ALİ EVLÂDI

أولاد علي

Hz. Ali’nin çocukları ve torunları.

Hz. Ali’nin çocukları konusunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Genel olarak on dört oğlu ve on yedi kızı bulunduğu (bk. Taberî, V, 153-155) belirtilmekle birlikte erkek çocuklarının on yedi, kızlarının ise on sekiz (bk. Ya‘kūbî, II, 213), yahut küçük yaşta ölen Muhsin (Muhassin) hariç erkeklerin on dört, kızların da on dokuz olduğunu bildiren rivayetler de vardır (bk. İbn Sa‘d, III, 19-20). Bu arada on bir oğlu ve on altı kızının bulunduğu da nakledilen haberler arasındadır (bk. Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 274). Hz. Ali’nin çocuklarını annelerine göre şöylece sıralamak mümkündür: 1. Yaşadığı müddetçe üzerine başka bir kadınla evlenmediği eşi Hz. Fâtıma’dan Hasan, Hüseyin, küçük yaşta ölen Muhsin, (büyük) Zeyneb ve (büyük) Ümmü Külsûm. 2. Ümmü’l-Benîn bint Hızâm’dan Abbas, Ca‘fer, Abdullah ve Osman. Bunların hepsi Kerbelâ’da öldürülmüş olup sadece Abbas’ın nesli devam etmiştir. 3. Leylâ bint Mes‘ûd b. Halîl’den Ubeydullah ve Ebû Bekir. Hişâm b. Muhammed’e göre her ikisi de Kerbelâ’da öldürülmüştür. Muhammed b. Ömer ise Ubeydullah’ın Muhtâr es-Sekafî tarafından öldürüldüğünü, ikisinin de neslinin devam etmediğini belirtmektedir (bk. Taberî, V, 154). 4. Havle bint Ca‘fer b. Kays’tan Muhammed b. Hanefiyye (Muhammed el-Ekber). 5. Esmâ bint Umeys el-Has‘amiyye’den Yahyâ ve Muhammed el-Asgar. Her ikisinin de nesli devam etmemiştir. Aralarında Vâkıdî’nin de bulunduğu bazı tarihçilere göre Muhammed el-Asgar Hz. Ali’nin bir câriyesinden doğmuş ve ağabeyi Hüseyin’le birlikte Kerbelâ’da öldürülmüştür. 6. Ümmü Habîb bint Rebîa’dan Ömer ve Rukıyye. Ömer seksen yaşına kadar yaşamış ve Yenbû‘da vefat etmiştir. 7. Ümâme bint Ebü’l-Âs’tan Muhammed el-Evsat. 8. Ümmü Saîd bint Urve’den Ümmü’l-Hasan ve (büyük) Remle. 9. İsimleri bilinmeyen diğer zevcelerinden Ümmü Hânî, Meymûne, (küçük) Zeyneb, (küçük) Remle, (küçük) Ümmü Külsûm, Fâtıma, Ümâme, Hatice, Ümmü’l-Kirâm, Ümmü Seleme, Ümmü Ca‘fer, Cümâne ve Nefîse. Taberî’nin Vâkıdî’den naklettiğine göre Hz. Ali’nin nesli oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Abbas ve Ömer yoluyla devam etmiştir (bk. Taberî, V, 155).

Muhtelif Şiî gruplar Hasan, Hüseyin ve bir süre için Muhammed b. Hanefiyye’ye ve bunların evlâdına biat ettiler. Hemen bütün Şiî zümrelerin ortak kanaatine göre Ali neslinden gelen imamların hilâfeti nasla tayin edilmiş olup Hz. Peygamber adına İslâm ümmetinin meşrû idarecileridir. Müslüman çoğunluğunun biat ettiği diğer halifeler ise “gasıp” durumundadır. Muhammed b. Hanefiyye ve oğlu Ebû Hâşim istisna edilirse ilk Ali evlâdının aşırılarla ilgilerinin bulunmadığı ve onların görüşlerini tasvip etmediği görülür. Bununla beraber mutedil Şiî zümreler tarafından kendi adlarına istenen haklara ve iddia edilen hususlara da karşı çıkmamışlardır. Aslında onların halifelik konusundaki düşünceleri babaları Ali’den intikal etmiştir. Zira Peygamber ölüm döşeğinde iken onun, amcası Abbas’la yaptığı konuşmadan (bk. İbn Sa‘d, II, 245-247) hilâfeti sadece kendilerine ait bir hak olarak düşündüğü anlaşılmaktadır. İlk halife Ebû Bekir’e biat ederken de hilâfette hak sahibi oldukları halde kendileriyle istişare edilmediğini açıkça belirtmiştir (bk. Belâzürî, I, 582). Abbâsîler devrinde Halife Mansûr’a karşı Medine’de isyan eden en-Nefsüzzekiyye Muhammed b. Abdullah’ın adı geçen halifeye yazdığı mektupta da (bk. Taberî, VII, 567) bu husus açıkça ortaya konulmaktadır. Özellikle Şiî eğilimli şairlerden Kümeyt’in Hâşimiyyât’ı, Muhammed b. Hanefiyye’nin imâmet ve mehdîliğini savunan Küseyyir’in şiirlerinde görülen Ali evlâdı ile ilgili motifler, I. yüzyılın sonu ile II. yüzyılın başlarında mutedil Şiî çevrelerde yaygın olan düşünce ve hisleri aksettirmektedir.

Ali evlâdının pek çoğu felâketlere mâruz kalmış ve sıkıntılı bir hayat yaşamışlardır. Hz. Hasan babasından sonra yürüttüğü hilâfet görevinden Muâviye b. Ebû Süfyân lehine feragat etti. Bir müddet sonra karısı Ca‘de bint Eş‘as tarafından zehirlenerek öldürüldü (bk. Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb, III, 5-6; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, s. 73). Hz. Hüseyin ise yakınları ile birlikte Kerbelâ’da Emevî ordusu tarafından şehid edildi.

Hz. Hasan neslinden gelen ve halifelik iddiasında bulunan pek çok kişi devrin hâkim idarecileri tarafından en sert şekilde cezalandırılmıştır. 145 (762) yılında Medine’de isyan eden en-Nefsüzzekiyye’den başka Basra’da kardeşi İbrâhim (169/785-86) ve aynı dönemde Mekke’de Hüseyin b. Ali, Irak’ta Muhammed b. Tabâtabâ (199/814-15) ve aynı devrede Medine’de Muhammed b. Süleyman, ayrıca Basra’da Ali b. Muhammed, Yemen’de İbrâhim b. Mûsâ (bk. İbnü’l-Esîr, VI, 305), Taberistan’da Muhammed b. Zeyd (281 / 894) ve Hasan b. Ali (301 / 913-14) isyan edenlerden bazılarıdır.

Zühd ve takvâca diğerlerinden üstün olan Hüseyin neslinin ise daha az isyan ettiği görülmektedir. Onlar Kerbelâ Vakası’ndan sonra daha ziyade pasif kalarak merkezden uzak Mekke ve Medine gibi beldelerde yaşamayı tercih etmişler ve bu tavrın takıyye*ye daha uygun olduğunu savunmuşlardır. Zeynelâbidîn’in oğlu Zeyd 122 (740) yılında halkın hoşlanmadığı Emevî hilâfetine karşı isyan etti, fakat hareketi en sert şekilde bastırılarak öldürüldü. Daha sonra oğlu Yahyâ da aynı âkıbete mâruz kaldı (126 / 744). Muhammed Bâkır ve oğlu Ca‘fer es-Sâdık ilimle meşgul olmuşlar, herhangi bir isyana karışmamışlardır. Bu


son imamın vefatını müteakip oğulları İsmâil ile Mûsâ Kâzım’ın imâmeti konusunda Şiî cemaati arasında görüş ayrılığı çıktı. İsmâil adına başlatılan hareket, İsmâiliyye adıyla onun evlâtları ve bunların taraftarları vasıtasıyla devam ettirildi. Daha sonra kuvvetlenen bu hareket Kuzey Afrika ve Mısır’da üç asır kadar devam eden Fâtımî hilâfetini kurmaya muvaffak olmuştur. Mûsâ Kâzım’dan sonra gelen Ali er-Rızâ Muhammed el-Cevâd, Ali el-Hâdî Hasan el-Askerî ve on ikinci imam Muhammed el-Mehdî’nin Abbâsîler’e karşı bir isyana katılmamalarına rağmen hareketleri daima dikkatle takip edilmiştir. Bu arada Ali evlâdına karşı Abbâsî halifelerinin tutumlarının da farklı olduğu belirtilmelidir. Meselâ Me’mûn’un Ali er-Rızâ’yı kendisine halef gösterecek kadar yapıcı tutumuna karşı haleflerinin, özellikle Mütevekkil’in Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’daki türbesini yıkıp yerle bir edecek derecede düşmanlık gösterdiği bilinmektedir. Muhammed el-Mehdî’den sonra İŝnâǾaşeriyye adını alan bu fırka uzun müddet siyasî olmaktan çok, kaybolan imamı bekleyen ve onun dönüşü ile dinî ve siyasî emellerini gerçekleştirmeyi uman bir zümre durumunu korumuştur. Bu arada Şîa içinde Büveyhîler gibi bazı hânedanların tam bağımsızlık için çare bulamadıklarından Abbâsî hilâfetini kabul etmek zorunda kaldıkları da tarihî bir gerçektir.

Hz. Ali ve Fâtıma’nın çocuklarından Hasan’ın nesli şerif, Hüseyin’in nesli ise seyyid unvanlarıyla günümüze kadar devam etmiş ve çeşitli İslâm ülkelerine yayılmışlardır. Abbâsî halifesi Hârûnürreşîd devrinde seyyid ve şeriflerin yeşil sarık sarmaları kuralı konmuştu. Me’mûn ise Ali er-Rızâ’yı kendisine halef seçtiği zaman Abbâsî rengi olan siyahı terkederek ona yeşil sarık giydirmişti. Osmanlılar devrinde şerifler yeşil, seyyidler ise sarı sarık sararlardı. II. Bayezid zamanında geliştirilen nakîbüleşraf*lık müessesesi Ali evlâdının şecerelerini araştırmak, kaydetmek ve bu konuda sahte nisbet iddiasında bulunanları cezalandırmakla ilgilenmiştir. Seyyid veya şerifliği tasdik edilen kişi sarığını ömür boyu giymek zorunda idi. Bir suç işlediği zaman önce sarık çıkarılır sonra ceza uygulanırdı (ayrıca bk. SEYYİD, ŞERİF).

Ali evlâdına mensup olduklarını iddia eden şahıslar tarafından kurulan büyük küçük pek çok hânedan vardır. Bunlar arasında İdrîsîler (Kuzey Afrika, 789-974); Ressîler (Yemen, 897-1300); Zeydîler (Taberistan, 864-928); Fâtımîler (İfrîkıyye ve Mısır, 909-1171); Hammûdîler (Kurtuba ve Malaka, 1016-1057); Sa‘dîler (Kuzey Afrika, 1509-1658) ve Filâlîler (Kuzey Afrika, 1075/1664’ten zamanımıza kadar) zikredilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, II, 245-247; III, 19-20; Ya‘kūbî, Târîh, II, 213; Belâzürî, Ensâb, I, 582; Dîneverî, el-Aħbârü’ŧ-ŧıvâl (nşr. Abdülmün‘im Âmir), Kahire 1960 → Bağdad, ts. (Mektebetü’l-Müsennâ), s. 216-221, 243-251; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), V, 153-155; VII, 567; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Abdülhamîd), III, 5-6, 70-71, 217-219; a.mlf., et-Tenbîh, s. 274; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Meķātilü’t-tâlibiyyîn (nşr. Ahmed Sakr), Kahire 1949 → Beyrut, ts. (Dârü’l-Ma‘rife), s. 46-77, 78-122, 127-151, 152-158, 179-229, 561-572; Shaykh al-Mufid, Kitab al-İrshad (trc. I. K. A. Howard), London 1981; İbn Hazm, Cemhere, s. 37-67; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 397-398; VI, 305; AǾyânü’ş-Şîǿa, I, 326-327; Necdet Sakaoğlu, “Seyyidlik Sarığı Sarmak”, TT, sy. 5 (1985), s. 107-108; Cl. Huart, “Ali Evlâdı”, İA, I, 319-320; B. Lewis, “Alīds”, EI² (İng.), I, 400-403; W. Kadi, “Alāwī”, EIr., I, 804-806.

Mustafa Öz