AMEL-i FÂSÎ

العمل الفاسي

Mâlikî hukukçularca Endülüs ve Kuzey Afrika’da (özellikle Fas’ta) bilginlerin onayından geçmiş hukuk uygulamaları için kullanılan bir terim.

Mâlikî mezhebinin Batı’daki İslâm ülkelerinde benimsenmesinden sonra, bu bölgelerin sosyal yaşantısının ve buralarda beliren ihtiyaçların göz önüne alınması ile, mezhep içindeki meşhur veya râcih (tercihe elverişli bulunmuş) görüşün terkedilip zayıf görüşe göre hüküm verilmesi metodunun ortaya çıkardığı fıkhî uygulamalar amel adı ile anılır olmuştur. Hüküm verirken önceki uygulamaların dikkate alınması ve onlara özel bir değer verilmesi fikrinin Mâlikî mezhebinin metodolojik esaslarından oluşu noktasından hareketle amelin ve sonraları belirli bir bölgeye has olmasından ötürü bu isimle anılan amel-i Fâsî’nin (el-Amelü’l-Fâsî) köklerini “amel-i ehl-i Medîne”ye bağlama eğilimi (Cîdî, el-ǾÖrf ve’l-Ǿamel, s. 342), işaret edilen noktayla yetinilmek kaydı ile prensip olarak isabetli sayılabilirse de mahiyeti bakımından ikisi arasında bazı temel farklılıkların bulunduğu görülmektedir. Bu hususun aydınlığa kavuşturulabilmesi için amelin gelişim seyrine kısaca göz atmak uygun olur.

Kayrevan’ın Mâlikî mezhebi için yeni bir merkez oluşturmasının ardından, önceki uygulamalara özel bir değer verilmesi fikri İfrîkıyye (Tunus) ve Endülüs bilginleri arasında da yayılmıştı. Fakat çevre ve zaman faktörünün rol oynadığı meselelerde -ister fetva ister yargı görevi üstlenmiş olsun- bilginlerin mezhep içinde meşhur veya râcih olarak bilinen ictihadî hükümlere sıkı sıkıya bağlı kalmayıp zayıf veya şâz da olsa o meseleyi kuşatan şartlara uygun görüşe göre hüküm vermelerini gerekli kılıyordu. İşte bu yönde verilen hükümlere amel adı verildi.

Bu şekilde zayıf görüşlere göre amelin ilk önce Endülüs’te başladığı genellikle kabul edilmekle baraber bunun başlangıç tarihi hakkında kesin bir şey söylemek mümkün görünmemektedir; ancak takriben IV. (X.) yüzyılda başladığını gösteren deliller bulunmaktadır. V. (XI.) yüzyılda ise artık amelin pek çok eserde yer tuttuğu ve hatta özel teliflere konu edildiği görülmektedir. Daha sonra,


Endülüs’teki bu amel geleneğinin Mağrib ahalisi tarafından da benimsenmesi ile, zaman içinde buranın mahallî ihtiyaçlarına uygun olarak verilen fetva ve yargı hükümleri “amel-i Fâsî” adını aldı. Böylece Mağrib’de Endülüs’ten siyasî bağımsızlık sonrasında iki türlü amel ile karşılaşılıyordu: Bunlardan biri “el-amelü’l-mutlak” diye adlandırılan ve belirli bir bölge veya yerin şartları ile kayıtlı olmayan Mâlikî mezhebine uygun mutlak amel, diğeri ise belirli yerlerin şartlarına göre verilmiş hükümler anlamındaki amel olup bu ikincisi hükümde genelleştirilebileceği tasrih edilmedikçe veya o hükmün verilmesindeki âmiller aynen bulunmadıkça başka yerlerde uygulanmaya elverişli sayılmaz (el-amelü’l-Fâsî, el-amelü’s-Sûsî, el-amelü’l-Kayrevân, el-amelü’l-Cebelî gibi). Mağribliler’in Kayrevan amelini değil de Endülüs amelini örnek almaları, Endülüs’ün İfrîkıyye’ye nisbetle daha çok sayıda ve daha güçlü bilginlere sahip olması, Kayrevan’daki Şiî yöneticilere karşılık Endülüs yöneticilerinin Sünnî ve daha âdil olmaları, Endülüs’le Mağrib arasındaki coğrafî yakınlık ve hüküm birliği ile izah edilmektedir. Şu kadar var ki VIII. (XIV.) asırla başlamış olduğunu gösteren bazı karinelere rastlanmakla birlikte amel geleneğinin Mağrib’e geçiş tarihi kesin olarak bilinememektedir. Fakat bunun X. (XVI.) asırdan önce olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır.

Böylece Mağrib’de fıkıh hükümleri iki ana gruba ayrılmış oluyordu. 1. Fıkhü’l-Mâlikiyye el-aslî: Mâlikî mezhebinin el-Muvattaǿ ve el-Müdevvene gibi eserlerde yer alan temel hükümleri (orijinal Mâlikî fıkhı), 2. Fıkhü’l-ameliyyât: Ortaya çıkan ihtiyaçlardan ötürü hâkimlerin râcih ve meşhur görüşe aykırı olan zayıf görüşe uyarak verdikleri hükümler (uygulanan fıkıh).

Zamandan zamana ve bölgeden bölgeye önemli farklılıklar taşıyan Mağrib ve Endülüs’teki amelin en çok yayılmış ve yürürlük kazanabilmiş olanının Kurtuba ameli olduğu anlaşılmaktadır. Tabii bu, Kurtuba amelinin Mağrib bilginleri nezdinde daima mutlak bir bağlılık bulabildiği anlamına gelmemektedir. Mağrib’de ise amel bir şehirden diğerine değişiyordu. Amel-i Fâs Merakeş amelinden, Tlemsen ve Konstantin (Kosentine) ameli Kurtuba ve Fas amelinden pek çok hükümlerde ayrılıyordu. Şu kadar var ki Kurtuba amelinden sonra en fazla şöhrete sahip amel, Fas ameli ile Kayrevan amelidir. Ancak bazı müelliflerin -bazı nâdir meseleler bir yana bırakılırsa- esasen Mâlikî fıkhının bilinen hükümlerini veya her tarafta yaygın olan ameli derledikleri manzum yahut mensur eserlerine kendi beldelerinin adını vermeleri ve konuya mahallîlik rengi katmaları (meselâ Ebû Zeyd Abdurrahman el-Ceştimî’nin Manzûmetü Ǿameli Sûs’u) tenkit edilmiştir.

Amelin bağlayıcı bir hukuk kuralı sayılabilmesi için üç temel şart bulunmaktadır. 1. Amelin hüküm vermede kendisine uyulan bir kişiden sâdır olması. Bir başka deyişle, zayıf veya şâz görüşe göre hüküm veren kişinin mezhebe bağlı ictihad ehliyetini haiz bulunması. 2. Fıkhî meseleleri kavrayabilen ve doğruluğu ile tanınan şahitlerin şahadeti ile böyle bir amelin varlığının sabit olması. 3. Amelin şâz bile olsa şer‘î kurallara aykırı olmaması. Şeyh Miyâre ve Mehdî el-Vezzânî’nin ileri sürdüğü bu üç şarttan başka Ağlâlî manzum olarak belirttiği şartlar arasında, sabit olan amelin yeni olaylara uygulanabilirliğinin kontrolü açısından şu şartları zikretmiştir: a) Amelin zaman ve mekân şartlarının, yani belirli bir zaman veya beldeye uygun amel mi yoksa genelleştirilebilecek amel mi olduğunun bilinmesi, b) Meşhur görüşün terkedilmesi hususunda dayanılan gerekçenin bilinmesi. Bu şart da birincisinde olduğu gibi o amelin uygulanmak istenen yeni olaylara uygun düşüp düşmediğini belirleyebilmek için ileri sürülmüştür.

Kaynaklardaki bilgiler, amelin tesbitinin genelde sözlü rivayet sistemine dayandığını ve bu yüzden amelin gerçek olup olmadığı hususunda bilginlerce kaygı duyulduğunu göstermektedir. Haber-i vâhide kıyasla güvenilir bir âlimin ifadesine dayanılarak amele hukukî değer bağlanabileceği görüşünü savunanların yanı sıra, en az iki üç âlim veya hâkimin böyle bir amelin varlığına dair görüş birliği etmesi şartını ileri sürenler de bulunmaktadır. Avamdan dürüst kişilerin şahadetleriyle amelin sübûtu hususunda ise zamanla ortaya çıkan sakıncalardan ötürü âlimler olumsuz tavır takınmışlardır.

Diğer taraftan bilgisizlik yüzünden yanlış bir kural konması yahut sübjektif mülâhazalara objektivite kazandırılmış olması endişesi de Mâlikî bilginlerini uzun uzadıya meşgul etmiştir. Bu yüzden şâz veya zayıf görüşe göre amel hükmünü verecek kişinin belirli vasıfları haiz olması şart koşulmuş, bu vasıfları taşımayan bilginlerin meşhur veya râcih görüşleri terkedemeyecekleri ısrarla vurgulanmıştır. Amelin şartları ele alınırken amelin gerekçesini oluşturan maslahat* veya örf değişince tekrar meşhur görüşe dönme zorunluluğuna da işaret edilir.

Meşhur veya râcih görüş bir zararın giderilmesi, bir fitne endişesi, bir faydanın sağlanması, zaruret, örf gibi gerekçelere dayanılarak terkedilebilir ve terk gerekçesine uygun olan zayıf görüş alınır. Buna -daha önce belirtildiği üzereamel adı verilir. Ancak bu konuda dikkat edilmesi gerekli bir nokta bulunmaktadır. Muhtasaru Halîl ve Tuhfetü İbn ǾÂsım gibi mezhebin temel fıkıh eserlerinde mutlak olarak “aleyhi’l-amel” (amel buna göredir) dendiği zaman, çok defa bununla örf veya maslahata binaen seçilmiş zayıf görüş değil, mezhepte müctehid bilginlerin kuvvetli buldukları görüş (râcih) kastedilir. Bu, söz gelimi Mâlik b. Enes’ten rivayet edilmiş bazı görüşleri inceleyen mezhep mensubu bir müctehidin meşhur olana aykırı bir görüşü üstün bulması ve niçin onu tercih ettiğini belirtmesi anlamındadır. “Aleyhi amelü Kurtuba” veya “aleyhi amelü Fâs” vb. denildiğinde ise burada söz konusu edilen anlamda amelin, yani şartlara uygun bulunmuş zayıf görüşün kastedildiğine kesin gözüyle bakılabilir.

Yazarlar, amele uygun hüküm vermemenin hâkim için görevden azledilme ve müftü için şûra meclisinden uzaklaştırılma sebebi olabilecek kadar önem taşıdığını ifade ederek amelin söz konusu fıkıh çevrelerindeki etkisine ve bağlayıcılık gücüne işaret ederler. Ancak amel karşısındaki bu olumlu tavır mutlak olmayıp ameli tenkit eden ve onu nasların tahrifi sayacak ölçüde amele karşı çıkan bilginler de bulunagelmiştir. Ancak yukarıda belirtilenler, amelin resmî bir hukuk kaynağı vasfını kazandığını göstermektedir.

Amelin Değerlendirilmesi. İslâm hukuk tarihinin farklı özellikler taşıyan devrelerden geçtiği ve IV. (X.) yüzyıldan itibaren toplum hayatının gerekli kıldığı hukuk faaliyetinin ictihad adı altında ve ictihad prensiplerine göre yürütülemediği bilinen bir gerçektir. Artık sonraki dönemlerin hukuk düşüncesine hâkim olan anlayış, mezhep imamlarının görüşlerinden hüküm çıkarma (tahrîc* faaliyeti) şeklinde kendini göstermektedir. Diğer taraftan halkın gözünde mahkeme kararlarının kaynak olarak bir bakıma yazılı hukuktan daha fazla önem taşıdığını da unutmamak gerekir. Çünkü halk,


davranışını doğrudan doğruya kanuna göre değil kanunun muhtevasının açıklık kazandığı, belirlendiği resmî uygulamaya göre ayarlar. Bu husus göz önüne alındığında toplumda olabildiğince hüküm ve yargı birliğinin sağlanmaya çalışılmasının önemi ortaya çıkar.

Bu açıklamaların ışığında amelin, mesâlih* ve sedd-i zerâî* prensibine en çok önem verme özelliği ile şöhret bulan Mâlikî mezhebi içindeki muhtelif görüşlerin fıkhı yaşanan hayata uyarlama eğilimine sahip Mağrib toplumlarınca ihtiyaçlara en iyi cevap verecek şekilde ayıklanması ve geliştirilmesi sonunda ortaya çıkan uygulamalar olarak nitelendirilmesi herhalde yanlış olmaz. Başlı başına bir ictihad faaliyeti olmamakla beraber bu işin dahi ilmî bir kudrete sahip olmayı gerektireceği açıktır. Nitekim amelin Endülüs’te başlayışı ve o sırada Endülüs’ün hükümleri geliştirmeyi ve mesâlih prensibine göre yönlendirmeyi başarma hususunda en güçlü bilginlere sahip bulunması bunu gösterir.

Ameli Mâlikî fakihlerin üstatlarına aşırı bağlılıklarının ve mezhep taassubunun bir ürünü olarak gören ve bunun Mâlikî mezhebinin donmasına yol açtığını belirten görüşü veya tam aksine ameli Mâlikî bilginlerin fıkhı yaşanan olaylara uyarlamadaki üstün başarısı ve Mâlikî mezhebini sürekli gelişmeye açık tutan bir metot sayan anlayışı mutlak olarak kabul etmek yerine, bu konuyu belli bir dönemden sonra İslâm dünyasında hukukî tefekküre hâkim olan telakki ile bağlantılı olarak incelemek daha uygun olur. Buna göre, ictihad müessesesinin çalışmadığı veya çalışamadığı bir ortam için amelin bir başarı olarak değerlendirilmesi mümkün olmakla beraber fıkhı geliştiren ve ictihad fonksiyonunu karşılayan bir metot olduğunu söyleyebilmek mümkün görünmemektedir.

Şu halde ameli büyük ölçüde “zamanın ve sebeplerin değişmesi ile hükümlerin değişmesi” prensibinin bir tezahürü olarak düşünmek gerekir. Ancak bunun, bazı yazarlar tarafından “fıkhın za‘fiyet dönemi” olarak nitelendirilen (bk. Hacvî, IV, 163 vd.) taklit çağlarının şartları doğrultusunda oluşturulmuş bir metoda göre belirlenen fıkhî uygulamaları ifade ettiği dikkatten kaçırılmamalıdır. Diğer şer‘î delillerle ilişkisine gelince, amelin en önemli dayanağını örfün teşkil ettiği söylenebilir. Her ne kadar konu ile ilgili geniş araştırmasında Cîdî, istihsan* tariflerine yer verdikten sonra amel ile ilgili meselelerin hemen hepsinin bu kabilden olduğunu ifade etmekte ise de verdiği örneklerden, yazarın müctehid için söz konusu olan istihsandan bahsettiği anlaşılmaktadır. Oysa nihaî tahlilde amel, ictihad değil tahrîc faaliyetini yürüten fakihin istihsanı olarak değerlendirilebilir. Bir başka deyişle, fakih bir meselede mezhep içinde iki farklı görüşle karşılaşmakta ve ilk bakışta kuvvetli görünen (râcih, meşhur) görüşü terkedip başka bir delil ile desteklenen zayıf görüşü tercih etmektedir.

Son yıllarda amel tevhid edildiği için belirli mıntıkalara has amelden söz etme imkânı büyük ölçüde ortadan kalkmış, amel bütün Mağrib’i (Fas) kapsayan tek tip uygulamayı ifade eder olmuştur. Zira hâkimlerden, yeni olaylar hakkında Mâlikî mezhebindeki meşhur veya râcih görüşe ya da amele göre hüküm vermeleri istenmiştir. Toplumu çevreleyen şartlar ve örf-âdetler birbirine yakın hale geldiğinden ötürü hâkimlerin mahallî amele dayanmalarına pek gerek kalmamıştır.

Yerinde işaret edildiği üzere ameli belirleyen faktörler arasında örf ve âdetin önemli bir yeri bulunmaktadır. Örfün Mağrib kabilelerinin hukuk hayatında İslâm öncesi ve sonrası oynadığı rol ve geçirdiği safhaların, aynı şekilde Fas’ta bağımsızlık öncesi ve sonrası yargı düzenlemelerinde kabile örflerine gösterilen özel ilginin incelenmesiyle ilginç tesbitlerin ortaya konabileceği anlaşılmaktadır (bu konuda bk. Cîdî, el-ǾÖrf ve’l-Ǿamel, s. 213-261).

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Ferhûn, Tebsıratü’l-hükkâm, Kahire 1301, I, 45-53; Venşerîsî, el-MiyâǾrü’l-muǾreb, Beyrut 1401/1981, X, 47-48; Makkarî, Nefhu’t-tîb, I, 556-558; Sicilmâsî, el-ǾAmelü’l-mutlak, Tunus 1290; Şeyh Miyâre, Şerhu Lâmiyeti’z-Zekkak, Fas 1306; Ebü’l-Abbas Ahmed b. Abdülazîz el-Hilâlî, Nûrü’l-basar, Fas 1309; Abdurrahman b. Abdülkādir el-Fâsî, el-ǾAmelü’l-Fâsî ve hâşiyetühû li-Sicilmâsî, Fas, ts.; Muhammed b. Hasan el-Hacvî, el-Fikrü’s-sâmî fî târîhi’l-fıkhi’l-İslâmî, Medine 1396-97/1976-77, IV, 163-166, 405-411; Vecdi Aral, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, İstanbul 1979, s. 110; J. Berque, Ulémas, Fondateurs, Insurgés du Maghreb, Paris 1982, s. 197-199; a.mlf., “ǾAmal”, EI² (Fr.), I, 440-441; Ömer b. Abdülkerîm el-Cîdî, el-ǾÖrf ve’l-Ǿamel fi’l-mezhebi’l-Mâlikî ve mefhûmühümâ ledâ ulemâǿi’l-Magrib, Rabat 1404/1984, s. 213-261, 337-511; a.mlf., “Eserü’l-Kādî İyâz fî fıkhi’l-Ǿameliyyât”, Nedvetü’l-İmâm Mâlik: Devretü’l-Kādî İyâz, Rabat 1404/1984, I, 7, 129; Abdülazîz Benabdellah, MaǾlemetü’l-fıkhi’l-Mâlikî, Beyrut 1983, s. 274.

İbrahim Kâfi Dönmez