AKABE

العقبة

Allah’a giden yolda sâlikin önüne çıkan aşılması güç engelleri ifade etmek için kullanılan bir tasavvuf terimi.

Sözlükte “sarp yol, dağdaki aşılması zor dik geçit” anlamına gelen akabe, Kur’ân-ı Kerîm’de mecazi olarak köle âzat etmek, bir yetim veya yoksulu doyurmak; mümin, sabırlı ve haktan yana kimselerden olmak gibi faziletler için kullanılmıştır (bk. el-Beled 90/11-14). Kur’an insanı, kendisine birçok nimetler verilmiş olmasına rağmen, neticesi hayır olan bu sarp ve dik yokuşu tırmanarak faziletler kazanma çabasını göstermediği için kınamıştır.

Mutasavvıflar Kur’an’da geçen akabe kelimesini, “maksada ulaşmak için aşılması, yok edilmesi gereken tabii engeller ve nefsânî bağlar” olarak yorumlamışlardır. İbrâhim b. Edhem, bir kimsenin sâlih kişiler derecesine çıkabilmesi için refah, izzet, rahatlık, uyku, zenginlik, tamah kapılarını kapatıp sıkıntı, zillet, cehd, uykusuzluk, fakirlik, ölüme hazırlık kapılarını açmaktan ibaret olan “altı akabe”yi aşması gerektiğini söyler. İbnü’l-Arabî’ye göre sûfî ile muradı olan hak arasında sarp ve dik bir yokuş vardır. O, tabiat itibariyle bu yokuşun alt tarafındadır. Zirveye çıkmak için bu dik yokuşun aşılması gerekir. Tepe noktasına çıkılıp öte tarafına bakılınca artık bir daha geri dönülemez; çünkü dönülmesi imkânsız bir noktaya ulaşılmıştır. Sûfîlerin, “Dönen yoldan döner, eren dönmez” sözü bu makam için söylenmiştir. Bu tepe noktası “işrâf” ve “ıttılâ” makamıdır.

Halvetiyye tarikatında nefsin emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziyye, marziyye ve kâmile sıfatları onun akabeleri kabul edilir. Bu yedi akabe lâilâhe illallah, Allah, hû, hak, hay, kayyûm, kahhâr zikriyle aşılır ve her akabe safhasında bir nur tecelli eder. Bu nurlar sırasıyla şöyledir: Mavi, sarı, kırmızı, siyah, yeşil, beyaz ve renksiz.

“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” (el-Fâtiha 1/5) âyetinde, “Yalnız sana ibadet ederiz” şeriata “Yalnız senden yardım dileriz” hakikate işaret eder. Şeriata, “faydalı ilim” ve “ihlâslı amel” akabeleri geçilerek ulaşılır. “Yalnız sana ibadet ederiz”deki akabeleri geçmek için, çocuğu sütten keser gibi organları şeriata aykırı işlerden, nefsi kötü alışkanlıklardan, sırrı tabiatın bulanıklığından, aklı vehim ve hayalden, ruhu mâsivâdan arındırmak gerekir. Hakikate ise yedi akabe geçilerek ulaşılır: Birinci akabeden ihlâslı niyet, ikincisinden hikmet, üçüncüsünden ledünnî bilgiler, dördüncüsünden melekûttaki münâcâtlar, beşincisinden kurbiyet makamındaki nurlar, altıncısından sevgi halindeki müşahedenin ışıkları görünür. Yedinci akabeyi aşanlar kutsiyet gülistanına konarlar. Burası fenâ ve mahv makamıdır. Bazı kaynaklarda ilim, tövbe, alâik (dünya, nefis, şeytan), avârız (rızk, tehlike, kazâ, musibet), bâis (havf-recâ), kādih (ucb-riya), hamd ve şükürden ibaret yedi akabeden söz edilir.

Akabeler, Gazzâlî’nin Risâletü’t-tayr’ından sonra Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında oldukça geniş ve edebî bir üslûpla işlenmiştir. Ancak Attâr akabe yerine vâdi terimini kullanmıştır. Ona göre Allah’a vâsıl olmak, ancak son derece zor ve tehlikeli olan aşk, mârifet, istiğnâ, tevhid, hayret, fakr ve fenâ vadileri aşıldıktan sonra mümkündür. Sâlikin sadece Allah’ı görmesi ve mâsivâyı görmemesi makamına cem‘ adı verilir. Bu halden sonra fark-ı sânî denilen ve yaratıcıyı yaratıcı, yaratılmışı da yaratılmış olarak görme ve ikisini birbirinden ayırma hali gelir. En değerli ve en yüce hal budur. Ancak fark-ı sânîye ulaşmaya genellikle cem‘ hali engel olduğundan buna akabetü’l-cem‘ denilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Sülemî, Tabakāt, s. 38; Gazzâlî, Risâletü’t-tayr (MecmûǾatü’r-resâil içinde), Beyrut 1406/1986, s. 47-53; İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, IV, 107-108; Attâr, Mantıku’t-tayr (nşr. Cevad Şekûr), Tahran 1962; Gümüşhânevî, CâmiǾu’l-usûl, İstanbul 1276, s. 76; Sâdık Vicdânî, Tomar-Halvetiyye, s. 35; Abdülmün‘im el-Hifnî, MuǾcemü mustalahâti’s-sûfiyye, Beyrut 1400/1980, s. 185.

Süleyman Uludağ