne üzerine yürüdü. Bu sırada Anadolu’da bulunan müridleri Torlak Kemal ile Börklüce Mustafa, Manisa ve Karaburun arasında isyan ettiler. Anadolu ve Rumeli’de başlatılan bu isyan hareketlerinin hedefi devleti yıpratmak veya yıkmaktı. Devletin geleceği için çok tehlikeli olan bu ihtilâl teşebbüsü 1420 yılında bastırıldı.

Mezhep mücadeleleri şeklinde çıkan isyanlar ise özellikle II. Bayezid döneminde yoğunlaşmıştır. Bunlardan Safevîler’in teşvik ve tahrikleriyle Teke ve Hamîd taraflarında başlayan Alevî isyanları, Şahkulu Baba Tekeli’nin önderliğinde tehlikeli bir hal almış ve Şahkulu ancak 1511’de Vezîriâzam Atîk Ali Paşa kumandasındaki ordu ile giriştiği savaşta bertaraf edilmiştir. Bu gibi hadiseler I. Selim’in cülûsundan sonra da devam etmiş, 1519 yılında Bozoklu Celâl adında bir timarlı sipahi kendisini mehdî ilân ederek Şah Velî unvanıyla dünya saltanatı kurmak iddiasıyla Osmanlı idaresine isyan etmiştir. Ancak üzerine gönderilen kuvvetlere mağlûp olan Bozoklu Celâl yakalanarak idam edilmiştir. Bundan sonra bu tür ayaklanmalar Osmanlı tarihinde Celâlî isyanları olarak adlandırılmıştır.

Kanûnî devrinde bazı idarî tedbirlerden zarar gördükleri iddiasıyla Bozok’ta Baba Zünnûn, Adana’da Domuzoğlan ve Velî Halîfe, Tarsus’ta Yenice Bey tarafından isyanlar çıkarıldı (1526). Bunların başında da Kalender adında bir lider bulunuyordu. İsyanı bastırmak üzere gönderilen kuvvetler âsiler karşısında zaman zaman âciz kaldılar. Orta Anadolu’yu âdeta hükmü altına alan Kalender, Sivas civarında Karaçayır Muharebesi’nde Behram Paşa kuvvetlerini mağlûp etti. Ancak Anadolu Türk birliğine zarar verdiği anlaşılan Kalender’in yanından Türkmen aşiretleri ayrılınca Vezîriâzam İbrâhim Paşa isyanı bastırmaya muvaffak oldu (1527).

XVI. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’da Osmanlı Devleti’ni fazla rahatsız etmeyen bazı mahallî huzursuzluklar görülmektedir. Ancak bu tür hareketler 1592’den sonra tehlikeli bir hal almıştır. Bunun başlıca sebebi, teşkilâtta görülen aksamaların diğer sahalara intikali, ağırlaşan hayat şartlarının Anadolu halkı üzerindeki olumsuz tesirleri ve kapıkulu askerinin artmasıyla hazinede baş gösteren sıkıntı olmuştur.

Bu dönemde en büyük hareketi Karayazıcı Abdülhalim başlattı. Etrafına binlerce levent ve sekban toplayan Karayazıcı Anadolu’da âdeta saltanatını ilân etti ve devleti yıllarca uğraştırdı. Zaman zaman üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp da eden bu âsi lider ancak 1602’de ortadan kaldırılabildi. Yerine geçen Deli Hasan ise bir mevki verilmek suretiyle bertaraf edildi. Halep beylerbeyiliğine tayin edilen ve İran Seferi’ne geç kalması sebebiyle idam edilen Hüseyin Paşa’nın yeğeni olan Canbulatoğlu Ali de 1606’da isyan etti. Dürzî şeyhi Ma‘noğlu Fahreddin ile de birleşip gücünü arttıran Ali, üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp edip nüfuzunu Adana taraflarına kadar yaydı. Hatta bölgede devlet kurup ordu teşkil etti. Buna karşı İstanbul’dan


büyük bir kuvvetle gönderilen Kuyucu Murad Paşa, Anadolu’daki Kalenderoğlu gibi âsileri bertaraf ederek Oruç ovasında Canbulatoğlu’nu yendi. Kuyucu Murad Paşa daha sonraki yıllarda da Anadolu’da yer yer ortaya çıkan Celâlî kalıntılarının üzerine gitmiş ve sükûneti temin etmiştir. Bu devirde yaklaşık on beş yıl kadar süren Celâlî hareketleri Anadolu halkına çok zarar vermiş, zaman zaman İstanbul’un Anadolu ile irtibatı kesilmiş ve bazı Doğu Anadolu şehirleri İran’a kaptırılmıştır.

Öte yandan Balıkesir taraflarında çevresine topladığı başı bozuk kuvvetlerle isyan eden ve Manisa ile Aydın taraflarını istilâ ederek üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp eden Cennetoğlu bir süre bölgede huzursuzluk kaynağı olmuş, bu âsi de ancak 1624 yılında Manisa ovasında mağlûp edilerek öldürülmüştür.

Devleti en çok uğraştıran isyanlardan biri de Abaza İsyanı’dır. Erzurum valisi olan Abaza Mehmed Paşa, II. Osman hadisesinden (1622) dolayı yeniçerileri padişah katili ilân edip bölgede nüfuz kazandı. Etrafına topladığı 30.000 kişi ile Sivas’ı işgal etti ve Ankara’yı kuşattı. Üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp eden bu âsinin hakkından gelinemeyince devlet onu Erzurum valisi olarak tanımak zorunda kaldı. Ancak Abaza, devletin Bağdat Seferi’yle meşgul olmasını fırsat bilerek yeniden isyan etti. Kendisine Ahıska Seferi’ne iştirak ettiği takdirde affedileceği bildirilmesine rağmen kabul etmeyip yeniçerilerin üzerine saldırınca tekrar âsi ilân edilip Erzurum’da kıstırıldı, fakat müstahkem kale karşısında sonuç alınamadı. Daha sonra ordusunda kale döğer toplar bulunduğu halde Abaza üzerine gönderilen Sadrazam Hüsrev Paşa 1628’de Erzurum’a kadar gelip şehri kuşatınca Abaza teslim olmak zorunda kaldı.

Vaktiyle Anadolu beylerbeyi olan fakat gözden düşmüş bulunan İlyas Paşa da 1632 yılında Balıkesir ve Manisa bölgesinde isyan edip burada nüfuz kazandı. Cihangirlik sevdasına düşerek birtakım hayallere kapılan İlyas Paşa Şam valiliğine gitmeyince üzerine kuvvet gönderildi. Alaşehir ovasında mağlûp olan âsi müstahkem Bergama Kalesi’ne sığınınca hile ile elde edilip İstanbul’da cezalandırıldı.

Sultan İbrâhim’in hareketlerini protesto etmek maksadıyla ve kendisinden istenen fazla vergiyi halktan toplamayarak isyan eden Varvar Ali Paşa ise 1648’de üzerine gönderilen İpşir Mustafa Paşa tarafından mağlûp edildi. Bu devirde devlet idaresine isyan eden diğer bir âsi de Kara Haydaroğlu’dur. Üzerine gönderilen kuvvetleri silâh arkadaşı Katırcıoğlu ile beraber mağlûp eden Kara Haydaroğlu Isparta’yı haraca kesmek istediyse de buranın mütesellim*i Abaza Hasan Ağa (Paşa) tarafından âni bir baskınla ele geçirilerek İstanbul’a gönderildi (1649). Bu dönemin azılı âsilerinden bir diğeri de Gürcü Abdünnebî olup devlet memuru iken isyan ederek halka eziyet etmeye başladı. Sultan Ahmed Vak‘ası’nda (1648) tenkil edilen sipahilerin kanını dava ederek ortaya çıkan Abdünnebî, devrin önemli âsilerinden Katırcıoğlu ile de birleşerek İzmit üzerinden Üsküdar’a yürümüş, öncü kuvvetleri de mağlûp etmişti. Gürcü Abdünnebî ancak hile ile mağlûp ve katledilebildi, Katırcıoğlu ise affa uğradı.

Kara Haydaroğlu’nun ortadan kaldırılmasında önemli rol oynayan Abaza Hasan Paşa, bu başarısından dolayı Yeni-il voyvodalığı ile mükâfatlandırılmıştı. Ancak daha sonra kendisine verilen bu memuriyetin elinden alınmasıyla isyana itilmiştir. Etrafına binlerce âsi toplayan Abaza, üzerine gönderilen Karaman beylerbeyini de mağlûp ederek devletten Türkmen ağalığı memuriyetini elde etti, taraftarı İpşir Mustafa Paşa’ya da Halep eyaleti verildi. Bu tavizlerden şımaran Abaza, kapısında daha çok âsi barındırarak güçlendi. Bundan sonra İpşir Mustafa Paşa Abaza’nın desteğiyle sadârete tayin edildi ise de fazla kalamadı ve idam edildi. Onun öldürülmesi üzerine Abaza yeniden isyan etti. İsyanı Köprülü Mehmed Paşa’nın sadâretinde iyice şiddetlendi. Köprülü’nün sert icraatından kaçanlar Abaza’nın yanında yer aldılar. Hatta Abaza Ilgın’da Murtaza Paşa kumandasındaki bir Osmanlı ordusunu da yendi. Fakat kış dolayısıyla Antep’e çekilip askerlerini çevre kazalara dağıttığı sırada Halep’e gelmiş olan Murtaza Paşa tarafından hile ile yakalanıp öldürüldü. Böylece tehlikeli bir hal alan bu isyan da sona ermiş oldu.

Anadolu’da XVIII. yüzyılda serkeşlik ederek dolaşan ve “kapısız levent” olarak adlandırılan eşkıya ise halka büyük zulüm yapmış, uzun süren İran savaşları yüzünden Anadolu’yu talan etmişlerdi. Bu gaile ise ancak 1775 yılında Anadolu müfettişi sıfatı ile bunlar üzerine gönderilen Konya Valisi Kuyucu Süleyman Paşa tarafından bertaraf edildi. Halk ve hükümet el ele vererek 1776 yılına kadar bunların önemli bir kısmını yok etti.

Anadolu’da meydana gelen bu isyanlardan şehzade isyanları, Osmanlı Devleti’nin varlığını doğrudan tehdit eder bir mahiyettedir. Nitekim bu sebeple devlet zaman zaman parçalanma durumuna gelmiş, gelişme ve fütuhat durmuş, memleket içinde kardeş kanı dökülmüştür. Gerek otorite boşluğu gerekse dinî sebeplerle çıkan ve genel adıyla Celâlîlik şeklinde anılanları ise memleketin harap olmasına, yerleşik halkın yerlerini terkederek pek çok meskûn yerin boşalmasına, ziraat yapılan toprakların harap olarak gelirin düşmesine yol açmıştır. Yerlerini yurtlarını terkedenlerden özellikle İstanbul, Bursa gibi büyük şehirlere gidenlerin işsizlik sebebiyle birtakım kanunsuz hareketlere kalkışmaları devleti yeni problemlerle karşı karşıya bırakmıştır. Memleket isyan hareketlerinin ortadan kaldırılmasına kadar âdeta bir harabe haline gelmiş, dolayısıyla hem dış hem de iç meseleler devleti büyük ölçüde yıpratmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Naîmâ, Târih, VI, 328-329, 338; Râşid, Târih, V, 123, 281-282; Cevdet, Târih, II, 40; M. Çağatay Uluçay, XVII. yüzyılda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1944; a.mlf., 18 ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1955; a.mlf., “Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu?”, TD, sy. 9 (1954), s. 117-142; sy. 10 (1955), s. 117-142; sy. 11-12 (1966), s. 185-200; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/1, s. 100-113, 149-153, 164-168; Dânişmend, Kronoloji, I, 68, 146-166, 179-181, 184-187, 188-189, 356-374, 416-423; Şerafettin Turan, Kanunî’nin Oğlu Şehzâde Bayezid Vak’ası, Ankara 1961; Mustafa Akdağ, Celâli İsyanları, 1550-1603, Ankara 1963; a.mlf., “Celâli İsyanlarında Büyük Kaçkınlık, 1603-1606”, TAD, II/2-3 (1964), s. 1-49; Mustafa Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul 1965; Şahabeddin Tekindağ, “Şah Kulu Baba Tekeli İsyânı”, BTTD, I/3 (1967), s. 34-39; I/4 (1968), s. 54-59; a.mlf., “Canbulat”, İA, III, 22-23; M. Cavid Baysun, “Cem”, İA, III, 69-81.

Mücteba İlgürel





5. XIX ve XX. Yüzyıllarda Anadolu.

XIX. yüzyılın başlarında Anadolu’da memleket idaresi şeklen valilere ait gibi görünüyorsa da gerçekte duruma âyan, beyler, mahallî beyzadeler hâkimdi. Aynı tarihlerde Suriye ve Mısır’da Fransız-İngiliz menfaatleri çarpışırken Rusya da Doğu Anadolu’ya doğru yaklaşmakta idi. Devlet idaresine yeni bir düzen vermek için çabalayan III. Selim’in yeniçeriler


tarafından öldürülmesinden sonra tahta çıkan II. Mahmud, başlangıçta Alemdar Mustafa Paşa’nın âyanla imzaladığı Sened-i İttifak’ı kabul etmek zorunda kalmış olmasına rağmen çok geçmeden bunlara karşı başarılı bir mücadele başlattı. Anadolu’daki mahallî âyan ve mütegallibeyi ortadan kaldıran padişah, daha sınırlı bir merkeziyetçilik sayılabilecek Müşirlik Teşkilâtı’nı kurdu. Anadolu’da bulunan on sekiz eyaletin sayısını dörde indirdi. Birkaç eyalet veya sancağın birleştirilmesiyle meydana getirilen bu idarî birimlerin başına, düzenin sağlanması ve halkın zalim idarecilerin zulmünden korunması amacıyla, geniş yetkilerle askeriyeden birer müşir tayin edildi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma dönemine girmiş olması, II. Mahmud’un idarî alanda attığı önemli adımları engelledi.

Batılı büyük devletlerin kışkırtmalarıyla patlak veren Mora İsyanı ve 1828-1829 Osmanlı-Rus harbi, merkezî hükümetçe bir süre önce itaat altına alınan eyaletlerde yeniden bağımsızlık hareketlerinin çıkmasına yol açtı. Osmanlı-Rus savaşı sırasında Doğu Anadolu’nun bir kısmı ilk defa Rus işgaline uğradı. Erzurum ve havalisini işgal eden Rus ordusu 1829 sonbaharında çekilirken Erzurum’da oturan Osmanlı tebaası Ermeniler’den büyük bir kısmını, özellikle sanayi erbabını da beraberinde götürdü. 1831 yılında isyan eden Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, ancak büyük devletlerin aracılığıyla Kütahya’da durdurulabildi. Nitekim Kırım Harbi öncesinde yalnız Anadolu eyaleti merkezî idarenin tam olarak kontrolünde kalmıştı. Fakat burada da derebeyi tarzında isyankâr aileler bulunuyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun hızla dağılması ve dağılma sonunda imparatorluktan kopan parçaların hangi Avrupa devletince alınacağı meselesi, meşhur “Şark meselesi” denilen milletler arası politikanın esasını oluşturdu. Bütün XIX. yüzyıl boyunca bu dağılmayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme işini yüklenen devletler, değişen şartlara göre bazan dağılmanın karşısında oldular, bazan da en büyük destekleyicisi rolünü oynadılar. Osmanlı yöneticileri ise Avrupa devletlerinin birbirleriyle olan çekişmelerini bir denge politikası takip ederek imparatorluğun devamı için kullandılar.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında politik ve stratejik âmillere bir de ekonomik âmiller eklendi. 1856 yılında İngilizler Anadolu’da İzmir-Aydın arasında ilk demiryolu imtiyazını aldılar; bunu Fransa takip etti. Yabancı sermayenin Anadolu’da kendini göstermesi Fransa, İngiltere ve Rusya’nın menfaatlerini karşı karşıya getirdi. Nitekim Rusya Şark meselesini tek başına halletmek üzere harekete geçti. 93 Harbi adı verilen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti yalnız kaldı ve büyük bir yenilgiye uğradı. Ruslar Doğu Anadolu’da Erzurum’a kadar olan bölgeyi işgal ettiler. Buralarda yaşayan Ermeniler’i Osmanlı Devleti aleyhine kışkırttıkları gibi, 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması’na da Ermeniler’le ilgili bir madde koydurdular. Antlaşmanın 16. maddesine göre, Osmanlı hükümeti Anadolu’da Ermeniler’in oturduğu vilâyetlerde ıslahat yapacak ve bu ıslahat gerçekleşinceye kadar Rus işgali kalkmayacaktı. İngiltere bu antlaşmayı kendi çıkarlarına aykırı bularak Berlin’de yeni bir kongre toplanmasını sağladı. Öte yandan Berlin’de Osmanlı diplomatlarını destekleyeceği vaadi ve tehditlerle Osmanlı Devleti’yle 4 Haziran 1878’de bir sözleşme imzalayarak Kıbrıs’a yerleşti. Adı geçen sözleşmeye göre İngiltere, Ruslar’ın Anadolu içlerine doğru hareketine engel olmak için Osmanlı Devleti’ne yardım edecek, Osmanlı hükümeti de Anadolu’da Ermeniler’in oturduğu yerlerde ıslahat yapacaktı. Yapılacak ıslahatın şartlarını iki devlet birlikte kararlaştıracaktı. Ruslar Kars, Ardahan ve Batum’dan çekilince İngiltere de Kıbrıs’tan çekilecekti.

Fakat İngiltere Berlin Kongresi’nde vaad ettiği yardımı yapmadığı gibi Rusya da Kars, Ardahan ve Batum’dan çekilmedi. Ayastefanos’un Anadolu ıslahatı ile ilgili 16. maddesi kısmen değiştirilerek Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinde yer aldı. Adı geçen maddeye göre Osmanlı hükümeti Ermeniler’in yaşadığı vilâyetlerde ıslahat yapacak ve bunu diğer devletlere bildirecekti. İngiltere antlaşmadan doğan müdahale hakkını kullanarak Anadolu ıslahatının uygulanması konusunda hazırladığı programları kabul etmesi için zaman zaman diğer devletleri de yanına çekerek Bâbıâli’ye baskı yapmaya başladı. 1880 yılından itibaren Ermeni cemaatinin âdeta tek hâmisi kesilen İngiltere, o zamana kadar takip ettiği Osmanlı toprak bütünlüğünün korunması politikasını terkederek Anadolu’da ve Ortadoğu’da kendisine bağlı küçük devletler kurma çalışmalarına girdi. 1895 yılında Almanya’ya müracaat ederek Anadolu’nun nüfuz bölgelerine ayrılması teklifinde bulundu, 1898’de aynı teklifi Rusya’ya da yaptı. Teklife göre Bağdat’ın kuzeyi Ruslar’a, güneyi de İngilizler’e ait olacaktı.

II. Abdülhamid, Balkanlar’da oynanan oyunun aynen Anadolu’da da oynanmak istendiğini görerek Anadolu ıslahatına daima karşı çıktı. Çeşitli diplomatik manevralarla büyük devletlerin Ermeniler lehine Anadolu’da yapılmasını istedikleri ıslahata engel oldu. Artık Balkanlar’ın kaybedildiğini gören, Ortadoğu’da bütün gayretlerine rağmen tam bir hâkimiyet kuramayan padişah bütün dikkatini Anadolu’ya çevirdi. Türkler’in tek dayanağının Anadolu olduğunu savunan Sultan Abdülhamid, Ermeniler’i Anadolu’da bağımsızlığa götürecek olan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinin uygulanmasını her seferinde bir bahane ile önledi. Ayrıca bu yüzden, Ermeni meselesi konusunda diğer devletlere göre daha olumlu davranan ve 1880 yıllarından itibaren Anadolu’da birtakım iktisadî yatırımlara girişen Almanya’ya daha fazla yaklaştı. Padişahın siyasî bir ittifak yerine Almanlar’la iktisadî iş birliğine girişmesi ve bu yolla devleti güçlendirerek muhtemel bir dış müdahaleye karşı tedbir alması diğer devletlerin gözünden kaçmadı. Öte yandan Almanya’nın Anadolu’daki faaliyetleri de İngiliz politikacıları endişeye düşürdü. Gerçekten de Almanya her çareye başvurarak Türkiye’yi kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898’de padişahı resmen ziyaret etmesinden sonra Anadolu Demiryolu Şirketi’ne Haydarpaşa rıhtımı inşa imtiyazı tanındığı gibi bir yıl sonra Bağdat demiryolu imtiyazı da Almanlar’a verildi.

Anadolu’da yabancı teşebbüslerin artmasından endişeye kapılan Rusya, kendi sınırına yakın olan Doğu Anadolu’da demiryolu yapımı imtiyazının yabancılara verilmesinden vazgeçilmesini ve bu bölgedeki demiryollarının sadece Ruslar ve Türkler tarafından inşa edilmesini Osmanlı hükümdarından istedi. Rusya’nın istekleri 1900’de yapılan bir anlaşma ile kabul edildi.

1904-1908 yıllarında büyük devletler Anadolu’da ve Ortadoğu’da kendi hâkimiyetlerini kurmak için birbirleriyle mücadele ederlerken Osmanlı İmparatorluğu da büyük bir malî buhran içindeydi. Bu malî güçlükler yüzünden yabancı


devletlerin kontrolü daha da arttı. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra ise iktidarı ele geçiren İttihatçılar’ın takip ettikleri politika yüzünden devlet, siyasî bakımdan iki kutba ayrılan devletler topluluğundan hızla Almanya cephesine doğru kaydı.

Bununla beraber I. Dünya Savaşı sırasında müttefiklerin Osmanlı Asyası’nda ön plana aldıkları hedef, Dünya Harbi’nden önce ele geçirilen özel çıkar bölgelerini birbirlerine karşı korumaktı. Böylece Doğu Anadolu’da harekât Rusya’ya, Mezopotomya’da İngiltere’ye, Suriye ve Filistin kıyılarında da Fransız donanmasına ait olacaktı. Ancak Anadolu’nun paylaşılması konusunda 1915’te müttefikler arasında anlaşmazlık çıktı. İngiltere ve Fransa savaş sonuna kadar Boğazlar meselesinin ertelenmesini istedikleri halde Rusya Boğazlar’ın kendisine verilmesinde ısrar etmekteydi. Nitekim 1915 yılı ilkbaharında Rusya’nın Almanya’ya karşı kazandığı başarılar, Macaristan ovalarına kadar ilerlemesi ve doğuda Kafkaslar’da elde ettiği üstünlük İngiltere ve Fransa tarafından endişeyle karşılandı. Öte yandan her iki devlet Boğazlar’ı ele geçirme konusunda Rusya ile Almanya’nın anlaşabileceği ihtimaline karşı harekete geçerek 1915’te Çanakkale’de çıkarma harekâtına başladılar. Bununla birlikte Rusya’dan da bir filo ile İstanbul’u zorlamasını istediler. Ancak Rusya, donanmasının yetersizliğini ileri sürerek bunu kabul etmedi; fakat bir taraftan da İngiltere ve Fransa’nın İstanbul’u ele geçirmelerinden çekindiği için iki müttefikini Boğazlar konusunda bir anlaşmaya zorladı. 4 Mart 1915’te İngiltere ve Fransa’ya verdiği nota ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla Marmara’nın batı kıyılarının, Midye-Enez hattına kadar güney Trakya, İstanbul Boğazı’nın doğu kıyısı, Sakarya nehri ile İzmit körfezinin sonradan tesbit edilecek bir noktası arasında kalan toprakların ve Marmara denizindeki adaların Rusya’ya verilmesini istedi. İmroz ve Bozcaada’nın kaderinin ise kendisine danışılmadan tayin edilmemesi gerektiğini belirtti.

Rusya’nın bu istekleri İngiltere ve Fransa’nın hoşuna gitmemekle birlikte savaşta aynı cephede yer aldıkları için kabul etmek zorunda kaldılar. İngiltere 12 Mart, Fransa da 15 Nisan 1915’te Rusya’nın şartlarını onayladıklarını bildirdiler. Rusya da İngiltere ve Fransa’nın Anadolu ve Arabistan’daki özel haklarını kabul ettiğini açıkladı.

İstanbul ve Boğazlar’ın Rusya’ya verilmesi, Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki ihtiraslarını kamçıladı ve birtakım paylaşma anlaşmalarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Nitekim kendi payını elde etmek için İngiltere’ye başvuran Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu toprakları için de bir anlaşma yapılmasını teklif etti. Fakat İngiltere bu konuda Fransa’nın önce Rusya ile anlaşmasını istedi. Bunun üzerine Fransa’nın Rusya ile 1915 yazında yaptığı görüşmeler sonunda Suriye ile Adana bölgesinin kendisine verilmesini prensip olarak kabul ettirdi. Öte yandan İngiltere’nin Arabistan’a yerleşmek üzere yürüttüğü gizli faaliyetleri öğrenen Fransa, bu devletten de Suriye ve Adana’nın kendisine bırakılmasında ısrar etti. Bu sebeple 1915 sonbaharında üç devlet arasında müzakereler başladı. Görüşmeler 26 Nisan 1916’da bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşmaya Rusya, bağımsız bir Arap devleti veya Arap devletleri federasyonu kurulmasını, Suriye, Adana ve Mezopotamya’nın İngiltere ile Fransa arasında paylaşılmasını; buna karşılık İngiltere ve Fransa da Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetleriyle Van’ın güneyinde Fırat nehri, Muş ve Siirt vilâyetleri arasında kalan toprakların, ayrıca Trabzon’un batısında sonradan tesbit edilecek bir noktaya kadar Karadeniz kıyılarının Rusya’ya bırakılmasını kabul etti.

Londra’da müzakerelerin sürdüğü bir sırada Kafkaslar’dan harekete geçen Rus ordusu, büyük mücadeleler sonunda 15 Şubat 1916’da Erzurum’u ele geçirdi. Buradan Trabzon, Erzincan, Sivas ve Musul taraflarına yönelen Ruslar, 18 Nisan’da önemli liman şehri olan Trabzon’a ulaştılar. Rusya’nın Doğu Anadolu’dan Irak cephelerine doğru harekâta geçmesi İngiltere ve Fransa’yı telâşlandırdı. Bu sebeple Osmanlı Asyası’na gelecekte verilmesi tasarlanan şeklin esaslarını tayin maksadıyla İngilizler’le Fransızlar arasında gizli müzakerelere başlandı. Görüşmelerin konusu sadece Türk topraklarının taksimi değildi; aynı zamanda Rus saldırısını belli bir çerçeve içerisine almak gayesini de güdüyordu. Çünkü Rus ordusunun Musul bölgesine gittikçe daha çok yaklaşması, petrol yatakları açısından Fransız ve İngiliz yönetimlerini ciddi olarak korkutmaktaydı. Bu sebeplerle Rusya’nın Anadolu’daki kazançlarını tesbit edecek bir anlaşmanın imzalanması için harekete geçtiler. Bunun sonucunda müttefiklerin gizli anlaşmalarını kesinlikle belgeleyen Sykes-Picot Antlaşması ortaya çıktı. 9 ve 16 Mayıs 1916’da karşılıklı verilen notalarla belirlenen bu antlaşmaya göre Adana ve Mersin bölgeleri ile Suriye kıyıları Fransa’nın, Bağdat-Basra arasındaki Dicle ve Fırat bölgesi İngiltere’nin olacaktı. Diğer topraklarda kurulacak Arap devleti veya Arap devletleri federasyonu da İngiltere ile Fransa arasında nüfuz bölgelerine ayrılıyordu. Sykes-Picot Antlaşması gereğince Rusya Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını alacaktı. Müttefiklere göre, bu bölgeyi almakla Rusya Küçük Asya’da jandarmalık görevini üstleniyor, müttefikler böylece o bölgede işgal ordusu bulundurmak külfetinden kurtulmuş oluyorlardı. Öte yandan Rusya da Sykes-Picot Antlaşması’na Türkiye’nin bilfiil ve tamamen taksimi gözüyle bakıyordu. Rusya İstanbul’u almakla kendi tabiiyeti altında bir Türkiye vücuda getirecekti. Çar hükümeti Türkiye’ye denize çıkabilmesi için İzmir’de bir mahreç bırakılmasını istiyordu. Bu davranışıyla İzmir’i zaptederek veya nüfuz alanı içine alarak iktisadî ve askerî önemi olan bir dayanak noktası daha elde etmeyi düşünüyordu. Bu durumu çok iyi değerlendiren müttefikler, İzmir’i almak için İtalya ile Rusya arasındaki iddialı çekişmede İtalya’dan yana çıktılar.

20 Mayıs 1915’te İtilâf devletleri yanında I. Dünya Savaşı’na katılan İtalya, 1916 Nisan ve Mayısında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan anlaşmalardan haberdar edilmemişti. Fakat İtalya anlaşmayı sezmiş ve bunu müttefiklerine bildirmişti. Müttefikler de kesin bir anlaşmanın söz konusu olmadığı, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması hakkında bir fikir alışverişi yapıldığı cevabını vermişlerdi. İtalya da Anadolu’da Antalya, Mersin ve İzmir’in kendisine kesin olarak bırakılmasını istiyordu. Ancak Rusya’da Şubat 1917 ihtilâlinin patlak vermesi ve çarlığın yıkılması İtalya’yı korkuttu. İsteklerinin kabulü için İngiltere ve Fransa’ya baskıda bulundu. Fransa, Antalya ile Mersin’in İtalya’ya verilmesini istemiyordu. Fakat İtalya’nın ısrarları üzerine üç devlet arasında 19-21 Nisan 1917’de St. Jean de Maurienne Anlaşması imzalandı. Buna göre İtalya 1916’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan anlaşmaları


kabul ediyordu. Buna karşılık Mersin hariç Antalya, Konya, Aydın ve İzmir bölgeleri İtalya’ya veriliyordu. İngiltere ve Fransa İzmir’de birer serbest liman kurabilecekler, aynı şekilde İtalya da Mersin, İskenderun, Hayfa ve Akkâ’da serbest limana sahip olacaktı. Ancak bu anlaşmanın yürürlüğe girmesi Rusya’nın da onaylamasına bağlı tutulmuştu. Geçici Rus Bolşevik hükümeti ise iktidardan düşünceye kadar bunu onaylamadı. Bu durum harpten sonra toplanan barış konferansında İtalya ile müttefiklerin arasının bozulmasına yol açtı.

Rusya’da çıkan Ekim ihtilâli ve Rusya’nın savaşan devletler arasından çekilmesi, müttefik hükümetler diplomatlarının evvelce hazırlamış oldukları Anadolu’nun taksimi planlarını kökünden bozduğu gibi, Bolşevikler’in bu gizli anlaşmaları yayımlamalarıyla da bunları bütün dünya öğrenmiş oldu. Rus askerlerinin Doğu Anadolu’dan çekilmesinden sonra buralar tekrar Türk ordusunun yönetimine girdi. 3 Mart 1918’de Osmanlı Devleti’yle Sovyet Rusya arasında imzalanan Brest-Litovsk Barış Antlaşması ile Doğu Anadolu tamamen Osmanlı idaresine geçti. Rusya 93 Harbi’nden beri işgal altında tuttuğu Kars, Ardahan ve Batum’u da geri verdi. Osmanlı Devleti Kafkaslar’daki boşluktan faydalanarak Bakü petrollerini ele geçirmek üzere harekete geçti. Aynı amaçla İngiltere de Kafkasya’ya asker sevketti. 1918 Eylülünde Türk birlikleri Bakü’ye girdi.

Osmanlı ordusu Kafkaslar’da ilerlerken Filistin ve Irak cephelerinde durum kötüleşmekteydi. Eylül ve ekim aylarında Amman, Şam ve Beyrut düştü. Yıldırım orduları kumandanlığına getirilen Mustafa Kemal Paşa Anadolu’yu savunmak için kuvvetlerini Toroslar’a çekmeye başladı. 447.000 kişilik İngiliz ordusu Musul’u almak üzere harekete geçti. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan’ın savaştan çekilmesi üzerine Osmanlı Devleti’nin Almanya’dan sağladığı askerî malzeme akışı durdu. Talât Paşa kabinesi istifa ederek on yıllık İttihat ve Terakki iktidarı sona erdi ve yeni hükümeti İzzet Paşa kurdu. Bulgaristan’ın savaştan çekilmesinden sonra İngiltere ve Fransa Trakya’da yedi tümenlik bir birlik kurup İstanbul ve Boğazlar üzerine harekete hazırlandıkları bir sırada İzzet Paşa mütareke istedi. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ne göre bütün cephelerde ateşe son verilecek ve herkes bulunduğu yerde kalacaktı. Buna rağmen 1 Kasım 1918’de mütareke hattını çiğneyerek 5 Kasım’da Musul’u işgal eden İngilizler, 9 Kasım’da da İskenderun’a girdiler. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden oluşan altmış bir parçalık İtilâf filosu İstanbul’a gelerek asker çıkardı. Aynı gün Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’a geldi. Fransızlar 17 Aralık’ta Mersin ve Antep’i, 22 Şubat 1919’da Maraş’ı, 24 Mart’ta Urfa’yı, bir süre sonra da Tarsus, Adana ve Pozantı’yı işgal ettiler. Bu arada İtalyanlar Antalya’da, Yunanlılar da İzmir bölgelerinde çıkarma hareketine başladılar. Batı Trakya Yunan, Doğu Trakya da Fransız kontrolü altına girdi. Osmanlı hükümetinin bu işgallere karşı yaptığı protesto ve şikâyet seslerine İtilâf devletleri kulaklarını tıkıyorlardı. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Türk olmayan unsurlar, özellikle Ermeniler ve Rumlar Wilson prensiplerinden ve İtilâf devletlerinin diğer gösterişli vaadlerinden faydalanarak 1918 sonu ve 1919 başlarında Osmanlı İmparatorluğu’ndan aşırı ölçüde toprak isteğinde bulunmaya başladılar. Kısacası, Amerika hariç, diğer İtilâf devletleri savaş sırasında imzaladıkları gizli antlaşmalara dayanarak Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını paylaşmaya çalışıyorlardı. İngiltere Irak, Filistin ve Arabistan’ın peşinde koşuyor, Fransa Suriye ve Çukurova bölgesine, İtalya da İzmir, Adana ve Mersin dahil olmak üzere Anadolu’nun güney kıyılarına göz dikiyordu. 18 Ocak 1919’da Paris’te toplanan barış konferansında İngilizler’in büyük gayretleriyle İzmir Yunanlılar’a verildi. Yunan kuvvetleri Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin koruyuculuğunda 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktı. İstilâcı Yunan kuvvetleri İzmir ve dolaylarında büyük katliamda bulundular. Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması ve yaptıkları zulüm memleketin her tarafında nefretle karşılandı ve bu olayı tel‘in eden mitingler düzenlendi; Redd-i İlhak ve Müdâfaa-i Hukuk cemiyetleri kuruldu. Sultan Vahdeddin, Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu müfettişi sıfatıyla, görünüşte Anadolu’daki hadiseleri yatıştırmak, gerçekte ise millî mücadeleyi örgütlemek üzere Anadolu’ya gönderdi. Yunanlılar’ın İzmir’i işgallerinden dört gün sonra Samsun’a çıkan Mustafa Kemal millî mücadele için hemen faaliyete geçti. Anadolu’da bulunan ordu kumandanları ile Amasya’da buluşarak harekât planı tesbit edildi ve bir bildiri yayımlandı (21 Haziran 1919). Erzurum (23 Temmuz) ve Sivas kongrelerinde (4 Eylül) vatanın kurtarılması için önemli kararlar alındı. Sivas’ta bütün Redd-i İlhak cemiyetleri birleştirilerek Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu. Bir temsil heyeti seçilerek işleri yürütmesi konusunda bu heyete yetkiler verildi.

Anadolu’da başlayan Millî Mücadele hareketini durdurmak için çeşitli yollara başvuran işgalciler, 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgale başladılar. Meclis-i Meb‘ûsan’ı basarak dağıttılar. Fakat bir ay kadar sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldı (23 Nisan 1920). Bu meclis öncelikle vatanın düşmandan temizlenmesi için çalışmalara başladı.

İtilâf devletleri başkanlarından oluşan yüksek konsey, Türkiye’ye kabul ettirilecek barış şartlarına son şeklini vermek amacıyla 19 Nisan 1920’de San Remo’da oturumlara başladı. Çeşitli yönlerden yapılan uyarılara rağmen İngiliz Başbakanı Loyd George ile Yunan Başbakanı Venizelos’un etkisi altında kalan yüksek konsey, beş gün süren görüşmeler sonunda ileride Sevr’de Türkler’e zorla kabul ettirilecek olan antlaşma tasarısının ana hatlarını kaleme aldı. Antlaşma tasarısının başlıca şartları şunlardı: Türkiye’nin Avrupa’daki sınırı Çatalca’dan geçecek; İstanbul Türk hâkimiyetinde kalmakla birlikte, antlaşma şartları uygulanmadığı takdirde, İtilâf devletleri bu şartları değiştirebilecek; Boğazlar İtilâf devletlerinden oluşan bir komisyon tarafından denetlenecek; Ermenistan’ın bağımsızlığı tanınacak; savaştan önce ve savaş sırasında İtilaf devletleri arasında gizli antlaşmalarla tesbit edilen bölgelerin Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını Türk hükümeti kabul edecek; bütün Türk savaş gemileri İtilâf devletlerine terkedilecek; İtilâf devletlerine savaştan önce verilen imtiyazlar korunacak ve kapitülasyonlar yürürlükte kalacaktı.

Bu anlaşmaya ek olarak İtilâf devletlerinin aralarında imzaladıkları bir üçlü sözleşme ile de Türkiye’de adlî ve malî sistemin gelişmesi, jandarma ve polis gücünün teşkilâtlandırılması, azınlıkların korunması ve ekonomik kalkınmanın sağlanması sözde karar altına alındı. İtilâf devletleri bu sözleşme ile Türkiye’yi nüfuz bölgelerine ayırarak kendi aralarında bölüşüyor, bu bölgelerdeki faaliyetlerini sürdürmek için birbirlerini


desteklemeye söz veriyorlardı. Bunları yaparken de Türkiye’ye yardımda bulunmalarını bizzat Osmanlı hükümetinin istediği bahanesini öne sürüyorlardı.

İstanbul’daki İtilâf yüksek komiserleri, 20 Nisan’da Bâbıâli’ye bir nota göndererek barış şartlarını almak üzere bir Türk delegasyonunun gönderilmesini istedi. 30 Nisan 1920’de Paris’e hareket eden Osmanlı heyetine 11 Mayıs günü barış şartları resmen tevdi edildi ve bu şartlara bir ay içinde yazılı olarak karşılık verilmesi istendi. Halbuki Mustafa Kemal Paşa ve Büyük Millet Meclisi, İstanbul Murahhas Heyeti’nin Türk milletini temsil etmediğini ve barış konferansının Türkiye’nin herhangi bir bölümüyle ilgili kararını kabule de yetkili olmadığını vurguluyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nu ölüme mahkûm eden barış şartları açıklanır açıklanmaz bütün Türkiye yasa boğuldu. Bütün gözler tek kurtuluş ümidi olarak Ankara’ya çevrildi. Damad Ferid Paşa hükümeti, Ankara’nın karşı çıkmasına rağmen 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Türkiye’nin her yanında 10 Ağustos yas günü olarak kabul edildi ve Türkçe gazeteler siyah çerçeve içinde yayımlandı. Mağazalar kapatılarak memleketin kurtuluşu için bütün camilerde toplantılar düzenlendi. Sevr, barış antlaşması değil savaş antlaşması olarak kabul edildi. Memleketin savaş ganimeti olarak kasten ve oldukça cüretli bir şekilde bölünmesine karşı millî mukavemet gittikçe kuvvetlendi.

İtilâf devletleri, özellikle İngiltere Sevr Antlaşması şartlarını Türkler’e zorla kabul ettirmek amacıyla Yunanlılar’ı araç olarak kullandı. İzmir bölgesindeki Yunan ordusu, müttefik yüksek konseyinin kararı doğrultusunda, 22 Haziran 1920’de Orta Anadolu’ya doğru harekete geçti. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ise Ermeniler’i ileri sürmek suretiyle işgallere başlandı. Buna karşılık Türk kuvvetleri önce Doğu Anadolu’yu, daha sonra Güney Anadolu’yu düşmandan temizledi. I ve II. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar zaferleriyle 9 Eylül 1922’de Yunanlılar İzmir’de denize döküldü. 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalandı. Uzun müzakerelerden sonra 24 Temmuz 1923’te kabul edilen Lozan Antlaşması ile Anadolu ve Doğu Trakya’da kurulmuş olan Türkiye’nin istiklâli resmen tanınmış oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

G. Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi: Mondros’tan Mudanya’ya Kadar (30 Ekim 1918-11 Ekim 1922), Ankara 1970; a.mlf., “İngiliz Belgelerinin Işığı Altında Yunanlıların İzmir Çıkartması” (trc. Mihin Eren), TTK Belleten, XXXII/128 (1968), s. 567-576; Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, II/3, s. 1-16; III/2, s. 94-142; III/4, s. 1-32, 701-791; E. E. Adamof, Sovyet Devlet Arşivi Gizli Belgelerinde Anadolu’nun Taksimi Plânı (trc. Babaeskili Hüseyin Rahmi), İstanbul 1972; L. Evans, Türkiye’nin Paylaşılması: 1914-1924 (trc. Tevfik Alanay), İstanbul 1972, s. 51-85, 156, 187, 213; L. Rathmann, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi (trc. Ragıp Zaralı), İstanbul 1976, s. 27-77, 121-145; Orhan Kurmuş, Emperyalizm’in Türkiye’ye Girişi, İstanbul 1977, s. 9-39, 57-82, 86-96, 182-208; Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi: 1918-1938, Ankara 1983, s. 1-390; Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı: 1878-1879, İstanbul 1985, s. 1-16; Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi: 1914-1980, Ankara 1987, s. 15-55, 114-118, 124-141; Salâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Ankara 1987, I, 1-51, 63-73, 159-214; Ankara 1986, II, 74-140; a.mlf., “İngiltere Dışişleri Bakanlığı Belgelerinin Işığı Altında 1919 İngiliz-Osmanlı Gizli Antlaşması”, TTK Belleten, XXXIV/135 (1970), s. 437-449; Bekir Sıtkı Baykal, “İzmir’in Yunanlılar Tarafından İşgali ve Bu Olayın Doğu Anadolu’daki Tepkileri”, a.e., XXXIII/132 (1969), s. 517-572.

Cevdet Küçük





III. İDARÎ, EKONOMİK ve KÜLTÜREL HAYAT

1. İdarî ve Adlî Sistem. 1071 Malazgirt Zaferi’yle Anadolu’nun kapıları Türkler’e açıldıktan sonra burada kısa zamanda bir idarî teşkilât kurulmuştur. Eski Türk geleneğinin devamı olarak ülke hükümdar ve ailesinin ortak malı kabul edildiğinden hükümdarın oğulları ülkenin çeşitli yerlerine idareci olarak gönderilmiştir. Anadolu’da bunun en tipik örneği II. Kılıcarslan döneminde görülmektedir. Bu hükümdar on bir oğlunu Anadolu’nun çeşitli şehir ve bölgelerine melik olarak göndermiş ve bir idarî taksimat meydana getirmiştir. Bu dönemde subaşılık, vilâyet, divan gibi idarî birimler kullanılmakta olup şehir, kasaba ve diğer yerleşim bölgeleri Aksarâyî, Ebü’l-Fidâ, Ömerî ve İbn Battûta gibi müelliflerin eserlerinde açıklanmıştır.

Selçuklular zamanında Anadolu şehirlerinin Ortaçağ geleneğine uygun olarak birer unvana sahip olduğu görülmektedir. Kaynaklarda sıkça rastlanan ve genellikle “dâr” kelimesiyle başlayan bu lakaplar şunlardır: Aksaray: dârüzzafer; Amasya: dârüliz; Âmid (Diyarbakır): dârülfahr; Ankara: dârülcelâl; Denizli (Lâdik): dârüssagr; Erzurum: dârülcelâl; Erzincan: dârünnasr; Harput: dârülfevz; Kayseri: dârülfeth, dârülmülk; Konya: dârülmülk; Malatya: dârürrifâ; Niğde: dârülpehlevaniyye; Niksar: dârülikbâl; Samsun: dârüssagr; Sivas: dârüla‘lâ; Sinop: cezîretüluşşâk; Tokat: dârünnusret; Akşehir-i Erzincan: dârünnüzhe; Tercan: dârülemân. Bu unvanlar daha sonra da devam etmiştir.

Osmanlı Devleti beylik olarak teşekkül ettikten sonra Anadolu’da fethedilen yerlerde idarî birimler teşkil edildi. Başlangıçta Orhan Gazi zamanında Sultan-önü, Hüdâvendigâr-ili, Koca-ili ve Karasi-ili adıyla dört sancak vardı ve bunlardan Hüdâvendigâr hükümdarın idaresinde idi. Anadolu ve Rumeli’de fetihler sonucu elde edilen topraklar üzerinde yeni sancaklar oluşturuldu. Bu sancakları bir birlik altında toplamak için Rumeli ve Anadolu eyaletleri kuruldu. Anadolu’daki beyliklerin hâkimiyetine birer birer son verildikçe buralar genellikle sancak merkezi haline getirilerek yeni eyaletler teşkil edildi ve XVII. yüzyıl başlarında en gelişmiş şeklini aldı.

Osmanlı Devleti’nin idarî taksimatını veren resmî belgelerle (BA, MAD, nr. 563; BA, KK, nr. 262, 266; TSMA, D. 5246) Ayn Ali Risâlesi, Sofyalı Ali Çavuş Risâlesi, Cihannümâ gibi kaynaklar yer yer farklı bilgiler vermekle birlikte, bunlar ortak olarak değerlendirildiğinde Anadolu’daki eyaletler Anadolu, Adana, Karaman, Erzurum, Kars, Diyarbekir, Maraş (Zülkadriye), Rum (Sivas), Van, Halep (sadece Antakya, Birecik, Kilis sancakları), Çıldır (bazı sancakları Anadolu’da), Kaptanpaşa (sadece Biga, Karasi, Sığla, İçel, Alâiye sancakları) şeklinde sayılabilir. Bu eyaletlerin her birinin sahip olduğu sancaklar tarihî seyir içinde değiştiğinden ve kısmen de eksik tesbitlerden dolayı kaynaklarda oldukça farklı biçimde verilmektedir.

Genel idarî ve askerî birim olan sancakların dışında, Doğu Anadolu’da irsî olarak mahallî aileler tarafından “hükümet” adıyla idare edilen mîr-i mîrânlık ve yurtluk-ocaklık adı verilen birimler bulunmakta idi. Bunların hâkimleri doğrudan doğruya merkeze karşı sorumlu idiler. Her yıl belirli bir vergi verirler ve gerektiğinde askerleriyle, bağlı bulundukları eyaletin beylerbeyinin idaresinde savaşa katılırlardı. Ayn Ali Risâlesi’ne göre bunların sayısı dokuz kadardı.


Eyaletlerin idaresinden beylerbeyiler (mîr-i mîrân), sancakların idaresinden de sancak beyleri sorumlu idi. Ancak bazı sancakların arpalık* ocaklık*, alay beyilik tarzında farklı statülerle verilip idare edildiği görülmektedir. Anadolu’da uzun süre devam eden bu taksimat, XVIII ve bilhassa XIX. yüzyılda çoğalan âyanların nüfuz mücadeleleri neticesinde bazı değişikliklere uğradı. Eyalet ve sancak sınırlarında birinden diğerine sık sık kaymalar görülmeye başladı. XIX. yüzyıl boyunca eyalet idaresinde yapılan mütesellimlik, muhassıllık, müşirlik, mutasarrıflık gibi değişikliklerle ve özellikle Avrupaî tarz idareyi getiren 1864 tarihli Vilâyet Nizamnâmesi’nden Anadolu eyalet ve sancakları da çok etkilendi. Bu asrın ikinci yarısından sonraki taksimatı salnâmelerden takip etmek mümkündür.

Cumhuriyet döneminde vilâyet-sancak idaresi kaldırılarak il ve ilçe tarzında taksimata gidildi. Türkiye illerinin dördü hariç diğerleri Anadolu’da yer aldı.

Kazâî taksimat. Osmanlı fetih sisteminin bir geleneği olarak fethedilen yerlere birer kadı tayin edildiği bilinmektedir. Tayin edilen kadıların çoğalması üzerine Bursa kadısı başkadı olarak kazâ teşkilâtını düzenlemiştir. I. Murad zamanında kazaskerliğin kurulması ile Rumeli ve Anadolu’daki kazâ teşkilâtı bu makamın idaresine verildi. Rumeli ve Anadolu’daki kadılıkların sayılarının hızla artması üzerine Fâtih’in saltanatının sonlarında kazaskerlik ikiye ayrılarak Rumeli kadılıkları Rumeli, Anadolu ve Mısır kadılıkları da Anadolu kazaskerliğine bağlandı. Yavuz Sultan Selim’in doğudaki fetihlerinden sonra merkezi Diyarbekir’de olmak üzere Arap ve Acem kazaskerliği kuruldu ise de bir süre sonra kaldırılarak bu bölge tekrar Anadolu kazaskerliğinin idaresine verildi.

Osmanlı idaresi Rumeli ve Mısır’da olduğu gibi Anadolu’da da tamamıyla kendisine has bir kazâ teşkilâtı meydana getirdi. Anadolu kazâ teşkilâtı yukarıdan aşağıya doğru sitte-i Anadolu, mûsıle, sâniye, sâlise, râbia, hâmise, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia şeklinde on dereceden oluşmaktadır. Anadolu kadılıkları büyüklük ve önemlerine göre bu on dereceden birine girmektedir. Uzun tecrübelerden sonra oluşan bu teşkilât yüzyıllarca uygulanmış ve idarî bir birim olarak her kazanın başına hukukî ve idarî yetkileri olan kadılar tayin edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde eyaletler ve büyük sancaklar hukukî açıdan mevleviyet* olarak teşkilâtlanmış, buralarda adlî-hukukî işlere kadılar, idarî-askerî işlere de beylerbeyiler ve sancak beyleri bakmışlardır. Anadolu’da bu statüye tâbi pek çok yerleşim merkezi bulunuyordu. Bunlar genellikle Anadolu’nun eski yerleşim birimleri idi.

Tanzimat’tan, özellikle 1864 tarihli Vilâyet Nizamnâmesi’nden sonra yapılan düzenlemelerde Anadolu kazâ teşkilâtı yapı ve şekil bakımından çeşitli değişikliklere uğradı. Cumhuriyet döneminde ise kazalar ilçe adı altında kaymakamların idaresinde yeniden teşkilâtlandırıldı. 1990 yılına göre Türkiye’deki 748 ilçenin kırk ikisi Trakya’da, geri kalan 706’sı ise Anadolu’da bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MAD, nr. 563; BA, KK, nr. 262, 266; TSMA, D 5246; Feridun Ahmed Bey, Münşeâtü’s-selâtîn, İstanbul 1274-75, II, 403-407; Ayn Ali, Kavânîn-i Âl-i Osmân, s. 13-35, 44-60; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, İstanbul 1145, s. 21-22; Ch. Texier, Küçük Asya (trc. Ali Suad), İstanbul 1232-33, I-III; Cuinet, I-IV; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 580-581; D. Pitcher, An Historical Geography of the Ottoman Empire, Leiden 1972; M. A. Cook, Population Pressure in Rural Anatolia 1450-1600, London 1972; İlber Ortaylı, Tanzimat’tan Sonra Mahallî İdareler (1840-1878), Ankara 1974; Metin Kunt, Sancaktan Eyalete, İstanbul 1978, s. 125-198; Mehmet İpşirli, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kadıaskerlik Müessesesi (doçentik tezi, 1982), İÜ Ed. Fak., s. 123-126; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I: Anadolu’nun İdarî Taksimatı, Ankara 1988; F. Taeschner, “Anadolu”, EI² (İng.), I, 468-476.

Mehmet İpşirli





2. Sosyoekonomik Hayat ve Şehirleşme.

Türkler’in Anadolu’yu yurt tutmalarından sonra bu tarihî yarımada yeni sahiplerinin idare, siyaset, kültür ve geleneklerine uygun bir karakter kazanmaya başlamıştır. Önce Selçuklu, daha sonra Türkmen beylikleri ve nihayet buradaki siyasî birliği sağlayan Osmanlılar döneminde Anadolu kesif bir Türk yerleşmesine sahne olmuştur. Vaktiyle Bizans hâkimiyetinde iken XIII-XIV. yüzyıllardan itibaren Türkmen akınına uğrayan batı bölgelerindeki bu yerleşmenin bütün özellikleri, Osmanlılar döneminde tutulan tahrir defterlerinden açık olarak ortaya konabilmektedir. Nitekim Selçuklular’ın dağılma devri ve Moğollar’ın Anadolu’yu istilâları sırasında, devrin kaynaklarına göre, 3 milyondan fazla Türkmen bu bölgelere yerleşmiştir. Anadolu’da Türkler’in iskânı, o sıralarda genellikle boş olan eski yerleşme yerlerinin yanı sıra yeni yerleşme merkezlerinin de oluşmasına yol açmıştı. Bunun sonucu olarak eski iskân merkezleri yeni sahiplerinin dillerine uygun bir isim değişikliğine uğramış, yeni kurulan kasaba ve kır iskân merkezleri, yani köy ve mezraalar yeni adlarla anılmıştır. Bir kısım kalabalık Türkmen toplulukları ise konar göçer bir hayat tarzını sürdürerek yaylak ve kışlak mahalleri arasında sürekli bir faaliyet göstermişlerdir. Ekonomik hayat şehirlerde daha ziyade küçük imalât sanayii ile ticaret ve el sanatlarına, kır kesiminde ziraate, konar göçerlerde ise geniş ölçüde hayvancılığa dayanmaktaydı. Beylikler döneminde Anadolu’nun sahil kesimindeki bazı liman ve iskeleler dış ticarete yönelik bir ticarî faaliyete sahne oluyor, iç kesimlerdeki büyük ticaret merkezlerinin dışarıya açılan birer kapısı niteliğini taşıyordu. Bu dönemde Karadeniz’de Sinop, Samsun, Fatsa; Ege’de Foça, İzmir, Ayasuluk, Balat; Akdeniz’de Antalya ve Alanya limanları bunların başında geliyordu. İç Anadolu’da ise Sivas, Kayseri, Konya, Tokat gibi şehirler önemli ticaret yolları üzerinde bulunan büyük merkezlerdi. Erzurum, Sivas ve Tokat’tan Karadeniz iskelelerine ulaşan doğu malları Kırım ve Rusya steplerine gönderiliyor, buraların malları da yine aynı yolla Anadolu’ya giriyordu. Batı Anadolu’nun madenleri (şap-tuz), dokumaları ve ziraî mahsulleri Foça, Ayasuluk, Balat, İzmir gibi iskelelere ulaşıyor ve Avrupa’ya sevkediliyordu. XV. yüzyıla doğru bu iskelelerden Foça, Ayasuluk ve Balat’ın önemi azalmaya başladı. Buna karşılık güneydeki Antalya ve Alanya Mısır’dan ve Suriye’den gelen malların girdiği, ayrıca Anadolu mallarının satıldığı önemli limanlar haline geldi. Pamuklu dokumalar, ipekliler, ham pamuk, halı, kilim, deri mamulleri, zamk, bakır, gümüş, mazı, kereste, susam, balmumu ve tahıllar Anadolu’nun ticarî değere sahip mahsullerini teşkil ediyordu. Kütahya, Alaşehir ve Denizli’nin kumaşları ve tülbentlerinin yanı sıra Diyarbekir, Alaşehir ve Balıkesir’in ipekleri Bizans sarayına gidiyordu. İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun sofları Arap ülkelerinde çok beğeniliyordu. Anadolu’da özellikle Foça, Şebinkarahisar, Ulubat ve Kütahya’da çıkarılan şap, Ceneviz ve Floransalılar tarafından


işleniyordu. En önemli dış satım mallarından biri de pamuktu. Mazı, zamk ve reçine gibi maddelerin ihraç limanları ise Balat, Alanya ve Antalya idi. Avrupa ticaretinde özellikle Venedikliler büyük rol oynuyordu ve bunlar daha ziyade Batı bölgelerinde faaliyet gösteriyordu. Cenevizliler ise öteden beri kolonilerinin bulunduğu Kuzey sahillerinde ticaret yapıyorlardı. Buna karşılık Batı’da sahile açık bulunan ve denizcilikle uğraşan Türkmen beylikleri de deniz ticareti yaparak Avrupalı denizci devletlere zaman zaman rakip oluyorlardı.

Anadolu’da Osmanlı hâkimiyetinin tam olarak tesisi ve siyasî birliğin sağlanması ile sosyal ve iktisadî yönden daha istikrarlı bir gelişme meydana geldi. Bu devrede geleneksel ekonomik faaliyetler devam etmekle birlikte son derece sistemli bir toprak teşkilâtı oluşturulması ziraate ağırlık kazandırdı. Şehirlerde ise ticaretin yanı sıra bazı sanayi kolları önem kazandı. Özellikle Ankara, Konya, Sivas, Tokat, Amasya, Diyarbekir ve Urfa gibi eski büyük şehirler Osmanlılar döneminde de iktisadî önemini korudu. XIV. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin siyasî merkezi olan Bursa, aynı zamanda önemli bir iktisadî merkez ve doğu-batı ticaretinin bir antreposu durumuna geldi. İpek ticareti Bursa’da başlıca ekonomik faaliyeti teşkil ediyordu. Bilhassa XV. yüzyılda Avrupa’da ipek sanayiinin gelişmeye başlaması Bursa’nın önemini daha da arttırdı. Bursa bir ticaret merkezi olma özelliğini İstanbul’un alınmasından sonra da sürdürdü. Ancak İstanbul üç kıtaya yayılan Osmanlı Devleti’nin en büyük iktisadî merkezi olarak ortaya çıktı. 1516-1517’de Ortadoğu ile Mısır’ın ele geçirilmesi ve Kızıldeniz hâkimiyeti, Hint baharat ticareti yolunun yeniden canlanmasına, Hindistan ve Endonezya baharatının Osmanlı ülkesine akmasına yol açtı. XIII-XIV. yüzyıllarda Hint ticaret malları ve baharatı Mısır ve Suriye limanları yoluyla Antalya ve Alanya limanlarına, oradan da Bursa’ya ulaşıyordu. İstanbul’un alınmasından sonra ise Mısır-İstanbul denizyolu önem kazanırken Mısır-Antalya-Bursa yolu eski önemini kaybetti. Öte yandan Karadeniz sahil limanlarında iç kesimlerin pamuklu dokuma ve kumaşlarının Rusya’ya sevki Osmanlılar zamanında da sürdü. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Batı’da gelişmeye başlayan ticarî zihniyet ve merkantilizm, kısa süre sonra Osmanlı piyasasını ve ekonomisini de etkiledi. Bunun sonucunda XVII. yüzyıldan itibaren Doğu Akdeniz Avrupa ticaretinin açık pazarı haline gelerek Osmanlı iş kolları bundan zarar görmeye başladı. XVIII-XIX. yüzyıllarda ise Batı’da başlayan sanayi inkılâbı, Osmanlı ekonomisinde ve dolayısıyla Anadolu’nun iktisadiyatında yıkıcı tesirler yaptı.

Osmanlılar döneminde iktisadî canlılığı artan Anadolu’nun XV. yüzyılda nüfusu tahminen 6 milyona ulaşıyordu. XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinden anlaşıldığına göre, yüzyılın başına nisbetle son yarısında nüfusta büyük artışlar meydana gelmişti. Bu durum aynı zamanda ziraate ayrılan toprakların fazlalaşmasına yol açmakla birlikte birtakım huzursuzlukların sebeplerinden birini teşkil etti. Kır kesiminde % 40 nisbetine ulaşan nüfus artışı asıl tesirini şehirlerde gösterdi. Nitekim XVI. yüzyılın ikinci yarısında genel olarak Anadolu’da şehir nüfusundaki artış nispeti % 80 dolayında idi. İstanbul’un XVI. yüzyıl başlarında 400.000’e varan nüfusu yüzyılın sonuna doğru 700.000’e yaklaşmış ve diğer Anadolu şehirleri nüfusunun % 40’ına yakınını teşkil etmişti. XVI. yüzyıl başlarında İstanbul kendinden sonraki en büyük Anadolu şehri olan Bursa’dan yedi kat daha fazla nüfusa sahipken bu oran asır sonunda on kata ulaşmıştır. Bursa’nın nüfusu 1575’e doğru 65.000 dolayındaydı. Bu arada Anadolu şehirlerinden Tokat’ın 1521-1530’da 7-8000, 1571-1580’de 13.000; Diyarbekir’in 1518’de 12.000, 1540’ta 18.000; Mardin’in 1518’de 8000, 1564’te 19.000; Ayıntab’ın 1536’da 11.000, 1575’te 16.000; Ankara’nın 1521-1530’da 13.000, 1571-1580’de 25.000; Sivas’ın 1521-1530’da 5000, 1571-1580’de 15.000; Kırşehir’in 1526’da 1500-1600, 1584’te 5000 civarında bir nüfusa sahip olması nüfus artış hızını açıkça göstermektedir. Ayrıca 1571’de Kayseri’nin 30.000, 1584’te Konya’nın 15.000, 1565’te Maraş’ın 14.000, 1584’te Niğde’nin 10-12.000, 1583’te Trabzon’un 11.000, 1574’te Manisa’nın 8000, Kütahya’nın 9000 dolayında nüfusu bulunuyordu. Anadolu şehirlerindeki bu nüfus artışları, bilhassa iç karışıklık yıllarında yoğunluk kazanmış, XVII. yüzyıl başındaki büyük isyanlar, ziraatle uğraşan çiftçi-köylünün daha güvenilir olan şehir ve kasabalara göçmesine yol açmıştır. XVII. yüzyılda tahminen 7 milyonu bulan Anadolu nüfusu giderek artış göstermiş, XVIII. yüzyılda 8 milyona ulaşmıştır.

Osmanlılar döneminde Anadolu şehirleri, ziraî üretimin başlıca mübâdele merkezleri olarak ayrı bir yere sahip olmuştur. Bunun yanı sıra sanayi kollarından dericilik dokumacılıkla birlikte bütün Anadolu şehirlerinin temel üretim faaliyetlerinin başında gelmiştir. Ticarî hayatın XVI. yüzyılda gelişmesiyle Anadolu şehirlerinde bunun gerektirdiği yeni mekân anlayışı ortaya çıkmış, bedestenlerin etrafı dolmaya ve şehirler genişlemeye başlamıştır. Özellikle yeni inşa edilen cami, medrese, imaret vb. eserler şehirlerin gelişmesinde bir başka önemli sebep olmuştur. Nitekim İstanbul, Edirne, Bursa ve Konya gibi şehirler bu eserlerin etrafında büyük bir gelişme göstermiştir. Bunun yanı sıra Edirne’ye bağlı olan Uzunköprü, Konya’ya bağlı Karapınar, Kayseri’ye bağlı İncesu, Niğde’ye bağlı Ulukışla ve Nevşehir gibi kasabaların kuruluşunda ve gelişmesinde bu tür eserlerin büyük rolü olmuştur. Ayrıca bu vesileyle şehirlerde yerli tüccarların faaliyetleri giderek daha da artmıştır.

Anadolu şehir ve kasabaları halkının büyük kısmını müslüman-Türk ahali teşkil etmekteydi. Şehir halkı genellikle bir cami veya mescidin çevresinde teşekkül etmiş olan ve mahalle adı verilen küçük idarî birimlerde oturuyordu. Gayri müslimler (hıristiyan ve yahudiler) ise genellikle bir arada kendilerine mahsus mahallelere sahiptiler. Ayrıca yerleşme merkezlerinde idareciler, kazâî yetki sahipleri, askerî zümre mensupları şehir halkından ayrı bir statüde idiler. Şehir ileri gelenlerinin (âyan, eşraf) önem kazanması ve söz sahibi olmaları daha ziyade XVII. yüzyılda olmuştur. Timar* sistemi içindeki köy ve mezraalarda yaşayan halk çiftçilik ve ziraatla uğraşıyor, Anadolu’da kır kesiminde belirli aralıklarla kurulan pazarlarda mallarının mübâdelesini yapıyordu.

Anadolu’daki yerleşme yerleri, XVI-XIX. yüzyıllarda başlıca dört kademe halinde sınıflandırılabilmektedir. İlk kademeyi başşehir olan İstanbul teşkil ediyordu ve nüfusu yarım milyonu aşan tek merkezdi. İkinci kademede beylerbeyilik ve sancak merkezleri, üçüncü kademede sancak içinde nefs olarak nitelendirilen şehir ve kasabalar, dördüncü


kademede kır iskân merkezleri, köyler ve mezraalar yer alıyordu. XVII ve XVIII. yüzyıllardaki karışık dönemler, dördüncü kademedeki köy ve mezraaların, özellikle savunmasız ova köylerinin dağılmasına yol açmış ve daha güvenilir, sırtını dağlara vermiş yeni köylerin teşekkülüne sebep olmuştur.

Yerleşik halkın yanı sıra Anadolu’da mevcut önemli bir unsur da Türkmen veya Yörük adıyla bilinen konar göçer aşiretlerdi. Devlet tarafından hususî ve malî bir idarî teşkilâta tâbi kılınan aşiretler, toplu olarak bulundukları yerlerde çeşitli adlarla biliniyorlardı. Bunlardan Dulkadırlı Yörükleri Maraş ve Elbistan bölgesinde, Boz-ulus Türkmenleri Diyarbekir bölgesinde, Atçeken (Esb-keşan) ulusu Konya’nın ova bölgesinde, Karacakoyunlu Yörükleri Aydın yöresinde, Oturak-Barza, Güne-Barza, İskender Bey, Kayı, Horzum, Kızılca-Yalınc ve Karacakoyunlu Yörükleri Muğla bölgesinde, Bolu Yörükleri Bolu bölgesinde, Ulu Yörük Orta Anadolu bölgesinde, Mamalu Türkmenleri Yozgat sancağında, Yeni-il Türkmenleri Sivas, Yozgat, Divriği, Maraş yöresinde, Çepni Yörükleri Giresun, Trabzon, Ordu, Karahisâr-ı Şarkı bölgeleriyle Batı Anadolu’da, Dânişmendli Türkmenleri Aksaray, Niğde, Kırşehir ve Ortaköy yöresinde, Teke ve İç-il Yörükleri Antalya-Silifke yöresinde, Ramazanlı ulusu, Varsak, Avşar, Beydili, Bayat gibi Yörükler de Çukurova’da bulunuyordu. Anadolu’daki aşiretlerin yerleştirilmesine, özellikle XVII. yüzyıl sonlarından itibaren büyük bir gayret gösterilmiştir. Muayyen bir plan dahilinde gerçekleştirilen bu yerleştirmenin ana hedefi, aşiretlerin merkeziyetçi devlet nizamı ile bağdaşmayan hareketlerine son vermek, harap ve boş yerleri imar etmek ve yeniden ziraata açmaktı. Bunun neticesinde Anadolu’da iskân merkezleri olarak tesbit edilen Urfa, Afyonkarahisar, Adana ve Bozok sancakları içinde yeni yerleşme yerleri ortaya çıkmıştır. Bu yerleştirme hareketi XVIII. yüzyılda da devam etmiş ve özellikle Kayseri, Adana, İçel, Kırşehir, Bozok, Antalya, Isparta, Diyarbekir, Erzurum, Malatya ve Nevşehir bölgelerinde yeni iskân merkezleri kurulmuştur. XIX. yüzyılda kaybedilen topraklar halkının ve kuzeyden göç edenlerin Anadolu’ya gelmesiyle bazı bölgelerdeki nüfus yapısı, daha da farklı bir mahiyet kazanmıştır.

XIX. yüzyılda Avrupa’daki endüstri hamlesi Osmanlı ülkesini de sarsmış ve Avrupa malları Anadolu pazarlarını istilâ etmiştir. XVI. yüzyılda Anadolu’daki geleneksel üretim faaliyetlerinin yapıldığı ve üretim merkezi olma özelliğine sahip şehirler, XIX. yüzyılda malların toplanıp dağıtıldığı bir pazar yeri haline gelmiştir. Ekonomik yapının değişmesi, yeni ticaret yollarının ve demiryollarının eski güzergâhlardan farklı yerlerden geçmesi, bazı eski Anadolu ticaret şehirlerinin zayıflamasına yol açmıştır. Yeni yollar üzerindeki şehirler kalabalık merkezler olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle demiryollarını iç kesimlerden sahillere ulaştıran noktalar büyük gelişme göstermiş, iç kesimlerde yeni ulaşım ağının uzağında kalan bazı eski merkezler ise önemini kaybetmiştir. Bu dönemde Batı Anadolu’da İzmir, güneyde Mersin, kuzeyde Samsun ve Trabzon limanları iç kesimle olan bağlantıları sebebiyle ticarî faaliyetin yoğunlaştığı merkezler olmuştur. Bunlar arasında İzmir 250.000’e ulaşan nüfusu ile İstanbul’dan sonra ikinci büyük şehir haline gelmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirleri ise geleneksel sosyal yapılaşmasını ve ticaret hayatını eskisine benzer tarzda sürdürebilmiştir. Buna bağlı olarak XIX. yüzyıl sonlarında Anadolu’nun nüfusu yaklaşık 12 milyona ulaşmıştır. Bu yüzyılda Anadolu şehirleri dışa açılmanın, yeni ulaşım ve haberleşme sistemlerinin ortaya çıkmasının tesirleriyle mekân bakımından ayrı bir gelişmeye uğramıştır. Şehir merkezleri sadece ekonomik duruma bağlı olarak değil aynı zamanda idarî düzenlemeler sebebiyle de büyük önem kazanmıştır. Buralar idare binalarının toplandığı, zengin kesime hizmet veren mağaza ve eğlence yerlerinin yoğunlaştığı, iş yerlerinin, hanların, bankaların yer aldığı yeni bir şekil almıştır. Bu durum giderek merkez çevresinden itibaren şehrin genişlemesini ve dış mahallelerin teşekkülünü hazırlamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

W. Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi (trc. Enver Ziya Karal), Ankara 1975, I, 596-617; Osman Nuri Ergin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihi İnkişâfı, İstanbul 1936; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretleri İskân Teşebbüsü, İstanbul 1963; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1971, s. 505 vd.; S. Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century, Berkeley 1971; M. A. Cook, Population Pressure in Rural Anatolia: 1450-1600, Oxford 1972; Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age 1300-1600, London 1973, bk. İndeks; a.mlf., “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadî Vaziyeti Üzerinde Bir Tetkik Münâsebetiyle”, TTK Belleten, XV/60 (1951), s. 629-684; a.mlf., “Bursa and the Commerce of the Levant”, JESHO, III/2 (1960), s. 131-147; a.mlf., “Capital Formation in the Ottoman Empire”, The Journal of Economic History, XXI, New York 1969, s. 97-140; a.mlf., “Osmanlı Pamuklu Pazarı: Hindistan ve İngiltere Para Rekabetinde Emek Maliyetinin Rolü”, Gel.D, II (1981), s. 1 vd.; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, İstanbul 1974, I-II; Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler (trc. Yıldız Moran), İstanbul 1979, s. 296 vd.; Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Güney-Doğu Anadolu’nun Ekonomik Durumu: Kanuni Süleyman ve II. Selim Devirleri”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Ankara 1975, s. 71-98; F. Braudel, The Mediterranean World in the Age of Philip II (trc. S. Reynolds), London-Fontana 1976, I, 326-327, 395-397, 402; Sevgi Aktüre, 19. Yüzyıl Sonunda Anadolu Kenti, Mekânsal Yapı Çözümlemesi, Ankara 1981; a.mlf., “17. Yüzyıl Başından 19. Yüzyıl Ortasına Kadarki Dönemde Anadolu Osmanlı Şehrinde Şehirsel Yapının Değişme Süreci”, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi, I/1, Ankara 1975, s. 106-109; S. Faroqhi, Towns and Townsmen of Ottoman Anatolia Trade, Crafts and Food Production in an Urban Setting 1520-1650, Cambridge 1984; a.mlf., “16. Yüzyılda Batı ve Güney Sancaklarında Belirli Aralıklarla Kurulan Pazarlar (İçel, Hamid, Karahisar-ı Sahib, Kütahya, Aydın ve Menteşe)”, Gel.D, I (1978), s. 39-85; a.mlf. # L. Erder, “Population Rise and Fall in Anatolia 1550-1620”, MES, XV (1979), s. 322-345; a.mlf.’ler, “The Development of the Anatolian Urban Network During the Sixteenth Century”, JESHO, XXIII/3 (1980), s. 265-303; Yusuf Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1988, s. 125-126; Ö. Lütfi Barkan, “Tarihî Demografi Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, TM, X (1953), s. 1-26; Doğan Kuban, “Anadolu Türk Şehri, Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fiziki Özellikleri Üzerinde Bazı Gelişmeler”, VD, VII (1968), s. 53-73; R. Jennings, “Urban Population in Anatolia in the Sixteenth Century: A Study of Kayseri, Karaman, Trabzon, and Erzurum”, IJMES, VII/1 (1976), s. 21-57; Özer Ergenç, “Osmanlı Şehirlerindeki «Mahalle»nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osm.Ar., IV (1984), s. 69-78; a.mlf., “Osmanlı Klâsik Dönemindeki «Eşraf ve A’yan».Üzerine Bazı Bilgiler”, a.e., III (1982), s. 105-118; Y. Oğuzoğlu, “XVII. Yüzyılda Türkiye Şehirlerindeki Başlıca Yöneticiler”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, I, Ankara 1986; İlhan Şahin-Feridun M. Emecen, “XV. Asrın İkinci Yarısında Tokat Esnafı”, Osm.Ar., VII-VIII (1988), s. 287-308.

İlhan Şahin-Feridun Emecen






3. Ulaşım ve Yol Sistemi.

Türk fütuhatına kadar Bizanslılar döneminde daha çok deniz yollarının kullanılması dolayısıyla ticarî yönden büyük önem taşımayan Anadolu, Akdeniz’in batı, güney ve doğusunun müslüman kavimlerin eline geçmesiyle tamamen ticarî faaliyet dışında kalmıştır. Müslümanların hâkimiyetinde iken Akdeniz ticareti Orta Asya’dan Bağdat’a, oradan da Suriye limanları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs’e yapılıyordu. Ayrıca Anadolu’nun İslâm ve hıristiyan âleminin mücadele sahası içinde kalmış olması ticarî faaliyete engel olduğu gibi savaşların getirdiği tahribat da iktisadî hayatın gelişmesine engel olmuştur.

Selçuklu fütuhatı, Anadolu’nun müslümanlar ve hıristiyanlar arasında bir köprü vazifesi görmesine ve dünya ticareti bakımından önemli bir yer kazanmasına yol açmıştır. Özellikle Bizans ve Haçlı saldırılarının durdurulmasından sonra XII. yüzyıla girerken ticarî faaliyetler artmış, Anadolu’da bu dönemde yollar doğu-batı ve kuzey-güney istikametinde iki ana güzergâh teşkil etmiştir. Bunlardan doğu-batı yönünde olanı Antalya ve Alanya’dan başlayarak (daha sonra Yumurtalık) Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum üzerinden İran ve Türkistan’a ulaşırdı. Kuzey-güney yönünde olanı da yine Antalya, Alanya veya Yumurtalık’tan Kayseri yoluyla Sivas’a gelir ve birinci yolla birleşir, buradan Tokat-Sinop veya Tokat-Samsun güzergâhından deniz yoluyla Kırım’da Suğdak Limanı’na varırdı. Bu yol Elbistan-Malatya-Diyarbekir üzerinden Irak’a bir kol verirdi.

Selçuklular bu yollar üzerinde kervansaray adı verilen bir kale hüviyetinde konaklama noktaları inşa etmiştir. Her 30-40 kilometrede, bir menzillik mesafede yaptırılan kervansaraylar ıssız yollarda, dağ ve geçit mahallerinde ticaret ve seyahat emniyetini sağlamak, misafir yolcu ve kervanların istirahatini temin etmek gibi önemli gayelerle kurulmuştur. Osmanlılar’da aynı işi han adı verilen tesisler yerine getirmiştir.

Değişen ekonomik şartlar dolayısıyla Selçuklu yollarının aksine, merkez İstanbul olmak üzere Rumeli ve Anadolu’da sağ, sol ve orta kol olarak üç ana hatta ayrılan Osmanlı yolları genellikle geniş sayılabilecek yatık yollardan teşekkül eden Ortaçağ yolları tarzında idi. Bu yollardan Anadolu’da sağ kol, Üsküdar-Gebze-Eskişehir-Akşehir-Konya-Adana ve Antakya’ya ulaşır, buradan bir kol Halep’e, bir kol da Şam’dan Hicaz ve Mısır’a ayrılırdı. Orta kol yine Üsküdar’dan başlayarak Gebze-İznik-Bolu-Tosya-Merzifon-Tokat-Sivas-Hasan Çelebi-Malatya-Harput-Diyarbekir-Nusaybin-Musul-Kerkük üzerinden Bağdat ve Basra’ya ulaşmaktaydı. Sol kol ise orta kolla Merzifon’a kadar aynı güzergâhı takip edip buradan Ladik-Niksar-Karahisâr-ı Şarkı-Kelkit-Aşkale-Erzurum ve Hasankale’ye, oradan bir kol Kars ve Tiflis’e, diğer bir kol da Tebriz’e uzanırdı. Bu ana kollar birbirine tâli yollarla bağlanmıştı. Bunlardan sağ koldan ayrılan ara yolların en önemlilerinden biri İzmir-Bodrum-Denizli-Antalya ve Anamur güzergâhını teşkil etmekteydi. Ayrıca orta kolda Sapanca’dan Geyve, Taraklı, Torbalı, Göynük, Nallıhan, Ayaş, Ankara, Yahşihan, Kırşehir, Kayseri ve Maraş’a; yine aynı yolun Ankara’dan itibaren Kalecik, Sungurlu, Yozgat, Boğazlıyan üzerinden Kayseri’ye; Sivas’tan Divriği, Eğin ve Arapkir üzerinden Çemişkezek’e; Eğin’den Erzincan ve Erzurum’a; yine Sivas’tan Yeni-il, Zamantı, Kayseri, Nevşehir, Niğde yoluyla Ereğli’ye; Sivas’tan diğer bir kolla Ulaş, Mancılık, Gürün, Elbistan, Maraş, Ayıntab, Nizip, Birecik ve Urfa’ya; Diyarbakır’dan Rakka’ya uzanan tâli yollar bulunmaktaydı. Sol koldan ise Erzurum’dan Eğil, Oltu, Ardahan üzerinden Ahıska’ya; Hamamlı’dan Araç, Kastamonu, Taşköprü, Boyabat, Bafra, Samsun, Çarşamba, Ünye, Fatsa, Ordu, Giresun, Tirebolu, Büyük Liman ve Boladhan (Polathane) üzerinden Trabzon’a ulaşılmaktaydı. Trabzon’dan da Gümüşhane-Bayburt yolu ile Erzurum’a varılıyordu. Erzurum’dan ise Hasankale-Molla Süleyman-Erciş güzergâhından Van’la bağlantı sağlanmaktaydı. İstanbul’un at yürüyüşü ile bazı merkezlere uzaklığına gelince, Adana’ya 189, Antakya’ya 226, Antalya’ya 120, İzmir’e 141, Sivas’a 183, Diyarbakır’a 275, Nusaybin’e 327, Ankara’ya 92, Kayseri’ye 152, Erzurum’a 281, Kars’a 302, Van’a 342 ve Trabzon’a 252 saat idi.

Merkezle eyaletler arasında irtibatı ve ulaşımı sağlayan bu yollar üzerinde ticaret emniyetini sağlamak için hanların yanı sıra, XV. yüzyıldan itibaren derbend adı verilen ve âdeta küçük bir kale niteliği taşıyan karakollar meydana getirilmiştir. Haberleşmenin temini için ise menzil*ler kurulmuştur. Bu gibi müesseselerin idaresi belli nizamlar çerçevesinde yürütülmüş, devlet tarafından derbend ve menzil görevi verilen ahali, buraları korumaları ve mâmuriyetini sağlamaları karşılığında tekâlif*-i örfiyyeden muaf tutulmuştur. Bu da haberleşmeye ve ulaşıma devlet tarafından verilen önemi göstermektedir. Yollar üzerinde kurulan menzil noktaları aynı zamanda bir askerî harekâtta ordunun konakladığı ve iaşesinin depolandığı yerler olmak fonksiyonunu da yüklenmiştir. Öte yandan hanların ve menzillerin bulunduğu bazı merkezlerin askerî harekâtta çevre ahalisinin mallarını pazarladıkları birer ticaret merkezi şekline gelmesi, bu gibi yerlerin zamanla Anadolu’nun önemli yerleşim birimleri olmasını sağlamıştır.

Osmanlılar zamanında yollar genel olarak devlet tarafından tamir edilirdi. Yolların tamirini yapan gruplar “kaldırımcı” adıyla anılmıştır. Nehir ve akarsular üstüne inşa edilen köprüler için ise “köprücülük” adıyla bir hizmet grubu oluşturulmuştur. Bu gibi görevliler yaptıkları işe karşılık “geri hizmet erbâbı” olarak nitelendirilmiş ve avârız vergisinden muaf tutulmuştur.

Anadolu’nun ulaşım ve ticaretinde karayollarından başka, üç tarafının denizle çevrilmiş olması dolayısıyla deniz yolları da önemli yer tutar. Bu hususta Osmanlı kaynaklarında, gerek ordu gerekse halkın zahire ihtiyacının önemli kısmının bu yolla sağlandığına dair kayıtlar bulunmaktadır. Nitekim XVI. yüzyıla ait bir arşiv belgesinden öğrenildiğine göre (BA, KK, nr. 2555) İstanbul’dan Karadeniz kıyılarını takiben Batum’a kadar 123 iskele bulunmakta idi. Aynı şekilde İstanbul ile Payas arasında da otuz iki iskele yer alıyordu. Bu iskeleler XIX. yüzyılda menzil teşkilâtının ilga edilmesinden sonra Anadolu postalarının nakli için düşünülmüş ve hatta bu hususta 1862 yılında bir de emir verilmiştir (BA, Meclis-i Vâlâ, nr. 21594). Bununla birlikte özellikle posta teşkilâtının kurulduğu 1250 (1834-35) yılından itibaren mevcut karayollarının ıslahı cihetine gidildiği de görülmektedir (BA, İrâde-Dâhiliye, nr. 33369). Nitekim 1863’te yeni inşa ve tamir edilen yolların uzunluğu 360 fersaha ulaşmıştır. 1869 yılında çıkarılan nizamnâmeye göre ise yollar şu dört grup altında ele alınmıştır: 1. Mevcut yolların vilâyet merkezlerinden İstanbul’a, iskelelere ve demiryollarına ulaşması; 2. Vilâyet ve sancaklar arası yolların yapımı; 3. Kazalar arasında, kazalardan büyük şoselere ve demiryollarına giden yolların


inşası; 4. Nahiye ve köy yollarının yapımı.

Karayolları yapımının yanı sıra Sultan Abdülmecid devrinden itibaren zamanın en modern ulaşım aracı olan demiryolu sisteminin kurulmasına da başlanmıştır. Anadolu ulaşım ve nakliyatında bundan sonra önemli bir yere sahip olacak demiryolu yapımı, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından da sürdürülmüştür. Nitekim ilk olarak yapılan İzmir-Aydın hattından sonra Aydın-Dinar-Denizli ve İzmir-Tire-Ödemiş demiryolları inşa edilmiştir. 1879’a kadar ise İzmir Turgutlu-Alaşehir ile Manisa-Soma, Alaşehir-Afyon demiryolları tamamlanmıştır. Bu arada Mudanya-Bursa hattı yapılarak 1892’de işletmeye açılmıştır. Ayrıca 1896’ya kadar İstanbul-İzmit-Ankara hattı ile buna ek olarak Eskişehir-Konya, Eskişehir-Kütahya ve Arifiye-Adapazarı arası demiryolları bitirilmiştir. Mersin-Tarsus-Adana demiryolu 1886’da tamamlanmıştır. Konya’dan Bağdat’a giden yol ise 1904’ten itibaren kademe kademe inşa edilmiştir. Demiryolları yapımına verilen bu hız dolayısıyladır ki bu döneme kadar Anadolu’da yapılan toplam hat uzunluğu 1597 kilometreye ulaşmıştır. Böylece Anadolu ulaşım tarihinde bu devre kadar en kolay nakliyatın sağlandığı, telgraftan sonra en seri haberleşmenin gerçekleştirildiği yeni bir döneme girilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, KK, nr. 2555; BA, Meclis-i Vâlâ, nr. 21594; BA, İrâde-Dâhiliye, nr. 33369; Şekip Eskin, Türk Posta, Telgraf ve Telefon Tarihi, Ankara 1942, s. 15-16, 23; Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, 461-467; M. Kemal Özergin, Anadolu Selçukluları Çağında Anadolu Yolları (doktora tezi, 1959), İÜ Ed. Fak. Tarih Semineri Kitaplığı, nr. 594; a.mlf., “Anadolu Selçuklu Kervansarayları”, TD, sy. 20 (1965), s. 144-170; W. M. Ramsay, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası (trc. Mihri Pektaş), İstanbul 1960, s. 23-57; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul 1967; a.mlf., “Meslekî Bir Teşekkül Olarak Kaldırımcılık ve Osmanlı Şehir Yolları Hakkında Bazı Düşünceler”, GDAAD, sy. 1 (1972), s. 93-129; a.mlf., “Gemicilik”, TM, XV (1969), s. 157-165; Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Menzil Teşkilâtı ve Yol Sistemi (doçentlik tezi, 1982), İÜ Ed. Fak.; Osman Turan, “Selçuk Kervansarayları”, TTK Belleten, X/39 (1946), s. 471-474.

Yusuf Halaçoğlu





4. Eğitim ve Öğretim.

Anadolu, tarihin en eski çağlarından beri yoğun bir ilmî ve fikrî faaliyete sahne olmuş, Selçuklular zamanında da en parlak devrini yaşamıştır. İslâmiyet’in yayılması ve Anadolu’da birliğin nisbeten sağlanması Türkler’in burada imar faaliyetlerini hızlandırmalarına zemin hazırlamıştır. Öte yandan Türkleşme ve İslâmlaşma çalışmaları aynı zamanda burada fikrî gelişmeyi de hızlandırmıştır. İslâm dünyasında Vezir Nizâmülmülk’ün başlattığı ve ilk örneklerini verdiği medrese ve külliye sistemi bundan dolayı en çok Anadolu’da rağbet görmüş ve en güzel örneklerini burada vermiştir. Anadolu Selçukluları, Beylikler’in ve Osmanlı Türkleri’nin ilim ve kültür hayatına en büyük hizmetleri, Anadolu’nun her tarafına sayısız medrese, kütüphane, dârüşşifa, hastahane, imaret, zâviye inşa etmeleri ve bunların mükemmel bir şekilde çalışmasını sağlamak için pek çok vakıflar kurmalarıyla gerçekleşmiştir.

İslâm dünyasında ilk eğitim ve öğretim faaliyetleri önce camide başladı; Mescid-i Nebevî’nin son cemaat mahallinde Suffe denilen bir bölüm devamlı surette eğitim için ayrılarak buraya devam edenlere “ehl-i Suffe” denildi. Gelenek halini alan bu uygulama Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde çok yaygın bir şekilde devam etti. Anadolu köy ve kasabalarında mescidler halk için başlıca eğitim merkezleri oldu, bazan mescidlerin yanlarına çocuklar için mektep veya sıbyan mektebi denilen eğitim binaları eklendi. Şehirlerde ise eğitim için camilerden faydalanılmakla birlikte asıl öğretim faaliyetleri medreselerde yapılmaktaydı.

Cihad ve gazâ ile meşgul olan Anadolu Türk hükümdarları ilim ve kültür faaliyetlerine de daima destek oldular; ilim erbabına kıymetli hediyeler ve önemli görevler vererek onları mükâfatlandırdılar. Bu teşvik ve iltifat sebebiyle İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden pek çok âlim Anadolu’ya geldi ve hükümdarlara değerli eserler takdim etti (örnekler için bk. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 209-223). Ayrıca bazı hükümdarların da bizzat ilimle meşgul oldukları, eserler telif ettikleri bilinmektedir. Bu dönemde Türkçe dışında Arapça ve Farsça olarak da çok sayıda eser telif edildi.

Selçuklular’ın ve daha sonra kurulan devletlerin ilim alanındaki başarılarını gösteren önemli yapılardan olan Anadolu medreseleri, âbidevî portalleri, geniş eyvanları ile mimari bakımdan bir dönüm noktası olduğu gibi, uygulanan eğitim programları ile de yepyeni bir anlayışın başlangıcını teşkil ettiler. Medreselerin vakfiyeleri bu kültür müesseselerinin çalışma şekli, gelirleri ve sağladıkları eğitimin özellikleri hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Buna göre, medreselerden bazıları doğrudan doğruya İslâm hukuku, tıp, hadis, hey’et ve astronomi eğitimi veren ihtisas medreseleri idi. Meselâ Konya’daki İnce Minareli Medrese hadis, Sırçalı Medrese fıkıh, Kayseri’deki Çifte Medrese tıp, Kırşehir Cacabey ve Kütahya’daki Vâcidiye medreseleri ise astronomi ve hey’et öğretimine ayrılmıştı. Vakfiyelerde derslerin veriliş şekli ile müderrisin vasıfları gibi özel şartlar da yer alırdı. Nitekim Konya Karatay Medresesi’nde müderrisin tefsir, hadis, usul ve fen ilimlerinde ehliyetli, Hanefî mezhebinden bir âlim olması, Sivas Gök Medrese vakfiyesinde müderrisin tercihen Şâfiî mezhebinden olması şartı yer almaktadır. Ayrıca medreselerde müderrisin yardımcısı olan muîdlere, hatta talebeye bile maaş ve bursların tahsis edildiği görülmektedir. Meselâ Konya Altın-apa (İplikçi) Medresesi vakfiyesinde çok başarılı üç talebeye ayda 15’er dinar, orta seviyeli on beş talebeye ayda 10’ar dinar, yeni başlayan yirmi öğrenciye de ayda 5’er dinar burs verilmesi öngörülmüştür. Ayrıca her yıl medreseye 100 dinar değerinde kitap alınması şart koşulmuştur. Bu dönemlerde medreselerdeki öğrenci sayısı ise devrin telakkisi gereği sınırlı tutulmuştur. Medreselerde bulunan kütüphanedeki kitaplardan istifade şekli ile kütüphane idaresi de belli bir esasa bağlanmıştır.

Anadolu’da Selçuklular, Dânişmendliler, Artuklular, İlhanlılar, Karamanlılar ve diğer beylikler zamanında inşa edilen medreseler yerleşim bölgelerine göre şu şekilde verilebilir: Afyon yakınında Sincanlı’da Boyalıköy Medresesi (1210); Akşehir’de Taşmedrese; Alaca’da Karahisar ve Hüseyin Gazi medreseleri (XIII. yüzyıl); Antalya’da Mübârizüddin Atabey Armağan (637/1239-40) ve Emîr Celâleddin Karatay (648/1250-51) medreseleri; Beçin’de Ahmed Gazi Medresesi (1375); Beyşehir’de Taşmedrese (1368); Diyarbekir’de Mesudiye (1191) ve Zinciriye medreseleri; Eğridir’de Taşmedrese (1301); Ermenek’te Tolmedrese (1349); Erzurum’da Çifte Minare (1253), Yâkutiye (1310) ve Ahmediye (1314) medreseleri; Antep’te Ahmed Çelebi Medresesi; Isparta civarında Atabey Mübârizüddin Ertokuş Medresesi (1224); Karaman’da Hatuniye Medresesi (783/1381-82); Kayseri’de Hoca Hasan (1193); Külük (1210),


Çifte Medrese (Şifâhiye-Giyâsiye) (602/1205-1206), Avgunu (Afgunu), Huand Hatun (635/1237-38), Emîr Sirâceddin (636/1238-39), Hacıkılıç (1275), Sâhibiye (1268) medreseleri; Kırşehir’de Cacabey (1272) ve Muzafferüddin (1246) medreseleri; Kızıltepe’de Hârizm Tâceddin Mesud Medresesi (1211); Konya’da Altınapa (1202), Tâcülvezîr (1239), Sırçalı (640/1242-43) medreseleri, İnce Minareli Medrese (1279) ve Emîr Celâleddin Karatay, Ali Gav (XIII. yüzyıl), Nizâmiye (1256) medreseleri; Kütahya’da Vâcidiye Medresesi (1314); Malatya’da Ulucami Medresesi (XIII. yüzyıl); Manisa’da İshak Bey Medresesi (1378); Mardin’de Şehidiye Medresesi (XIII. yüzyıl başları); Niğde’de Akmedrese (1409); Niksar’da Nizâmeddin Yağbasan Medresesi (1157); Seyidgazi’de Ümmühan Hatun Medresesi (XIII. yüzyıl başları); Sinop’ta Süleyman Pervâne Medresesi (1262); Sivas’ta Gökmedrese (1271) ve Buruciye Medresesi (1272); Tokat’ta Çukur Medrese; Urfa’da Ulucami Medresesi; Ürgüp yakınında Taşkun Paşa Medresesi (Tekindağ, s. 9-10).

Osmanlılar’da ilk medrese İznik’te Orhan Bey tarafından tesis edilmiş, daha sonra Bursa’da ilk Osmanlı padişahları ve devlet adamları mükemmel medreseler kurmuşlardır. İznik Medresesi’ne, Mısır’da tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönen Dâvûd-i Kayserî tayin edilmiştir. Selçuklular zamanından itibaren görülen bu şekildeki uygulama Osmanlı Devleti’nin bilhassa kuruluş döneminde de sürmüş, ilk tahsillerini Anadolu şehirlerinde yapan talebeler Mısır, Şam, İran, Semerkant, Buhara gibi İslâm dünyasının belli merkezlerinde ihtisaslarını tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönmüşlerdir. Nitekim kuruluş devri âlimlerinden Edebâli ve Muhsin-i Kayserî Şam’da; Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî, Simavnalı Bedreddin ve Germiyanlı Ahmedî Kahire’de; Alâeddin-i Esved İran’da; Alâeddîn-i Rûmî Semerkant’ta; Kadızâde-i Rûmî Horasan ve Mâverâünnehir’de ihtisas yapmıştır. Ayrıca ilk Osmanlı padişahlarının teşvik edici tutumu ile İslâm dünyasından birçok tanınmış bilgin Anadolu’ya gelmiştir. Bunlar arasında Şeyh Mehmed Cezerî ile Şeyh Ahmed Cezerî, İbn Arabşah, Fahreddîn-i Acemî, Haydar-ı Herevî, Alâeddîn-i Tûsî, Seyyid Ali-i Acemî, Riyâziyeci Fethullah sayılabilir (Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 520-521). Bu çift yönlü ilim trafiği uzunca bir süre devam etmiştir. Hatta Fâtih Sultan Mehmed zamanında bile ilimde henüz istenilen seviyeye ulaşılamadığı, büyük bilginlerin hâlâ dışarıdan Osmanlı başşehrine geldiği görülmektedir. XVI. asırdan itibaren ise bu uygulama durmuş ve Osmanlı medreseleri kendi elemanları ile ihtiyaçlarını karşılamaya başlamıştır.

Kuruluş ve gelişme dönemi medreseleri bina ve müştemilât bakımından çok gelişmiş yapılar olmamakla birlikte eğitim seviyelerinin yüksek olduğu bilinmektedir. İslâm dünyasının çeşitli yerlerinden gelen âlimler büyük kültür merkezlerinin ilim ve fikir ortamını Anadolu medreselerine getirdiler. Aklî ve naklî ilimler derinlemesine ve hür bir çevre içerisinde okutuldu. Daha sonra İstanbul, Bursa gibi büyük şehirlerin medreselerinde aklî ilimler giderek zayıfladı, yerini naklî ilimlere bıraktı. Böylece bir duraklama ve gerileme devri başladı. Bununla birlikte Anadolu’nun bazı bölgelerinde eski usulle tedrisata devam edildi. Nitekim XVII. yüzyılda bu konuyu ele alan Kâtib Çelebi, İstanbul medreselerindeki büyük ihtişam ve merasime karşılık eğitim seviyesinin düştüğünü, bunun yanında Doğu Anadolu’da bazı medreselerde klasik tarz aklî ve naklî ilimler okuyan mollaların büyük ulemâyı susturduklarını yakınarak anlatır. Bu yüzden bazı Anadolu şehirlerinde hiç İstanbul’a gelmeden büyük bilginlerin yetiştiği ve eserler yazdıkları görülmektedir.

Anadolu’da medreseler ve dolayısıyla ilim ve kültür hayatı belli merkezlerde toplanmıştır. Bunlar, 1. Eski Selçuklu merkezleri, 2. Beylikler’e ait merkezler, 3. Osmanlı merkezleri, 4. Şehzade sancakları, 5. Eyaletlerin paşa sancakları, 6. Devlet adamlarının çıktığı şehirler olmak üzere birkaç maddede toplanabilir. Nitekim Selçuklu ve Beylikler’e ait şehir merkezleri yanında Osmanlılar’a başşehir olmuş İznik, Bursa ve İstanbul oldukça yoğun ilmî faaliyetlere sahne oldu. Osmanlılar’da şehzadelerin sancak beyi olarak bulunduğu şehirler ilmî bakımdan canlılık kazandı. Bunlar arasında Amasya, Manisa, Kütahya bilhassa temayüz etti. Amasya’da II. Murad, II. Bayezid ve Şehzade Ahmed; Manisa’da ise Fâtih, III. Murad ve III. Mehmed’in sancak beylikleri döneminde önemli gelişmeler meydana geldi.

Osmanlı eyaletlerinde beylerbeyilerin ikamet ettikleri paşa sancaklarında birçok medrese ve mektep yapıldı, kütüphane, imaret vb. tesislerle buralar zenginleştirildi. Ankara, Konya, Kütahya, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Van gibi şehirlerde bulunan bu medreselere tanınmış ilim adamları müderris olarak tayin edildi. Aynı şekilde Kayseri, Nevşehir ve Tokat’ta olduğu gibi Osmanlı döneminde


büyük devlet adamları doğdukları şehir ve kasabaları büyük medrese, kütüphane, mektep, imaret vb. önemli kültür tesisleriyle süslediler ve buralara zengin vakıflar tahsis ettiler.

Bu olumlu gelişmeler zaman zaman kesintiye uğradı ve bozulmalar görüldü. XVI. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp giderek şiddetlenen Celâlî isyanları, Anadolu’da sosyal ve iktisadî yapıyı olduğu gibi ilmî geleneği de bozdu. Kanûnî’nin saltanat iddiasında bulunan şehzadeleri etrafında toplanan, önceleri “yevmlü”, sonraları “sarıca-sekban” adı verilen işsiz-güçsüz takımı, bu olayların yatıştırılmasından sonra medreselere girdi. Âsi Celâlîler’in etrafında toplanan, ilimden nasipsiz pek çok kişi de aynı şekilde Anadolu’daki medreselere doldu. İlim, irfan ve tahsille ilgisi olmayan bu zümre medreselerin seviyesini düşürdü. Üç aylarda cer*re, diğer zamanlarda da devre çıkarak (bk. DEVRE ÇIKMA) köy ve kasabalarda halka hiçbir şey vermedikleri halde zorla aynî ve nakdî yardım topladılar. Tarihte “medreseli isyanları” veya “suhte harekâtı” adıyla bilinen bu üzücü olaylar, Anadolu’daki ilim hayatı ile birlikte halkın ilme ve ilim erbabına karşı beslediği geleneksel sevgiyi de yok etti. Anadolu ve Rumeli’deki medreselerin ıslahı ve sarsılan ilim geleneğinin yeniden sağlanması için büyük gayret sarfeden devlet Anadolu ve Rumeli kazaskerlerine hitaben sık sık fermanlar çıkardı ise de bunlar hiçbir köklü çözüm getirmedi.

XIX. yüzyılda hükümet yanlış bir tutum içine girerek medreseyi kendi haline terketti ve çareyi Avrupaî okullar açmada buldu. Ancak bu okullar genellikle İstanbul’da açıldı. Medreseden ayrı olarak bu yeni eğitim sisteminin Anadolu ve Rumeli’de yaygınlaşmasında II. Abdülhamid döneminde önemli hamleler yapıldı. Buna bağlı olarak Anadolu’da ve diğer bölgelerde pek çok okul açıldı (Kodaman, s. 167). Bu okulların eyaletlere göre dağılımı aşağıdaki tabloda görülebilir:

XIX. yüzyıl boyunca özellikle Anadolu’da görülen diğer bir kültür ve eğitim faaliyeti de yerli ve yabancı gayri müslim cemaatlerin açtıkları azınlık ve misyoner okullarıdır. Anadolu’daki şehir ve kasabalara, hatta bazı köylere kadar yayılan bu okullarda sistemli bir şekilde İslâm dışı dinlerin ve azınlıkların milliyet duygularının geliştirilmesine, buna karşılık Anadolu’daki Türk-İslâm benliğinin yok edilmesine yönelik çalışmalar yapılmaktaydı. Anadolu’daki medreselerin tamamen kendi kaderine terkedildiği, devletçe açılan resmî okulların zorlukla varlıklarını sürdürebildikleri bir dönemde bu misyoner ve azınlık okulları fevkalâde malî imkânlara sahiptiler. Bunlar misyoner teşkilâtları ve Avrupa devletleri tarafından destekleniyordu. Ancak Cumhuriyet döneminde millî devletin kurulmasıyla bu okulların faaliyetleri sınırlandırıldı, sayıları azalmaya başladı.

XIX ve bilhassa XX. yüzyılda Anadolu’da ilim ve kültür vasıtası olan birçok mahallî gazete ve mecmua da yayımlanmaya başladı. Hemen her şehirde, hatta büyük kasabalarda yapılan bu nevi neşriyat çok defa kısa sürelerle faaliyet gösterebildi, savaşlar ve malî imkânsızlıklar yüzünden sık sık kesintiye uğradı. Tam olarak adları ve sayıları bilinmeyen bu neşriyatın bugün Anadolu’nun kültür hayatına, millî şuurun uyanmasına, idarî ve siyasî tarihin tanınmasına yardımcı olduğu bir gerçektir.

Cumhuriyet Türkiyesi’nde Anadolu’nun bütün il ve ilçelerinde lise ve çeşitli meslek okulları açılmıştır. Öte yandan İstanbul ve Edirne dışındaki Anadolu şehirlerinde yirmi iki üniversite kurulmuştur. Pek çok şehirde de bu üniversitelere bağlı yüksek okullar mevcuttur.

BİBLİYOGRAFYA:

Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehak (nşr. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1972, s. 9-10; M. Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1944, s. 23-30; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 520-521; a.mlf., Anadolu Beylikleri, s. 209-223; Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri, Ankara 1969, I. c.; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1973, s. 150-157; Ş. Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1973, s. 7-10; Ekrem Hakkı Ayverdi - İ. Aydın Yüksel, İlk 250 Senenin Osmanlı Mi‘mârîsi, İstanbul 1976, s. 83-100; Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977, I-V; Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler (trc. Yıldız Moran), İstanbul 1979, s. 245-256; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (İstanbul 1980), II, 74-79; Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1980, s. 34-39, 75-79, 120-122, 219-222; a.mlf., “Selçuk Devri Vakfiyeleri I: Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyyesi ve Hayatı”, TTK Belleten, XI/42 (1947), s. 199, 204-207; a.mlf., “Selçuk Devri Vakfiyeleri III: Celâleddin Karatay, Vakıfları ve Vakfiyeleri”, a.e., XII/45 (1948), s. 71-83; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, tür.yer.; Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, İstanbul 1980, s. 164-167; Osman Çetin, Anadolu’da İslâmiyetin Yayılışı, İstanbul 1981, s. 156-160; Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 5-10; Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 86-92; Hasan Duman, Katalog, tür.yer.; İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzimata Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 1988, s. 54-57; Mustafa Akdağ, “Medreseli İsyanları”, İFM, II (1950), s. 361-387; Atilla Çetin, “Maarif Nazırı Ahmed Zühdü Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yabancı Okullar Hakkında Raporu”, GDAAD, sy. 10-11 (1981-82), s. 189-220.

Mehmet İpşirli





5. Sanat.

“Anadolu sanatı” deyimi, bu yarımadada yaşamış olan farklı sanat dönemlerini ve değişik bölgelerdeki sanat üslûplarını ifade eder. Üst üste gelen göç dalgalarının sonucu beliren farklı kültür ve sanatlar, aşılması güç tabii engeller sebebiyle derin farklılıklar gösteren bölge üslûpları, bu ülkede tek ve mütecânis bir sanatın şekillenmesine izin


vermemiştir. Bu sebeple “Anadolu sanatı” yerine “Anadolu sanatları’ndan bahsetmek daha ilmî ve doğru olur.

Anadolu’da insan elinden çıkma ilk eşya, alet veya plastik sanat eserlerine Üst Paleolitik devrede rastlanmaktadır. Antalya yakınındaki Karain, Belbaşı ve Beldibi mağaralarının duvarlarında ve kaya sığınaklarındaki hayvan figürlerini çoğu zaman kırmızı boya ile çalışılmış resimleri en eski sanat eserleri olarak kabul etmek mümkündür. Yaklaşık milâttan önce 10.000’den daha eskiye inen bu resimler, henüz şehir ve köy kuramamış toplulukların eserleridir. O dönemde maden kullanılmadığından çakmak taşı, opsidyen, kemik, boynuz ve ahşap ham madde olarak işlenmiştir. Renkler, toprak boyalarla veya bitkilerden sağlanan tabii boyalarla elde edilmiştir.

Ziraat ve hayvancılığın önemli gelişmeler halinde kendini belli ettiği Neolitik devre, Konya yakınındaki Çatalhöyük kazılarında en karakteristik buluntularını vermiştir. Milâttan önce 7000-6000 yılları arasına tarihlenen bu merkez önemli bir yerleşme alanı olarak dikkati çeker. Kerpiç ve ahşap malzeme kullanılarak yapılan evler birbirine bitişik inşa edilmiş, böylece bir köy dokusu ortaya çıkmıştır. Kazılar sırasında ortaya çıkarılan buluntular arasında, en eski dokuma ürünleri olan kumaş kalıntıları, elbise iğneleri, takılar ve boncuklara sıkça rastlanmaktadır. Maden buluntular arasında kurşun ve bakırdan yapılmış küçük eşya, metalurji sanatının ilk örnekleri sayılır. Aynı şekilde Diyarbakır’daki Çayönü’nde bulunan bakır ve malahitten, dövme tekniğinde yapılmış iğneler, boncuklar Anadolu’da maden kullanımının yayılmaya başladığını gösterir.

Tapınak olarak düzenlenen bazı Çatalhöyük evlerinin duvarlarındaki resimler, dinî konulu kabartma ve heykellere bakılırsa kadın tanrıça ve boğa başlarına özellikle saygı gösterilmiştir.

Anadolu’da Kalkolitik devre ait metal ve taş aletler, Hacılar buluntularına göre milâttan önce 5000 yıllarına tarihlenir. Diğer önemli buluntu merkezi de Alişar’dır. Bronz çağı, sanat eserleri açısından farklı bölgelerde zengin bir tabaka teşkil eder. Kabaca milâttan önce 3000-2500 yılları arasına tarihlenen bu devre Troya höyüğünün ilk iki katında önemli buluntular verir. Orta Anadolu’da Kızılırmak yayı içinde Hatti adı verilen topluluğun kalıntılarında gerçek Bronz çağı eserlerine rastlanır. Hititler’den önce parlak bir kültür sergileyen bu topluluğun başşehri Hattuşa sonraları Hititler’in de merkezi olmuştur. Aynı bölgedeki Alacahöyük’te (Çorum) bronz, altın ve gümüşten olağan üstü değerde ve eşsiz eserler ele geçmiştir.

Hatti kültürüyle çağdaş olarak Batı Anadolu’daki Troya (Çanakkale) buluntuları, daha çok Ege adalarındaki eserlere benzeyen Batılı bir hava taşır. Bununla birlikte Anadolu’nun iç bölgeleriyle olan kültürel ve ticarî ilişki açıkça görülür.

III. binyılın sonunda pek çok beyliğin hüküm sürdüğü Anadolu’da en önemli siyasî yapı olarak Hititler ortaya çıkar. Kızılırmak yayı içinde ve eski Hatti geleneğine dayanan bu toplum çivi yazısı ve resim yazısı (bir çeşit hiyeroglif) kullanmakta, bunlarla gelişmiş bir sanat devresi başlamaktadır. Büyük ve düzgün kesme taş mimarisi Anadolu için bir yeniliktir. Milâttan önce 1450-1200 arasında zirve noktasına ulaşan eserler arasında sur duvarları, taş kemerli yeraltı geçitleri, Yakındoğu’nun en mükemmel askerî mimarisi olarak belirir.

Hititler’le çağdaş olmak üzere Anadolu’nun başka bölgelerinde orijinal kültürlere rastlanmaktadır. Güneydoğu’da Mitanniler, Hurriler ve Luviler bunlardan birkaçıdır.

Milâttan önce 1180-775 yılları arasında Anadolu büyük ve yıkıcı bir göçe sahne olmuştur. Hitit, Asur ve hatta Mısır yazılı kaynaklarında sözü edilen bu insan dalgalarının gelişiyle şehirler yıkılmış, sanat eserlerinin yaratıcısı olan topluluklar dağılmıştır. Bu dönem, daha önce birkaç defa tekrarlanmış olan yıkım ve kültür kesintisini beraberinde getirdiğinden “karanlık çağ” olarak adlandırılmıştır.

Doğu Anadolu’da Van gölü çevresindeki platoda varlığını sürdüren Urartular ise milâttan önce 900-600 yılları arasında parlak eserler bırakarak tarih sahnesinden çekildiler. Bunlarda hayvancılığa dayanan bir ekonomi yanında gelişkin bir şehir hayatı da görülmektedir. Izgara planlı şehirler, büyük kesme taş blokların kullanıldığı sivil ve askerî mimari bu kültür için oldukça tipik örneklerdir. Bunun yanında çok gelişmiş bir metal sanatı da dikkati çeker. Döküm ve dövme tekniğinde yapılmış insan ve hayvan başlı kulpları olan bronz kazanlar, ince işlenmiş metal kemer ve miğferlerin güçlü etkileri Frigya, Yunanistan ve Etrürya’ya kadar uzanmıştır.

Orta Anadolu’da Egeli bir karakter taşımakla birlikte geç Hitit ve Urartu etkileri gösteren Frigya sanatı, milâttan önce 750-300 arasında parlak bir devre yaşar. Başşehir Gordion’da yapılan kazılar vazo, tekstil ve küçük eşya bakımından zengin sonuçlar vermiştir. Daha çok kaya mezarları ve kabartmalarıyla ünlü olan bu kültürün en önemli anıtı Midas’ın Mezarı adıyla bilinir. 17 m. yüksekliğinde büyük bir kaya blokuna oyulan


anıt mezar Eskişehir ili yakınında bulunmaktadır.

Genel olarak “antik medeniyet” adıyla yayınlara geçen Yunanistan, Ege adaları ve Batı Anadolu’daki kültürler, kıyıları Ege ve Akdeniz’e bitişik kara parçalarının ortak katkılarıyla şekillenmiştir. Göç, ticaret ve kolonizasyon sonucunda şekillenen alışverişler milâttan önce VI. yüzyıla doğru ortak bir medeniyetin doğmasına sebep olmuştur. Bu sentezde özellikle Batı Anadolu’nun katkıları büyüktür. Homeros, Herodotos, Thales ve daha birçok kültür adamının Anadolulu olması bu katkıların ölçüsü hakkında bir fikir vermektedir. Arkeolojik kazılar İzmir (Smyrna) şehrinin kuruluşunu milâttan önce 1000 yılından daha eski devrelere kadar indirmektedir. Bu sıralarda Yunanistan’da aynı ölçüde yüksek bir kültürden bahsetmek mümkün değildir. Milâttan önce 1050-750 yılları arasında Anadolu’ya gelen Yunanistanlı göçmenlerle birlikte İyonya’nın ilim, kültür, felsefe ve sanattaki etkileri İtalya’ya kadar ulaşmıştır.

Büyük İskender’in milâttan önce 334’te Anadolu’ya geçişiyle birlikte Helen kültürü Doğu zihniyetiyle karşılaştı, böylece Anadolu ve Asya etkileri Yunan kültürüne yeni bir şekil verdi. Nitekim milâttan önce 300-30 arasındaki bu devreye Helen devri değil, Helenistik devir adı verilmesi, bu yeni doğan kültürde Anadolu ve Doğu’nun katkıları dolayısıyladır. Bu dönem mimarisinde Hermogenes adlı mimarın Batı Anadolu’da ortaya koyduğu esaslar standartlaşarak bundan sonraki devreler için klasik oranlar ve modeller oldu. Dünyanın yedi harikasından biri sayılan Halikarnassos’taki (Bodrum) Mavzoleum, milâttan önce 350 dolaylarında yapıldı. Antik yazarların uzun uzun anlattıkları bu eser geçen yüzyılda gerçekleştirilen kazılarla ortaya çıkarılmış ve başlıca parçaları British Museum’a taşınmıştır. Helenistik devir heykel sanatı Anadolu’ya has incelik ve duygulu bir yorumla ele alınmıştır. İskender Lahdi ve Ağlayan Kadınlar Lahdi adlarıyla bilinen iki eserde, bu devre mahsus özellikler ve Doğu motifleri en canlı şekilde ortaya konulmaktadır. Helenistik mimari ve heykel sanatının en mükemmel sentezi ise Bergama Zeus Sunağı’nda görülür.

Öte yandan Anadolu’da Roma çağı sanat gelişmeleri, milâttan önce 30 ile milâttan sonra 395 arasında başarılı örnekler vermiştir. Buna bağlı olarak büyük devlet binaları, hamamlar ve tiyatroların inşası bakımından canlı bir faaliyet görülmektedir. Köprü ve su kemerlerinin inşasında kendini belli eden sağlam ve rasyonel anlayış yerli Anadolu kültüründen fazlaca etkilenmemiş, zafer takı ve gladyatör dövüşleri için yapılan “circus”lar Anadolu’da fazlaca tutunmamıştır. Heykel sanatı ise Perge ve Afrodisias gibi bölge ekolleri halinde gelişmesini sürdürmüştür.

Anadolu sanatının tarihinde en köklü dönüm noktalarından biri, Bizans genel kavramıyla ifade edilen yeni devrenin başlangıcıdır. Bir tarife göre Roma sanatının hıristiyanlaşarak devamı demek olan Bizans sanatı, 1000 yıldan biraz daha uzun süren bir devre olduğundan bu ülkenin kültür tarihinde derin izler bırakmıştır. Daha Roma çağında yayılmaya başlayan Hıristiyanlık Konstantinus adlı imparator tarafından benimsenmiş, çok tanrılı inanç yavaş yavaş gerilemiştir. İkiye ayrılmış olan imparatorluğun doğudaki başşehrinin İstanbul’a taşınması, yeniden şekillenen yapıyı Anadolu’ya iyice yaklaştırmıştır. Bu durum Bizans sanatını Ortaçağ boyunca İslâm sanatıyla sürekli ve yoğun bir münasebet içine sokmuş, mimari teknikler ve tezyinatta Doğu’nun etkileri her zaman kendini belli etmiştir. Bu arada Helenistik miras da Bizans’ı etkilemiştir. Bulundukları bölgelere göre Bizans mimari eserlerinde bazan Suriye ve Irak, bazan da İran ve Asya etkileri görülmektedir.

Bizans dinî mimarisinin ilk ve önemli tipi olan bazilika, plan şeması bakımından antik tapınaklara dayanmaktadır ki Didima, Bergama, Side, Hierapolis ve Ankara’daki tapınakların hıristiyan ibadeti için tâdil edilerek kullanıldığı bellidir. Uzunlamasına gelişen bazilika planı ile merkezî planın kaynaştırılması kubbeli bazilikaları ortaya çıkarmış, buna göre uzunlamasına gelişen yapılarda orta kesimi vurgulayan bir kubbe ile merkezî yapı yapma yolunda adımlar atılmıştır. Bu plan tipinin bir örneği Hierapolis’te (Denizli, Pamukkale), daha önemli olarak da İstanbul’da Ayasofya’da denenmiştir.

İç Anadolu’daki Bizans mimarisi kendine mahsus özelliklerle ayrılır. Karaman dolaylarındaki Binbir Kilise yapılar topluluğunda en çok rastlanan yapı tipi birkaç nefli bazilikadır. Bu yapıların başlıca özellikleri muntazam kesme taşla yapılmış olmaları, bodur pâyeler üzerine oturan at nalı biçimli kemerlerle takviyeli tonozlarla örtülmüş olmalarıdır.

Tarih geleneği Anadolu’daki İslâm varlığını Emevî ve Büyük Selçuklular’la başlatır. Ancak gerek İslâmiyet’in gerekse


Türkler’in Anadolu’ya kesin bir biçimde yerleşmeleri, Selçuklular’ın bu ülkeye gelişiyle mümkün olmuştur. Anadolu Selçukluları’nın sanatı karmaşık yapılı olduğu kadar canlıdır. Bu sanata ait ifade yollarının çeşitli ve zengin olması, bu kültür potasına katılan unsurların farklı oluşuna bağlanır. Budizm, İran, Anadolu’nun yerli kültürleri, totemizm ve İslâmî tarikatların kalıntıları ile bugün için bilemediğimiz kaynaklardan gelen unsurlar her an karşımıza çıkmaktadır. Mimariden çini sanatına, mûsiki ve rakstan ahşap oymalara kadar uzanan çeşitli alanlardaki üslûplar, yaklaşımlar ve tematik tercihler alabildiğine çeşitlidir.

Anadolu Selçuklu sanatı, XI. yüzyıl ortalarından yaklaşık XIII. yüzyıl sonuna kadar süren bir üslûp devresi olarak kendisini belli eder. Türk sanatının uzun gelişim çizgisinde çok özel bir yer tutan bu devre, bir bakıma İran Büyük Selçuklu sanatının uzantısı, öte yandan yeni karşılaştığı Küçük Asya kültürlerinin bir sentezi gibidir. Temel anlayış genel İslâm sanatı ve daha sonraları şekillenecek olan Osmanlı sanatıyla benzerlikler göstermekle birlikte, belirli tarihî ve coğrafî faktörler Selçuklu sanatını farklı bir çehreye büründürmüş, başka devrelerde ve bölgelerde örneğine rastlanmayan eserlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Yaklaşık 200 yıl süren ve Anadolu’nun pek çok yöresine yayılan Selçuklu sanatı İran, Suriye, Orta Asya ve bir kısım yerli kültürlerin bir sentezi gibidir. Anadolu gibi kültürel yapısı karmaşık bir bölgeye girerken beraberlerinde uzak diyarların geleneklerini de getirmiş olan bu toplum, bir yandan Bizans ve Haçlı baskılarıyla mücadele ederken öte yandan Moğol istilâsına mâruz kalarak bir hayli sarsılmıştır. Buna rağmen Selçuklu sanatı büyük ve cesaretli bir teşebbüs içine girmiş, ancak kendi klasiğine ulaşamamıştır.

XII ve XIII. yüzyıl Anadolu Türk sanatı, Konya Selçuklu Sultanlığı hâkim oluncaya kadar bazı yörelerde hüküm süren Türkmen beylikleri tarafından temsil edilmiştir. Artuklu, Saltuklu, Dânişmendli ve Mengücüklü adlarıyla anılan bu beylikler daha çok Konya’nın doğusunda kalan bölgelerde faaliyet göstermişlerdir. Birbirlerinden sadece hüküm sürdükleri bölgeler bakımından ayrılan bu beyliklerin mimari eserlerini genel olarak Selçuklu sanatı başlığı altında toplamak da mümkündür.

Selçuklu sanatının temel anlayışı, yukarıda belirtildiği gibi, genel İslâm sanatı ve daha sonra şekillenecek olan Osmanlı sanatıyla benzerlikler göstermekle birlikte özel bir kimlikle ortaya çıkmıştır. Bu sanatın üç temel kaynağa dayandığı söylenebilir. Bunlardan birincisi, İslâm’ın temel felsefesini işleyen biçimlerdeki mânevî özdür. İkinci kaynak yerli kültürlerin kaçınılmaz etkisidir. Üçüncü olarak da başlangıçları İslâm öncesi devrelere kadar inen Asya Türk sanatının motifleridir.

Diğer müslüman toplumlarda olduğu gibi Selçuklular’da da cami hayatın odak noktasını teşkil etmiştir. O devirde daha çok “mescid” adını taşıyan bu yapılar, sadece beş vakit namaza açık tutulmanın ötesinde şehrin veya kasaba ileri gelenlerinin toplandığı, siyasî ve günlük işlerin konuşulduğu, birtakım kararların alındığı yerler olmuştur. Yerleşim merkezlerinde yer alan ve “mescid-i cuma” adıyla anılan büyük camiler bu devrin sanat üslûbunu önemli ölçüde yansıtan yapılar olarak görülür.

Selçuklu medreseleri ise başlangıçtan itibaren İslâm kültürü, özellikle de Sünnî politikanın beslendiği merkezlerdi. Dinî ve müsbet ilimlerle ilgili derslerin yapıldığı bu kurumlardan bir kısmının rasathane, bir kısmının ise şifahane olarak kullanıldığını gösteren belirtiler mevcuttur.

Anadolu Selçuklu kümbetleri de pek çok bakımdan İran Büyük Selçuklu kümbetlerinin bir devamı veya uzantısı şeklindedir. Çoğu zaman daha küçük ölçüde olmakla birlikte biçim, inşa teknikleri ve dekorasyon her iki bölgede yakın benzerlikler gösterir. Sembolik bir mezar anıtı niteliğindeki kümbetler, çok defa bağımsız mimari eserler halinde, bazı durumlarda ise medrese veya camilerle birlikte bir bütün olarak inşa edilmiştir. Meselâ Erzurum’daki Yâkutiye Medresesi’ne bağlı olarak inşa edilen kümbet (1310) bu tür bir denemedir.

Selçuklu mimarları dinî yapılarda olduğu kadar konaklama tesisi ve hastahane gibi yapı tiplerinde de başarılı eserler vermişlerdir. Bunlar arasında, her türlü sağlık işlerinin görüldüğü şifahaneler önemli bir yer tutmaktadır. Sivas’ta 1218 yılında yapılan Keykâvus Dârüşşifası, ortada bir avlu ve onun etrafında sıralanmış koğuşlar ve dershanelerle medreselere benzer bir plan gösterir. Bu binanın hem hastahane hem de bir tıp okulu olduğu kabul edilmektedir.

Çeşitli iç isyanlar, Bizans’la sürekli savaş ve Haçlı seferlerine rağmen


XIII. yüzyılda Anadolu önemli bir ticaret ağına ve yol şebekesine sahipti. Kervanların rahat ve emniyet içinde seyahat edebilmeleri için yer yer kervansaraylar yapılmıştı. Dış görünüşü bakımından kaleyi andıran bu yapılar çok sayıda insan, yük hayvanı ve eşyayı barındırabilecek şekilde inşa edilmiştir. Kayseri-Sivas yolu üzerinde Alâeddin Keykubad’ın emriyle inşa ettirilen Sultanhan bu tesislerin en güzel örneğidir.

Anadolu Selçuklu sanatı, süsleme çeşitliliği açısından diğer çevrelerdeki İslâm sanatlarından farklıdır. Gerek el sanatları gerekse mimari dekorasyon inanılmaz zenginliklerle her zaman araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Daha çok bitkilerle geometrik şekiller ve yazıdan meydana gelen süs unsurlarına az sayıda insan ve hayvan figürü de eklenebilir. Hemen her konuda üslûplaştırma ve soyutlama kendini belli eder. Taş, ahşap ve çini kitâbelerdeki nesih ve özellikle çiçekli kûfî yazı türleri her ölçüde ve teknikte başarıyla uygulanmıştır. Bütün İslâm dünyasında görülen geometrik kompozisyonlar sonsuz çeşitlemeler halinde denenmiş, en karmaşık sistemler tuğla örgülerde veya mozaik çini eserlerde örneklenmiştir. Geometrik süslemelerde ulaşılan zevk aynı zamanda hendese ilmindeki seviyeyi göstermesi bakımından da önemlidir. Tek şekil veya madalyonlar halinde işlenen yıldızlar ve fırıldak formlarının birtakım sembolik mânalar ifade ettiği zannedilmektedir. İslâmiyet’in başlangıcından beri tezyinatın önemli bir unsuru olan bitkiler, Selçuklu sanatçısının elinde daha da gelişmiş, lotus, palmet ve özellikle rûmîler yüksek bir üslûp seviyesine ulaştırılmıştır. Bu sanatın en ilgi çekici konusu figürlü konulardır denebilir. Sayıca çok az olmakla birlikte Selçuklu eserlerinde insan, hayvan ve fantastik yaratıkların resmedildiği görülür.

Selçuklu ve Bizans kültürü her an yanyana yaşamış ve dolayısıyla ikisi arasında alışverişler görülmüştür. Bu alışverişlerin ölçüsü her bölgede farklı olmuştur. Zaman içinde Moğol istilâsının Anadolu’ya getirdiği yenilikler de bu senteze katılınca Asya kökenli Selçuklu sanatı yepyeni bir üslûp kazanmış, Anadolu’da kendine has bir kültür ve sanat potası yaratmıştır. XI. yüzyılın sonundan XIII. yüzyılın sonuna kadar Anadolu Selçuklu sanatının mimari alandaki en büyük başarısı, cami planında mihrap önündeki kubbeyi büyütmek olmuştur. Başlangıcı Gazneli ve Büyük Selçuklu mimarisine dayanan bu gelişme, Beylikler devrinde daha mantıklı bir biçimde ele alınmış ve nihayet muhteşem Osmanlı kubbelerine esas teşkil etmiştir.

İnşaat malzemesi olarak uzun süre tuğla kullanılmış, zamanla Anadolu’daki taş işçiliği devreye girerek bu malzemeyle mükemmel eserler verilmiştir. Mimari tezyinatta kullanılan mozaik çini tekniği büyük bir ustalıkla son sınırlarına kadar kullanılmıştır. Selçuklular Anadolu’ya gelinceye kadar bu yarımadada bahse değer bir çini kullanımı yoktur. Selçuklu çini sanatında fîrûze, mor, lâcivert ve beyaz renklerle elde edilen âhenk diğer İslâm ülkelerine göre çok farklı bir estetik özellik gösterir. Ahşap işçiliği derin sathî oymaların yanında kündekâri teknikte eşsiz eserler vermiştir.

On iki büyük beyliğin ayrı ayrı bölgelerde yönetimi ele aldığı XIV. yüzyıl boyunca Selçuklu sanat üslûbu etkisini sürdürmekle birlikte yeni araştırmalar da kendini göstermiştir. Selçuklu mirasının sahibi olarak ortaya çıkan Karamanoğulları, medrese yapılarında Selçuklu biçimlerini ısrarla devam ettirmişlerdir. 1256’dan Fâtih devrine kadar varlığını sürdüren Karamanlılar’ın muhafazakâr üslûbuna karşılık, merkezi Manisa’da bulunan Saruhanlı Beyliği mimari alanında önemli bir adım atmıştır. İshak Bey’in 1376’da bir külliye olarak yaptırdığı yapılar topluluğuna bağlı Manisa Ulucamii’nin 10.80 m. çapındaki mihrap önü kubbesi ve diğer plan özellikleri Osmanlı camilerine esas teşkil eden örneklerden biri olmuştur. Sekiz desteğe oturan merkezî kubbe, camiden tamamen ayrı ve son cemaat yerini de içine alan revaklı avlu önemli gelişmeler olarak dikkati çeker.

Beylikler devri mimarisi, Batı Anadolu’ya yaklaştıkça yenilik ve çeşitlilikler gösterir. Kullanılan malzeme ve özellikle taşın türleri artar. Bina cephelerinde genişleyen açıklıklar, giriş bölümlerinin teşkilâtlanması, kubbealtı yapı ilişkisi dikkati çeken hususlardır.

Anadolu beylikleri içinde en uç noktada Bizans sınırında bulunan Osmanlılar, diğer beylikleri de idarelerine alarak Anadolu Türk birliğini kurdular. İleride üç kıtaya yayılacak olan bu devletin mimarisine ait ilk önemli örnekler İznik’te görülür. 1333 tarihli Hacı Özbek Camii, üç bölmeli son cemaat yeri ve iç mekânı örten tek kubbesiyle XIII. yüzyıl Selçuklu mescidleri geleneğini sürdürür. Son cemaat yerindeki gelişme, 1378 tarihli İznik Yeşilcami’de yerli yerine oturacaktır. Bu camide görülen renkli çinilerle bezenmiş tuğla minare Selçuklu geleneğine bağlı önemli bir unsurdur. Yine İznik’te I. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun’un hâtırasına inşa edilen 1388 tarihli imaret, tabhaneli cami planına göre yapılmıştır. Derinliğine ve enlemesine uzanan mekânlar kubbe ve tonozlarla örtülmüş olup duvarlar bir sıra kesme taş, üç sıra tuğla ile oldukça renkli ve hareketli bir etki bırakmaktadır. Yine Selçuklu geleneğine dayanan çok kubbeli camilerin âbidevî bir örneği Bursa Ulucamii’nde denenmiştir.


XIV. yüzyılın sonundan itibaren hızla gelişmeye başlayan Osmanlı cami mimarisinin bütün özelliklerini Bursa Yeşilcami’de görmek mümkündür. Çelebi Sultan Mehmed’in mimar Hacı İvaz’a yaptırdığı cami, arka arkaya iki kubbe, yanlarda sivri kubbeli birer eyvanla hareketli bir örtü sistemine sahiptir.

II. Murad’ın 1436’da Edirne’de yaptırdığı Murâdiye Camii ise tabhaneli cami planının sadeleşmiş bir örneğidir. Aynı sultanın yine Edirne’de yaptırmış olduğu Üç Şerefeli Cami, Mimar Sinan döneminde belirginlik kazanan âbidevî mekân fikrinin en sağlam örneğini teşkil eder.

Bu dönemin medrese yapıları esas çizgileri bakımından Selçuklu medreselerinin devamı gibidir. Şu farkla ki planlar daha sade tutulmuş, duvar örgülerinde taş tuğla sıraları tercih edilmiştir.

Erken devir örneklerinde de görüldüğü gibi klasik devir Osmanlı camisinin dış görünüşünü karakterize eden unsurlar, yarım küre şeklindeki kubbelerle bunları taşıyan düzgün kesme taştan prizmatik bina gövdesidir. Plan ne olursa olsun, kare mekânı örten tek kubbe veya eşit büyüklükte ardarda iki kubbe yahut da merkezde bir büyük ve çevresinde kubbeler sistemi, duvarlarla rasyonel bir biçimde kaynaşır. Özellikle klasik devirde, yukarıdan aşağıya genişleyerek inen kütle kompozisyonu, basamaklı, uyum sağlayan bir görünüş sunar. İki, dört veya altı minareyle köşelerde dengelenen dış görünüş bir Bizans kilisesine hiç benzemez.

Kubbe kasnağının hemen daima mâkul bir seviyede tutulmuş olması, ana kütleyle kubbe arasında uyumlu bir geçiş sağlar. Bizans’ta kubbe kasnağı çoğu zaman kubbenin kendisinden daha yüksek olabilmektedir. Tuğla ile taşın farklı sıralar halinde örülmesi, özellikle erken devir camilerinde yaygındır. Fakat Osmanlı cami yapılarını belirleyen malzeme klasik devir için her zaman düzgün kesme taşlar olmuştur.

Mimar Sinan ekolünün ulaştığı nokta ile XVI. yüzyıl Osmanlı toplumunun inşaat faaliyetlerine eğilme tarzı arasında yakın bir bağlantı vardır. Sinan toplumun koyduğu çerçeveye uyan değer hükümleriyle tam bir uyum içinde olduğundan kendi anlayışını temsil eden bir sembol olmuştur. Şartların getirdiği istekler, ekonomik gelişme, toplum hayatının bütün yönlerinde görülen değişiklikler, dolaylı da olsa Sinan ekolünde yoğunlaşmıştır. Sinan çağında sistemin bütün müesseseleri ve yapıları yerli yerine oturmuştur. Kısacası, Osmanlı klasik çağı ile Sinan ekolünün aynı tarih kesiti içinde buluşması tesadüf değildir. Böylesine bir buluşmayı en iyi ifade eden eser İstanbul’daki Süleymaniye Camii ve Külliyesi’dir.

Sinan’ın ölümünden sonra talebeleri, Sultan Ahmed Camii mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa, Yenicami mimarı Dâvud Ağa ve Dalgıç Ahmed Çavuş, bir süre daha mimarideki klasik üslûbun geleneğini sonraki kuşaklara taşıdılar. Ancak her alanda olduğu gibi mimarlıkta da ölçü ve esaslar değişmiş, kaybolmuş, klasik devir tamamlanmıştır. Geç klasik çağ diyebileceğimiz bir devreden sonra Osmanlı mimarisinde kendine mahsus yeni bir üslûp gelişmemiştir. Barok çağa kadar Avrupa mimarisiyle alışverişleri çok sınırlı olan Osmanlı mimarisi, Lâle Devri (1718-1730) adıyla bilinen dönemden başlayarak hızlı bir Batılılaşma havasına girmiştir. Bu dönemde mekân mimarisinde yenilik görülmez. Nitekim ardarda gelen barok ve ampir üslûpları dönemlerinde bazı büyük camiler yapılmakla birlikte yapı faaliyetinin ağırlık noktası saray, köşk ve kasırlara kaymış, yüklü bir dekorasyon ve bir süs mimarisi ortaya koymaktan öteye gidilememiştir. 1900’lü yıllardan sonra neo-klasik adıyla bilinen yeni bir mimari hareket belirmişse de Osmanlı sanatına özenerek bir çeşit rönesans yaratmaya çalışan bu akım, pek doyurucu ve kullanışlı olmadığından Anadolu’daki Türk sanatında tarihî üslûplar sona ermiştir.

Anadolu Türk sanatının mimari başarılarını dinî yapılar dışında askerî ve sivil mimaride de görmek mümkündür. Selçuklu fetihleriyle büyüyüp genişleyen şehirler, gerek savunma tesisleri gerekse ticarî yapılar bakımından yeni mimari tipler kazanmıştır.

Eski şehirlerin akropolisi niteliğindeki iç kaleler daha çok idarî merkez durumunu sürdürürken şehirleri kuşatan dış kaleler genişleyen sur duvarları halinde yeni takviyelerle büyütülmüştür. Tamamen Osmanlı devrinde yapılmış olan İstanbul’daki Rumelihisarı ve Yedikule örnekleri, mimari kuruluşun topografik yapıyla olan münasebetini en mükemmel şekilde yansıtmaktadır.

Anadolu Türk sanatında karşımıza çıkan en ilginç yapılardan biri de köprülerdir. En eski örneklerini Artuklu bölgesinde bulduğumuz Hasankeyf, Cizre, Malabadi, Çerik ve Dunaysır köprüleri bunların en önemlileridir. Bugün bile kullanılan bu eserler, Osmanlı devrinde özellikle Mimar Sinan’ın projeleriyle yeni yorumlar kazanmıştır.

Hamamlar, Anadolu’daki örnekleriyle, toplumun temizlik konusuna verdikleri önemden dolayı sayıları hızla artan ve çeşitlenen mimari tiplerdir. Sıcaklık ve halvet kısımları esas alınarak değişik plan şemaları halinde karşımıza çıkan bu yapılar kubbe, tonoz gibi değişik örtü sistemiyle kapatılmış, zengin bir alçı işçiliği ile hareketli bir mimari tarz ortaya çıkarılmıştır.

Ticaret ve ulaşımın gelişmesiyle birlikte kervan yolları üzerindeki Selçuklu kervansarayları Osmanlı döneminde de kullanılmaya devam edilmiş, bunlara ek olarak şehir içinde ve büyük külliyelere bağlı olarak hanlar inşa edilmeye başlanmıştır. İlk örneklerden Bursa’daki Emîr Hanı iki katlı bir yapı olarak


dikkati çekmektedir. Çoğu zaman revaklar ve bunların arkasındaki odalar planın esasını teşkil etmektedir. Önemli ticaret merkezlerinde karşımıza çıkan bedesten, arasta ve çarşı gibi yapılar ise Osmanlı mimarisinde farklı yapı tipleri oluştururlar. Bedesten adı verilen yapılar, dışa açık sıra dükkanlar ile içte büyük desteklere oturan kubbeli kısımdan meydana gelir.

Türk mimarisinin önemli bir eser grubu da içinde günlük hayatın geçtiği binalardır. Âbidevî örneklerini köşk ve saraylarda gördüğümüz bu grup, Gazneli devrine kadar inen bir geleneğe dayanmaktadır. Genellikle dört eyvanlı avlu ve bunun etrafındaki mekânlarla teşkilâtlandırılmış olan plan şeması, Konya Kubadâbâd Sarayı’nda da tekrarlanmaktadır. Köşk ve saraylar iç dekorasyonları bakımından ayrı bir önem taşırlar. Bu binalarda çini kaplama, alçı ve duvar resimlerinden oluşan zengin bir süsleme dikkati çekmektedir. Selçuklu geleneğini devam ettirdiği anlaşılan Bursa ve Edirne sarayları hakkında tam bir fikir edinebilmek mümkün değildir. Fâtih’in İstanbul’un en güzel tepesinde yaptırdığı saray, Marmara ve Boğaz’a hâkim, surlarla çevrili bir yapılar topluluğu halindedir.

Osmanlı kültürü sanatın hemen bütün dallarında birbirine eşdeğer usta ve üstatları bağrından çıkarmıştır. Itrî’ye karşılık Sinan, Nigârî’ye karşılık Siyah Kalem’i tarihe mal eden bu yapı, kendisini meydana getiren bütün unsurların katkılarıyla beslenmiş ve zenginleşmiştir. Çöküş devrinin sanatını bazan “Batılılaşma”, bazan da “yabancılaşma” kavramlarıyla ifade ederken bu çelişkilerin siyasî ve içtimaî yankılarını Tanzimat ve Meşrutiyet olaylarında görüyoruz. Türkiye’deki bütün sanatlarda görülen âni değişmeyi, bu tür siyasî tercih ve dönemeç noktaları ile birlikte düşünmek gerekmektedir.

Yeni Cumhuriyet rejimi değişme halindeki Osmanlı sanatını olduğu gibi devralır. Tarihin yeni bir sayfası çevrilirken eski-yeni, güzel-çirkin kavramları da hâkim ideoloji tarafından ortaya konulan kıstaslarla tartılmaya başlanır. 1920’lerin Türkiye’sinde Cumhuriyet rejimi bütün hazırlıkları yanında çağdaşlaşma ve Batılılaşma hareketini de tekrar gündeme getirir. Bu tavır, Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle saray çevrelerinde çoktandır benimsenmiş olan bir eğilimin hukukî bir biçim kazanmasıdır.

Son 200 yıldır yapılagelmekte olan ıslahat veya yenilik hareketleri tepkileriyle birlikte gelmiştir. Meselâ II. Meşrutiyet’ten hemen sonra mimaride neo-klasik adıyla bilinen bir üslûp kendini belli eder. Bu akım, Osmanlı sanatında belirmeye başlayan Batı süslemeciliğine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ziya Gökalp’in sistemleştirdiği Türkçülük akımından da beslenen neo-klasik üslûp, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da benimsenmiş ve bazı büyük devlet binaları bu üslûba göre yapılmıştır. Hatta bir ara bu üslûba millî üslûp da denmiştir. Bu yapıların en seçkin örnekleri arasında Ankara Türk Ocağı binası, Etnografya Müzesi, bazı büyük banka binaları, İstanbul’da IV. Vakıf Hanı, Sirkeci Büyük Postahane ve Sultanahmet’teki Ticaret Mektebi yer almaktadır. Bir kısmı Osmanlı, bir kısmı da Cumhuriyet döneminde yapılmış olan bu binalar “millî” gibi görünmekle birlikte bir zihniyet farkını ve bazı mimari meseleleri de beraberinde getirmektedir. Bu üslûpta yapılmış bir lise binası, bir postahane veya hükümet konağı ile bir tren istasyonu arasında fazlaca bir fark yoktur. Bunun dışında neo-klasik mimari Cumhuriyet idealleri ve inkılâplarının ruhu ile pek bağdaşmıyordu. Bu durumun farkına varılınca neo-klasikten vazgeçilip milletlerarası modern mimari tercih edildi.

Bu yeniden Batı’ya açılış, mimaride, süslemeden arınmış bir görünüş, şekilfonksiyon iş birliği, simetriden uzaklaşma ve kübist ifade şeklinde özetlenebilecek yeniliklerle ortaya çıktı. Bu defa da bu mimariye “millî” adı verildi. Ne var ki bu yeni üslûptaki yapıların örneklerini büyük Avrupa şehirlerinde bulmak her zaman mümkündü. Bütün bu gelişmeler ve günümüze kadar uzanan denemelere bakarak Cumhuriyet rejiminin yeni sanatın nasıl olması gerektiği konusunda belirli bir empozede bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Yukarıdaki kısa tarihçeden de anlaşılacağı üzere, bir “kavimler köprüsü” olarak vasıflandırılan Anadolu yarımadası, tarihin en eski çağlarından bu yana değişik millet, kavim ve cemaatin gelip geçtiği veya yerleştiği bir ülkedir. Bu konumdaki bir ülkenin baştan sona yekpâre ve kesintisiz bir sanatı bünyesinde barındıramayacağı açıktır. Zaman zaman bazı kavimler ülkenin bütününe hatta çevresine taşan siyasî hâkimiyetler kurmuşlar, bu durumda bile hâkimiyetin kültür ve sanat boyutundaki tablosu hiçbir zaman gerçek anlamda bütünlük arzetmemiş, taşra ve başşehir üslûpları azınlık unsurlarının sanatları ile bir arada yaşamaya devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Genel: Doğan Kuban, Anadolu Türk Mimarisinin Kaynak ve Sorunları, İstanbul 1965; a.mlf., Türkiye Sanatı Tarihi, İstanbul 1973; Ekrem Akurgal v.dğr., Treasures of Turkey, Genova 1966; R. Ettinghausen, Art Treasures of Turkey, Washington 1966; R. Naumann, Eski Anadolu Mimarlığı, Ankara 1975; Turkish Art and Architectur (nşr. Ekrem Akurgal), Freiburg 1980.

Tarih Öncesi: K. Bittel, Grundzüge, Tübingen 1958; a.mlf., “Einige idolen aus Kleinasien”, Prahistorische Zeitschrift, sy. 34-35, Berlin 1949-50, s. 135-144; Firuzan Kınal, Anadolu Tarihi, Ankara 1962; Bahadır Alkım, Anatolia,


Genève 1968, I. c.; Ekrem Akurgal, Ancient Civilisations and Ruins of Turkey, İstanbul 1969; J. Mellaart, Excavations at Hacılar, Edinburgh 1970; D. B. Stronah, “Metalltypes in Early Anatolia”, Anatolian Studies, sy. 7, London 1958, s. 89-125; E. Anati, “Anatolia’s Earliest Art”, Archaeology, sy. 21, Cambridge Mass. 1968, s. 22-35.

Hitit Devresi: R. Oğuz Arık, Alaca Höyük, Ankara 1935; Halit Ziya Koşay, Alaca Höyük, Ankara 1938; M. Vieyra, Hittite Art, London 1955; Ekrem Akurgal, The Arf of the Hittites, London 1962; Halet Çambel, “Some Observations on the Karatepe Sculptures”, TTK Belleten, XIII/49 (1949), s. 35-36; R. D. Barnett, “The Key to the Hittite Hieroglyphes”, Anatolian Studies, sy. 3, London 1953, s. 53-95.

Frig Devresi: K. Bittel, Kleinasiatische Studien, İstanbul 1942, s. 66-127; Ekrem Akurgal, Die Kunst Anatoliens, Berlin 1961, s. 70-121; P. Meriggi, “Una prima attestazione dei Moshi in Frigia”, Athenaeum, sy. 42 (1964), s. 52-59.

Antik Çağ: Arif Müfit Mansel, Excavations at Perge, Ankara 1949; Ekrem Akurgal, Die Kunst Anatoliens, von Homer bis Alexander, Berlin 1961; J. Cook, Ionia and the East, London 1962; Jale İnan, Römische Portrats aus Antalya, Ankara 1965; G. Hanfmann, “Hellenistic Art”, Dumbarton Oaks Papers, sy. 17, Washington 1963, s. 79-94.

Bizans Dönemi: D. M. Dalton, East Christian Art, Oxford 1925; C. Diehl, Manuel d’art byzantin, Paris 1925; Semavi Eyice, Son Devir Bizans Mimarisi, İstanbul 1980; a.mlf., Karadağ (Binbirkilise) ve Karaman, İstanbul 1971; a.mlf., “Un Type architectural peu connu de l’Zpoque des Paléologues K Byzance”, Anadolu Araştırmaları, I, İstanbul 1959, s. 223-234; a.mlf., “Türkiye’de Bizans Sanatı”, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, İstanbul 1982, III, 514-564.

Selçuklu Dönemi: F. Sarre, Seldschukische Kunst, Leipzig 1905; a.mlf., Seldschukische Kleinkunst, Berlin 1909; Uzunçarşılı, Kitabeler, İstanbul 1927-29, I-II; A. Gabriel, Monuments turcs d’Anatolie, Paris 1931-34, I-II; E. Diez, Türk Sanatı, İstanbul 1946; Halil Edhem [Eldem], “Anadolu Selçukluları Devrinde Mimari ve Tezyini Sanatlar”, Halil Edhem Hatıra Kitabı, Ankara 1947, I, 279-297; Celal Esat Arseven, Les Arts Decoratifs Turcs, İstanbul 1952; T. T. Rice, The Seljuks, London 1961; Semra Ögel, Anadolu Selçukluları’nın Taş Tezyinatı, Ankara 1966; Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri, Ankara 1969, I. c.; Beyhan Karamağaralı, Ahlat Mezar Taşları, Ankara 1972; a.mlf., “Erzurum’daki Hatuniye Medresesi”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 1971, s. 209-247; K. H. Erdmann, Das Anatolische Karvansaray des 13. Jahrhunderts, Berlin 1976; a.mlf., The History of the Early Turkish Carpet, London 1977; Gönül Öney, Anadolu Selçuklularında Süsleme ve El Sanatları, Ankara 1978; Selçuk Mülayim, Anadolu Türk Mimarisinde Geometrik Süslemeler, Selçuklu Çağı, Ankara 1980; Ö. Bakırer, Selçuklu Öncesi ve Selçuklu Dönemi Anadolu Mimarisinde Tuğla Kullanımı, Ankara 1981, s. 20; a.mlf., Onüç ve Ondördüncü Yüzyıllarda Anadolu Mihrabları, Ankara 1976; Rahmi Hüseyin Ünal, Osmanlı Öncesi Anadolu-Türk Mimarisinde Taçkapılar, İzmir 1982; R. Ettinghausen, “Turkish Elements in Silver Objects of the Seljuk Period of Iran”, First International Congress of Turkish Art, Ankara 1961, s. 128-134; Hilmi Arel, “Divriği Ulu Camii Kuzey Portalinin Mimari Kuruluşu”, VD, V (1962), s. 99, 111; B. Grey, “Gold Painted Glass Under the Seljuks”, II. Congresso Internationale di Arte Turca, Venezia 1963, s. 13-149; E. Lucius, “Neue figural verzierte seldschukische Keramik aus Anatolien”, Sanat Tarihi Yıllığı, İstanbul 1970, III, 125-134; Nurhan Atasoy, “Selçuklu Kıyafetleri Üzerine Bir Deneme”, a.e., İstanbul 1971, IV, 111-151; Mehmet Önder, “Selçuklu Devri Halıları”, TEt.D, sy. 6-8 (1966), s. 46-49; a.mlf., “Selçuklu Devri Kubad-âbâd Sarayı Çini Süslemeleri”, Türkiyemiz, sy. 10, İstanbul 1972, s. 14-18.

Osmanlı Dönemi: H. Wilde, Brussa, Berlin 1909; H. Glück, Die Kunst der Osmanen, Leipzig 1922; Sedat Hakkı Eldem, Bursa Evleri, İstanbul 1948; a.mlf., Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul 1954; a.mlf., Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1979, II; a.mlf., Türk Bahçeleri, İstanbul 1976; İ. Hakkı Konyalı, Mimar Koca Sinan’ın Eserleri, İstanbul 1950; Celal Esat Arseven, Les Arts decoratifs turcs, İstanbul 1952; Sedat Çetintaş, Türk Mimari Anıtları, İstanbul 1952; Doğan Kuban, Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme, İstanbul 1954; a.mlf., “Mimar Sinan ve Türk Mimarisinin Klasik Çağı”, Mimarlık, sy. 49, İstanbul 1967, s. 13-34; Aptullah Kuran, İlk Devir Osmanlı Mimarisinde Cami, Ankara 1964; U. G. Vogt, Osmanische Bauten, München 1965; Yıldız Demiriz, Osmanlı Mimarisinde Süsleme, İstanbul 1970; G. Goodwin, A History of Ottoman Architecture, London 1971; Rüçhan Arık, Batılılaşma Dönemi Türk Mimarisi Örneklerinde Anadolu’da Üç Ahşap Cami, Ankara 1973; Metin Tuncel, Babaeski, Kırklareli ve Tekirdağ Camileri, Ankara 1974; Metin Sözen v.dğr., Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar Sinan, İstanbul 1975; R. H. Ünal, Diyarbakır İlindeki Bazı Türk-İslâm Anıtları Üzerine Bir İnceleme, Erzurum 1975; Ahmet Refik Altınay, Türk Mimarları, İstanbul 1977; Y. Yavuz, Mimar Kemalettin ve Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi, Ankara 1981; Yüksel, Osmanlı Mi‘mârîsi V; Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârîsi I; a.mlf., Osmanlı Mimarisi II; a.mlf., Osmanlı Mi‘mârîsi III-IV; Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986; Semavi Eyice, “İznik’te Büyük Hamam ve Osmanlı Devri Hamamları Hakkında Bir Deneme”, TD, II/15 (1960), s. 99-120; Şerafettin Turan, “Osmanlı Teşkilatında Hassa Mimarları”, TAD (1963), s. 157-202; Orhan Erdenen, “Osmanlı Devri Mimarları, Yardımcıları ve Teşkilatları”, Mimarlık, sy. 27, İstanbul 1966, s. 15-18; Semra Ögel, “Osmanische Baukomplexe”, Anatolica, I, Ankara 1967, s. 118-123; a.mlf., “Die Innenflache der Osmanischen Kuppel”, a.e., V, Ankara 1976, s. 217-233; Afife Batur, “Osmanlı Camilerinde Almaşık Duvar Üzerine”, Anadolu Sanatı Araştırmaları, II, İstanbul 1970, s. 135-227; Ara Altun, “Kütahya’da Rüstem Paşa Medresesi Hakkında Notlar”, Sanat Tarihi Yıllığı, İstanbul 1982, XI, 1-11.

Selçuk Mülâyim