ABDULLAH b. ÖMER b. HATTÂB

عبد الله بن عمر بن الخطاب

Ebû Abdirrahmân Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb el-Kureşî el-Adevî (ö. 73/692)

Hz. Ömer’in oğlu, en çok hadis rivayet eden, en çok fetva veren yedi sâhâbîden ve abâdile*den biri.

İbn Ömer diye de anılan Abdullah, nübüvvetin üçüncü yılında Mekke’de doğdu. Hz. Peygamber’in zevcesi Hafsa ile ana baba bir kardeştir. Babasıyla birlikte müslüman oldu, yine onunla birlikte Medine’ye hicret etti. Babasından önce hicret ettiği de rivayet edilmektedir. On üç yaşında iken Uhud Savaşı’na katılmak istedi; fakat Hz. Peygamber henüz çok genç olduğunu söyleyerek izin vermedi. Bedir Savaşı’na da aynı sebeple kabul edilmediği rivayet edilir. On beş yaşına girince Peygamber’in izniyle Hendek Savaşı’na katıldı. Bey’atürrıdvân*da, Hayber ve Mekke fethi ile Huneyn Gazvesi’nde bulundu. Ayrıca Suriye ve Irak fetihlerine, Yermük ve Nihâvend savaşlarına, Mısır’ın fethine katıldı. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin de bulunduğu İstanbul seferine (49/669) iştirak eden Abdullah (bk. Taberî, V, 232; el-Kâmil, III, 459), müslümanlar arasında çeşitli fitnelere yol açan savaşlardan ve hadiselerden hep uzak durmuştur. Hz. Ali’ye ve Yezîd b. Muâviye’ye herkes biat edip de icmâ* meydana geldikten sonra biat etmesi, onun siyasî olaylar karşısındaki temkinli tavrını gösterir. Bununla beraber Hz. Ali’nin yanında onun muhalifleriyle (el-fietü’l-bâğıye) savaşmadığı için hayatının son döneminde pişmanlığını belirtmiştir (bk. el-İstî‘âb, II, 345). Haccâc’a karşı savaşmadığından dolayı da böyle bir pişmanlık duygusuna kapıldığı rivayet edilir (bk. A‘lâmü’n-nübelâǿ, III, 232). Babasının, hilâfet yükünü Ömer ailesinden


bir kişinin omuzlamasını yeterli görmesi ve kendisinden sonraki halifeyi seçecek heyette oğlunun sadece müşavir sıfatiyle bulunup halifeliğe talip olmaması konusundaki tavsiyesine uydu. Esasen oğlunun uysal karakterini iyi bilen Hz. Ömer, onu hilâfet gibi ağır bir sorumluluğu gerektiren görevi taşıyacak güce sahip bulmamıştı (bk. el-Kâmil, III, 65-66). Nitekim Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra halife olması için teklifler almış, Hakem Vak‘ası’nın cereyan ettiği gün Hz. Ali ve Sa‘d b. Ebû Vakkas gibi adaylara rağmen, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî tarafından en uygun halife adayı olarak gösterilmiş ve Yezîd b. Muâviye’nin ölümünden sonra da büyük bir çoğunluk tarafından halife olması istenmiştir; fakat o muhalifleri üç kişi bile olsa, bu yüzden kan dökülmesine razı olamayacağını söyleyerek bu teklifleri reddetmiştir. Ayrıca, Hz. Ali’nin kendisini Şam valiliğine tayin etme hususundaki ısrarlarına rağmen bu görevi de kabul etmemiştir. L. Veccia Vaglieri, Abdullah b. Ömer’in hilâfet konusundaki tutumunu takdir edemeyerek onu dar görüşlü olmakla itham eden Lammens’in kanaatine iştirak etmemekle insaflı davranmıştır (bk. EI², I, 55).

Abdullah b. Ömer, fitneye yol açmamak düşüncesiyle, tutumlarını beğenmese bile, devlet idaresine hâkim olan kişilerin arkasında namaz kılmaya devam edeceğini ifade ederdi. Bununla beraber, onların dinî konulardaki ihmallerine göz yummaz, hatalarını yüzlerine karşı söylemekten çekinmezdi. Nitekim bir hutbede Abdullah b. Zübeyr’i Kur’ân-ı Kerîm’i tahrif etmekle suçlayan Haccâc’a, “Yalan söylüyorsun! Bunu ne o yapardı, ne de böyle bir şey yapmaya senin gücün yeter” diye çıkışmıştır (bk. İbn Sa‘d, IV, 184). Yine bir defasında uzun konuşmasıyla ikindi namazını geciktiren Haccâc’ı, “Güneş seni beklemez” diye uyarmıştı. Rivayete göre İbn Ömer’in bu ikazı Haccâc’ı çok öfkelendirmiş, hatta bu yüzden ona karşı suikast hazırlamaya bile teşebbüs etmişti. Nitekim 73 (693) yılı hac mevsiminde Mina’da bulunduğu sırada, biri elindeki mızrağı onun ayağına düşürüp yaralanmasına sebep olmuştu. Daha sonra hasta yatağında kendisini ziyarete gelen ve bu olaya meydan veren kimseyi ele geçirdiği takdirde öldüreceğini söyleyen Haccâc’a İbn Ömer, silâh taşınması yasak olan Harem bölgesine silâh sokulmasına izin vermek suretiyle bu olaya kendisinin sebep olduğunu söylemiştir (bk. Buhârî, “Îdeyn”, 9). Onu yaralayan mızrağın zehirli olduğuna dair rivayetler de vardır.

Hz. Peygamber’in kayınbiraderi olması, ona Resûl-i Ekrem’in yakın çevresinde bulunma imtiyazını sağlamıştır. Bu sebeple Resûlullah’ın, birçok sahâbînin görüp duyma imkânını bulamadığı davranış ve sözlerinin müslümanlara intikal etmesine yardım etti. Rivayet ettiği 2630 hadis ile Ebû Hüreyre’den sonra en çok hadis rivayet eden yedi sahâbînin (el-müksirûn*) ikincisi oldu. Bu hadisleri, başta Hz. Peygamber olmak üzere, babası Ömer, ablası Hafsa, ayrıca Hz. Ebû Bekir, Osman, Âişe, Zeyd b. Sâbit, Bilâl ve Abdullah b. Mes‘ûd gibi ileri gelen sahâbîlerden dinleyip öğrendi. Rivayetlerinin 168’i hem Buhârî hem Müslim’de mevcut olup ayrıca 81’i Sahîh-i Buhârî’de, 31’i de Sahîh-i Müslim’de bulunmaktadır. İbn Ömer’in en önemli özelliklerinden biri de hadisleri Hz. Peygamber’den duyduğu lafızlarla rivayet etmeye son derece dikkat etmesi, bunların benzer kelimelerle değiştirilmesine asla izin vermemesidir. Geniş hadis bilgisine rağmen bu titizliğinden dolayı ihtiyatla hadis rivayet ederdi. Onunla birlikte Medine’ye kadar yolculuk yapan Mücâhid ve yanında bir yıl kalan muhaddis Şa‘bî, bu süre içinde sadece bir hadis rivayet ettiğini söylerler. “Altın zincir” (silsiletü’z-zeheb*) adı verilen en sahih isnad, Buhârî’ye göre, İbn Ömer’den âzatlı kölesi Nâfi‘in, ondan da İmam Mâlik’in rivayet ettiği hadis senedleridir. Onun önde gelen hadis talebeleri Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah gibi sahâbîlerle Enes b. Sîrîn, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Müseyyeb, Nâfi‘, Mücâhid, Tâvus gibi meşhur tâbiîlerdir.

Ashabın fakihleri arasında da mümtaz bir yeri olan Abdullah, en çok fetva veren yedi sahâbîden (el-fukahâü’s-seb‘a*) biridir. Altmış yıl boyunca fetva vermiştir. Özellikle sahâbenin yaşlıları vefat ettikten sonra insanların fetva için baş vurdukları kişilerin başında İbn Ömer ve İbn Abbas gelmekteydi. Abdullah b. Ömer fetva verirken önce Kitâb’a, sonra Sünnet’e baş vurur, bu kaynaklarda aradığı hükmü bulamazsa ileri gelen sahâbenin ittifak ettiği ictihadlara göre hareket ederdi. Sahâbe arasında görüş birliği bulunmayan konularda dilediğinin ictihadını seçer, herhangi bir ictihadın mevcut olmadığı durumlarda ise meseleyi daha çok kıyas yoluyla çözerdi. Hz. Ömer’in fıkhî kanaatlerinin büyük ölçüde tesiri altında kaldığı ve onun hükümleriyle amel ettiği görülmektedir. Ancak ictihadına uymayan konularda babasına muhalefet etmekten de çekinmemiştir (bk. Kal‘acî, s. 33-39). Kesin kanaat sahibi olmadığı hususlarda fetva vermekten son derece sakındığı bilinmektedir. Bir defasında bilmediği bir meselede kendisinden ısrarla fetva isteyen birine, “İbn Ömer böyle fetva verdi diyerek sırtımızın cehennem köprüsü haline getirilmesini mi istiyorsun?” diye çıkışmıştır. Yanlış fetva vermek suretiyle günaha girmekten korktuğu için Halife Osman’ın kadılık teklifini kabul etmemiştir. Fıkhın hemen her dalında vermiş olduğu fetvalar Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından konularına göre alfabetik olarak tasnif edilip neşredilmiştir (Mevsû‘atü fıkhi ‘Abdillâh b. ‘Ömer, Beyrut 1406/1986).

Kaynakların ittifakla belirttiğine göre, Hz. Peygamber’in hayat tarzına harfi harfine uyma ve onun emirlerini aynen yerine getirme hususunda ashâb-ı kirâm içinde İbn Ömer’in müstesna bir yeri vardır. Abdullah bir gün, gördüğü bir rüyayı Hz. Peygamber’e tâbir ettirmeyi arzu etmiş, ablası Hafsa’nın aracılığı ile rüyasını Resûl-i Ekrem’e arzetmiş, onun, “Abdullah ne iyi insan, bir de gece namazı kılsa!” (Buhârî, “Fezâilü ashâbi’n-Nebî”, 19) demesi üzerine, o günden itibaren gece namazını hiç terketmemiştir. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra ona olan sevgisinden dolayı namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Abdullah’ın bu halini görüp yadırgayanlar bile olurdu. Hz. Peygamber’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda son derece titiz davranırdı. Bundan dolayı hiçbir işi olmadığı halde sadece müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi.

Abdullah b. Ömer ashâb-ı kirâmın ileri gelen zenginlerindendi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni yoksullara dağıtırdı. Devlet adamlarının verdiği armağanları Allah’ın kendisine gönderdiği rızık olarak kabul eder, bazan bunların tamamını aynı gün fakirlere verirdi. Sahip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allah yolunda kurban edilmek veya sadaka olarak


verilmek üzere ayırırdı. Hatta, aşırı sevgi duymaya başladığı câriyesini hemen âzat ettiği ve onu diğer âzatlılarından biriyle evlendirdiği rivayet edilir. Kölelerine çok iyi davranırdı. İyi halini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzat etmeye başlayınca, onların sırf bu maksatla camiye gittiklerini kendisine bildiren dostlarına, “Bizi Allah ile aldatmak isteyenlere aldanmaya razıyız” diye cevap vermiştir. Kibir duygusuna kapılma endişesiyle sade giyinir ve ayrıca az yemek yerdi. Soğukkanlı, yumuşak huylu olduğu için Hz. Peygamber’e benzetilirdi. Peşine takılarak kendisine hakaret eden bir adama ağzını açıp tek kelime söylememiş, sadece evine girerken, “Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz” demekle yetinmiştir. İbn Ömer’in fazilet bakımından tıpkı babası gibi olduğunu söyleyen Ebû Seleme b. Abdurrahman, “Ömer’in yaşadığı devirde onun benzerleri vardı; fakat Abdullah’ın zamanında onun gibisi yoktu” demiştir.

İbn Ömer orta boylu, iri yapılı ve esmer tenliydi. Saçları omuzlarına dökülecek kadar uzundu. Sakalını sarıya boyar, Hz. Peygamber’in de öyle yaptığını söylerdi. Kardeşleri arasında babasına en çok benzeyenin Abdullah olduğu rivayet edilir. Seksen beş (veya seksen yedi) yaşlarında Mekke’de vefat etti.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Sa‘d, et-Tabakatü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1388/1968, IV, 142-188; Buhârî, “Îdeyn”, 9, “Fezâilü ashâbi’n-Nebî”, 19; Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 139-140; Tirmizî, “Ahkâm”, 1; Taberî, Târîħ (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl), Kahire 1960-70, II, 477, 505; III, 292-296; IV, 115, 117, 227-229, 269, 270, 341, 428, 431, 432, 460; V, 58, 68-69, 232, 342-343, 536; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâǿ, Kahire 1394-99/1974-79, I, 292-314; İbn Abdülber, el-İstî‘âb (el-İsâbe içinde), Kahire 1328, II, 341-346; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gabe (nşr. Muhammed İbrâhim el-Bennâ v.dğr.), Kahire 1390-93/1970-73, III, 340-345; a.mlf., el-Kâmil (nşr. C. J. Tornberg), Leiden 1851-76 → Beyrut 1399/1979, II, 151; III, 9, 51, 65-66, 459; IV, 363; Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, Haydarâbâd 1375-77/1955-58 → Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), I, 37-40; a.mlf., A‘lâmü’n-nübelâǿ, III, 203-239; İbnü’l-Cezerî, Gayetü’n-nihâye (nşr. G. Bergstraesser), Kahire 1351-52/1932-33, II, 437; İbn Hacer, el-İsâbe, Kahire 1328, II, 347-350; a.mlf., Tehzîbü’t-Tehzîb, V, 328-330; Muhammed Revvâs Kal‘acî, Mevsû‘atü fıkhi ‘Abdillâh b. ‘Ömer, Beyrut 1406/1986, s. 33-39; K. V. Zettersteén, “Abdullah”, İA 39; L. V. Vaglieri, “Abd Allâh b. Umar b. el-Khattab”, EI² (Fr.), I, 55-56.

M. Yaşar Kandemir