AHADİYYET

الأحديّة

Bütün isim ve sıfatlardan mücerret olarak Allah’ın zâtının tek ve bir olduğunu ifade eden terim.

Mutasavvıflara göre isim, sıfat, nisbet ve taayyünlerden hiçbiri söz konusu olmaksızın, bunların varlıkları kesinlikle dikkate alınmaksızın ilâhî zâta ahad (tek , eşsiz, bir) ismi nisbet edilmiştir; ahadiyyet ise O’nun bu eşsizliğini ve tekliğini ifade eden bir sıfattır. Ahadiyyet, daha mükemmeli tasavvur edilemeyen birlik, ezelî ve ebedî tekliktir. Bu mânadaki “bir”i (ahad) bilen de yoktur. Zira duyularla idrak edilmeyen ve hiçbir sıfatla nitelendirilmeyen bir varlığın bilinmesi mümkün değildir. “Bilme” bir süje ve obje ilişkisidir; bu ilişkide “bilen”, “bilinen” ve “bilme” fiilinin varlığı söz konusudur. Bu ise çokluk (kesret) demektir ve sözü edilen birlik fikrine aykırıdır. Ahadiyyet mertebesinde “bilen”, “bilinen” ve “bilme” aynı şey olup bu da zât-ı ulûhiyyetten ibarettir. Mutasavvıflar bu makamı anlatmak için, “Bir’i ancak ‘bir’ bilir, onu O’ndan başkası bilmez” demişlerdir.

Allah’ın birliğini vahdet terimiyle ifade eden mutasavvıflar vahdetin bir yönüne ahad*, öbür yönüne vâhid* derler. Dolayısıyla vahdet, ahadiyyetle vâhidiyyet arasında yer alır. Önce ahadiyyet, daha sonra vahdet ve vâhidiyyet mertebeleri gelir. Ancak her üçü de ezelî olduğundan burada sözü edilen öncelik-sonralık zamanla ilgili değil, aklî ve itibarîdir. Ahadiyyete lâ-taayyün (belirsizlik), vahdete taayyün-i evvel, vâhidiyyete de taayyün-i sâni denilir. Ahadiyyet Allah’ın zâtını zâtıyla bilme mertebesidir; burada diğer şeylerin bilgisine yer yoktur. Vahdet zâtını, sıfatlarını ve bütün varlıkları -ayırım söz konusu olmaksızın- kül halinde, vâhidiyyet ise vahdette küllî olarak bildiği şeyleri cüz’î yani ayrıntılı olarak bilme mertebesidir.

Bütün bunlardan sonra denebilir ki ahadiyyet gerçek, aşkın (müteâl), eşsiz ve yüce birliği ifade etmektedir. Bu şekilde mutlak bir tenzihe ulaşabilmek için Allah’ı müsbet sıfatlardan çok menfi (selbî) sıfatlarla nitelemek gerekir. Çünkü müsbet sıfatlar, bir anlamda tarif ve tahdit ifade eder; ayrıca onlar bizim Allah hakkındaki sübjektif tasavvurlarımızdır. Selbî sıfatlarda ise böyle bir şey söz konusu değildir; bu bakımdan mutlak bir tenzihe ulaşmak selbî sıfatlarla mümkün olmaktadır. O halde bu “bir”, bizce niteliği bilinmeyen (mechûlü’n-na‘t) ve kendisine hiçbir şekilde işaret edilemeyen (münkatiu’l-işârât) birdir. Bilinemez olduğu için ona sırrü’s-sır, gaybü’l-gayb, gayb-ı mutlak, gayb-ı hüviyyet, amâ-i mutlak da denilmiştir. Bu tam anlamıyla bir bilinemezlik (agnostizm)dir. Çünkü ahadiyyetin üzeri ululuk (celâl) ve yücelik (teâlî) perdesiyle öyle sıkı bir şekilde örtülmüştür ki onu bilmek ve tanımak imkânsızdır. Onu böyle bilmek mârifettir. Bütün gerçeklerin kaynağı olduğu için bu “bir”e hakîkatü’l-hakaik, varlıkların menbaı olduğu için hazret-i cem‘ ve hazret-i vücûd, basit olduğu için de zât-ı sâzîce (saf benlik) adı verilmiştir.

Zât-ı baht ve zât-ı sırf mertebesi olan ahadiyyete hiçbir sıfat verilemez, hiçbir şey izâfe ve nisbet edilemez, ona mutlak sıfatı dahi verilemez; çünkü ona mutlak demek, onu mutlaklık kaydı altına almaktır. Halbuki o, mutlaklık da dahil olmak üzere her türlü kayıttan münezzeh ve mukaddestir. Aslında bu mertebe karşısında yapılacak en doğru şey susmaktır.

İbnü’l-Arabî ahadiyyeti ikiye ayırarak birine ahadiyyetü’z-zât veya ahadiyyetü’l-ayn, diğerine ahadiyyetü’l-kesret, ahadiyyetü’t-temyîz, ahadiyyetü’l-cem‘, ahadiyyetü’l-esmâ gibi adlar verir. Biraz önce bahis konusu edilen, ahadiyyetü’l-ayndır. İbnü’l-Arabî, İhlâs sûresinden mülhem olarak böyle bir ahadiyyet anlayışına ulaşmıştır. Tasavvufta esas olan ahadiyyet de bundan ibarettir. Ayrıca, “... Rabbine kullukta hiçbir kimseyi (ahadi) ortak koşmasın” (el-Kehf 18/110) meâlindeki âyete dayanarak da her şeyin bir ahadiyyeti bulunduğunu ileri sürmüş ve buna ahadiyyetü’l-kesret (çokluktaki birlik) adını vermiştir. Abdülkerîm el-Cîlî’ye göre, “Bir insan sırf kendi benliğini dikkate alarak düşünür ve tefekkürünü bunun dışında hiçbir şeye çevirmezse, bu onun ahadiyyeti olur”. Aynı şekilde bir duvar taş, toprak, kum ve kireç gibi unsurlardan meydana gelir, ancak duvar başka, bu maddeler başkadır; o halde duvarı duvar yapan onun ahadiyyeti, yani bu maddelerin oluşturduğu birliktir. Bir mimari eser ve bir tablo ancak böyle bir birlik sayesinde vücut bulur. Bu mânada birlik nizam ve âhenk demektir. İbnü’l-Arabî, “Zât-ı kibriyâya sadece ahadiyyetü’l-ayn (saf birlik) nisbet edilir, ancak Allah ism-i celîli için hem ahadiyyetü’l-ayn, hem de ahadiyyetü’l-kesret bahis konusudur” diyor. Yani Allah için -selbî sıfatları nazarı itibara alındığı takdirde- zâtı itibariyle ahadiyyetü’l-ayn, isimleri (sübûtî sıfatları) itibariyle de ahadiyyetü’l-kesretten söz edilebilir. Ayrıca âlemde var olan birliğe de ahadiyyetü’l-kesret denir. Çünkü bu anlamda ahadiyyet her varlığı kuşatır. Varlıkları içten birbirine bağlayan ve bir birlik teşkil etmelerini sağlayan bu ahadiyyettir. Ahadiyyetin Allah’a münhasır olması için kula çokluk nisbet edilmiş olmakla birlikte ona da bir çeşit ahadiyyet verilmiştir. Bu sayede insan ahadiyyeti tadarak (zevken) bilir ve bu bilgisiyle Allah’ın ahadiyyetini anlar. Zira “bir”in birliği çokluğun varlığıyla bilinir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Arabî, Fusûsü’l-hikem, Kahire 1946, s. 90, 105, 200; a.mlf., el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, I, 104; III, 560; Muhammed el-Ferganî, Müntehe’l-medârik, İstanbul 1293, I, 7; Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil, İstanbul 1300, I, 35; Şirvânî, Tefsîru sûreti’l-İhlâs,, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 628/10, vr. 123-127; Tehânevî, Keşşâf, “amâ” md.; Abdullah Bosnevî, Fusûs Tercümesi, İstanbul 1252, I, 20; İsmail Fennî, Vahdet-i Vücûd ve İbn-i Arabî, İstanbul 1928, s. 15; İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul 1341-43/1339-40 r., II, 180; Ebü’l-Alâ Affifi, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 49-50; el-MuǾcemü’s-sûfî, “Vâhid” md.

Süleyman Uludağ