ÂL-i ABÂ
آل العباء
Hz. Peygamber’i ve yakın akrabasından belli kişileri ifade eden, daha çok Fars ve Türk edebiyatında kullanılan bir tabir.
Sünnî ve Şiî hadis kitaplarında yer alan bir rivayete göre, Hz. Peygamber Ümmü Seleme’nin evinde iken, “Ey Ehl-i beyt! Allah kusurlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak ister” (el-Ahzâb 33/33) meâlindeki âyet nâzil olmuş, bunun üzerine Peygamber Hz. Ali’yi, Fâtıma’yı, Hasan ve Hüseyin’i abâsının altına alarak, “Allahım, benim ehl-i beytim işte bunlardır; bunların kusurlarını gider, kendilerini tertemiz yap!” diye dua etmiştir. Bunu gören Ümmü Seleme “Yâ Resûlellah! Ben de onlarla beraber miyim?” diye sormuş, Resûlullah da, “Sen yerinde dur, sen zaten hayırla birliktesin” cevabını vermiştir (Tirmizî, “Tefsîr”, 4; “Menâkıb”, 32, 60; Müsned, IV, 107). Konuyla ilgili rivayetlerde -Taberî’nin bir rivayeti hariç (bk. Tefsîr, XXII, 7)- umumiyetle kisâ kelimesi geçtiği ve buna bağlı olarak ehl-i kisâ demek icap ettiği halde edebiyatta Âl-i abâ, Ehl-i abâ tabirleri meşhur olmuştur. Hz. Peygamber’le birlikte abâya bürünenlerin sayısı beş olduğundan bunlar Hamse-i Âl-i abâ, Pençe-i Âl-i abâ diye de anılmışlardır. Şîa telakkisine göre Âl-i abâ’ya dahil olan fertler aynı zamanda Ehl-i beyt’i teşkil etmektedir. Bunların tesbiti açısından konunun mübâhele* olayı ile de ilgisi vardır. Hz. Peygamber, Necranlı hıristiyan heyetiyle yaptığı münazara sırasında nâzil olan âyetin (bk. Âl-i İmrân 3/61) gereğini yerine getirmek üzere, heyet üyelerine yalancı ve haksız olan tarafa beddua etmeyi teklif etmiş ve Necranlılar’ın kabul etmekten çekindiği bu teklife en yakın akrabasıyla katılmaya hazırlanmıştır. Bu yakın akraba Hasan, Hüseyin ve Fâtıma’dan ibarettir. Konuyla ilgili rivayetlerin çoğunda bunların arasında Hz. Ali’nin ismi geçtiği halde, Taberî’nin Cerîr-Mugıre-Âmir yoluyla naklettiği rivayette Ali zikredilmemektedir (bk. a.e., III, 211). Taberî’nin diğer bir rivayetinde kaydedildiğine göre, hadisin râvilerinden olan Cerîr, söz konusu olayda Hz. Ali’nin de Peygamber’in yakınları arasında yer aldığı hususunun herkesin paylaştığı bir kanaat olduğunu Mugıre’ye hatırlatmış, o da şöyle cevap vermiştir: “Hadisi bana nakleden Şa‘bî Ali’nin adını anmamıştır;
bunun sebebi Emevîler’in Ali hakkındaki menfi kanaatleri midir, yoksa nakledilen hadis metninde hakikaten Ali’nin adının geçmemiş olması mıdır, bilmiyorum”.
Sünnî âlimler Âl-i abâ ile ilgili rivayetleri umumiyetle sahih kabul etmekle beraber Şiîler’in bu rivayetlerden çıkarmak istedikleri bazı sonuçları reddetmişlerdir. Şiîler, Ehl-i beyt’in beş kişilik Âl-i abâ’dan ibaret olduğuna inanırlar. Sünnîler ise Peygamber’in zevcelerinin, kızlarının, hatta Selmân-ı Fârisî’nin de Ehl-i beyt’e dahil olduğu kanaatindedir. Yine Şiîler Hz. Peygamber’in yapmış olduğu dua sayesinde Âl-i abâ’nın günahtan korunduğunu iddia ederler; halbuki Sünnîler peygamberlerden başka hiç kimsenin mâsum olamayacağına inanırlar. Şiîler bu hadiseye dayanarak Hz. Ali’nin Peygamber’den sonra insanların en faziletlisi ve halife olmaya en lâyık kimse olduğunu ileri sürerler. Sünnî âlimler ise genel olarak dört halifenin fazilet derecelerinin hilâfete geliş sırasına göre düşünülmesinin gerektiğini savunurlar.
Şiîlik’te Âl-i abâ’ya bu derece önem verilmesi, konunun aşırı uçlar tarafından tehlikeli bir şekilde istismar edilmesine ve etrafında bazı bâtıl inançların vücuda gelmesine yol açmıştır. Şiîler çok erken bir tarihte Âl-i abâ’yı kutsîleştirmiş, daha sonra bazı mutasavvıflar da aynı görüşü paylaşmıştır. Hatta bazı Bâtınî ve Hurûfîler Âl-i abâ’yı bir el şeklinde resmetmişler, bunun orijinal harfleriyle (الله) lafzının remzi olduğuna inanmışlar ve “Nâm-ı Ahmed nüsha-i îcâda bismillâhtır/Pençe-i Âl-i abâ ayniyle bir Allah’tır” demişlerdir. El şeklindeki Hamse-i Âl-i abâ’ya dinî mahiyetteki bazı İran sancaklarında da rastlanmaktadır. Yezîd’i lânetlemek ve Âl-i abâ’yı tebcil etmek için bahis konusu zümrelerin muhabbetnâme, selâmnâme ve destan adıyla yazdıkları manzumelerde de sık sık Âl-i abâ tabirine rastlanır.
Ehl-i sünnet âlimleriyle şeriata bağlımutasavvıflar, Âl-i abâ anlayışının Şiî zümreler arasında aldığı şekli tasvip etmemiş, hatta ona cephe almışlardır. Fakat bir kısım mutasavvıfların Şiîlik’ten kaynaklanan bu telakkinin etkisinde kaldıkları da bilinen tarihî bir gerçektir (ayrıca bk. EHL-i BEYT).
BİBLİYOGRAFYA:
Müsned, IV, 107; Müslim, “Fezâǿilü’s-sahâbe”, 61; Tirmizî, “Menâkıb”, 32, 60, “Tefsîr”, 4; Taberî, Tefsîr, III, 211-213; XXII, 7; İbnü’l-Mutahhar el-Hıllî, Minhâcü’l-kerâme (Minhâcü’s-sünne içinde, nşr. Muhammed Reşâd Sâlim), Kahire 1382/1962, I, 151-152; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, Bulak 1321-22, IV, 2025; Pakalın, I, 1-2; Elmalılı, Hak Dini, VI, 3892; Ö. Rıza Doğrul - M. Şakir Ülkütaşır, “Âl-i abâ”, İTA, I, 249-251; I. Goldziher - C. van Arendonk - A. S. Tritton, “Ahl al-bayt”, EI² (İng.), I, 257-258; H. Algar, “Al-e aba”, EIr., I, 742.
Süleyman Uludağ