A‘RÂF

الأعراف

Cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek kısmının adı.

A‘râf “sur, dağ ve tepenin en yüksek kısmı” mânasındaki urfun çoğuludur. İrfan (bilmek) kökünden türediğini kabul edenler de vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in yedinci sûresinin adı el-A‘râf’tır. Bu sûrede “el-a‘râf” ve “ashâbü’l-a‘râf” (a‘râfta bulunanlar) şeklinde geçen (bk. el-A‘râf 7/46, 48) bu kelime ile kastedilen yer ve burada bulunacakların kimler olduğu konusunda müfessirler değişik yorumlarda bulunmuşlardır. Bazı tefsirlerde a‘râfın sırat* üzerinde yüksek bir yer veya cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevki olduğu belirtiliyorsa da tercih edilen görüşe göre a‘râf cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek kısmının adıdır. A‘râf sûresinde “hicab” (7/46) diye zikredilen perdenin Hadîd sûresinde “sûr” (57/13) olarak adlandırılması da bu görüşü desteklemektedir.

Ashâbü’l-a‘râftan kimlerin kastedildiği hususunda da müfessirler farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Rivayet tefsirlerinde yer alan on iki ayrı görüşe göre bunları şu dört grup altında toplamak mümkündür: 1. İyi ve kötü amelleri eşit olan müminler. Bunlar başlangıçta cennete veya cehenneme konulmayıp ikisi arasında bir müddet bekleyecek, sonra Allah’ın lutfuyla cennete girecek olan müminlerdir. Tefsir ve kelâm âlimlerinin çoğu bu görüşü benimsemişlerdir. 2. Âhirette müminlerle kâfirleri yüzlerinden tanıyacak olan melekler. 3. Cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şahadette bulunacak olan peygamberler, şehidler ve âlimler gibi yüksek şahsiyetler. Bu görüşü benimseyenler arasında Hasan-ı Basrî ve Fahreddin er-Râzî de bulunmaktadır. 4. Cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan belli kişiler. Bunlar da herhangi bir peygamberin tebliğini duymadan ölenler (fetret* ehli), müşriklerin bulûğ çağından önce ölen çocukları veya gayri meşrû evlilikten doğan çocuklardan ibarettir. Tefsirlerde söz konusu dört görüşün her biriyle ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktaysa da âyet, hadis ve sahâbe sözleriyle teyit edilen birinci görüş daha isabetli görünmektedir. Zira “tartılar”ı ağır gelenlerle hafif gelenlerin durumları âyetlerde açıkça ifade edildiği halde (bk. el-A‘râf 7/8; el-Mü’minûn 23/102; el-Kāria 101/6), günahları sevaplarına eşit olanların âkıbeti hakkında herhangi bir açıklama yapılmamış olması, bunların ashâbü’l-a‘râfı teşkil edeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Âyetlerde belirtildiği üzere (bk. el-A‘râf 7/46-47) a‘râfta bulunanların cennete girmeyi şiddetle arzu ettikleri halde oraya henüz girmeden cennetlikleri selâmlamaları, gözleri cehennem ehline çevrilince, “Rabbimiz, bizi bu zalimler zümresiyle beraber bulundurma!” diye dua etmeleri de bu görüşü doğrular mahiyettedir. Âyetin bu ifadesi karşısında, a‘râf ehlinin meleklerden ibaret olduğunu söylemek veya bu zümreyi peygamberler, şehidler ve âlimlerin teşkil ettiğini savunmak mümkün görünmemektedir. Çünkü günah işleme gücüne sahip olmayan ve cehenneme girme endişesi taşımayan meleklerin böyle bir niyazda bulunmasına gerek yoktur. Bunun gibi, cennette en yüksek makam ve mertebeleri elde edecekleri ve buraya öncelikle girecekleri şüphesiz olan peygamberlerin, şehidlerin ve sâlih kulların da cehenneme girme korkusu içinde bulunmaması gerekir. Esasen, “Bizi bu zalimler zümresi ile beraber bulundurma!” ifadesi, bu niyazı yapanların âkıbeti hakkında henüz hüküm verilmemiş olduğunun delili sayılır. Ayrıca Hz. Peygamber’den rivayet edilen ve günahı ile sevabı eşit olanların a‘râfta kalacaklarını bildiren hadis de ilk görüşün doğruluğunu gösteren delillerden birini teşkil eder (bk. Müttakī el-Hindî, VII, 213).

Kıyamet sahnelerinden biri olarak Kur’an’da tasvir edilen a‘râf olayını, hayırla şer arasında mütereddit davranan insanlara, tercihlerini hayır yönünde kullanmaları için yapılmış ilâhî bir uyarı kabul etmek mümkündür.

Müsteşrik D. B. Macdonald, Gazzâlî’nin, eserlerinde temellendirmeye çalıştığı itikad sistemi içinde çocukların, delilerin ve fetret ehlinin âhiretteki durumlarını tesbit etmek maksadıyla bunların a‘râfta kalacağını kabul ettiğini söyler ve böyece İslâm akaidindeki berzah* inancını genişletip tamamladığını iddia eder. Macdonald, böyle bir anlayışın Peygamber’in niyetinden çok uzak düştüğünü, fakat “kelâmî bir uydurma” olan bu görüşün Gazzâlî’nin gayesi için yeterli olduğunu da ilâve eder (bk. İA, VI, 780). Halbuki a‘râfta kalacaklar hakkında ileri sürülen bu görüşün ashap devrinden itibaren bazı âlimlerce benimsenip rivayet edilen bir husus olduğu herkesçe bilinmektedir. Şu halde bu görüş ne kelâmî bir uydurmadır, ne de Gazzâlî’nin icadıdır. A‘râfta kalacaklar hakkında bazılarınca kabul edilegelen bu görüşün Hz. Peygamber’in maksadından çok uzak düştüğünü söylemek için de elimizde herhangi bir delil yoktur.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “arf” md.; et-TaǾrîfât, “aǾrâf” md.; İbn Habîb es-Sülemî, Kitâbü Vâsıfi’l-firdevs, Beyrut 1407/1987, s. 45-46; Taberî, Tefsîr, VIII, 136-143; Gazzâlî, ed-Dürretü’l-fâhire, Hacı Beşir Ağa Ktp., nr. 50/9, vr. 308b; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, III, 204-207; Fahreddin er-Râzî, Tefsîr, XIV, 8690; Kurtubî, Tefsîr, VII, 211-214; Süyûtî, el-Büdûrü’s-sâfire, Süleymaniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 357, vr. 141b-143ª; Müttakī el-Hindî, Kenzü’l-Ǿummâl, Haydarâbâd 1314, VII, 213; Elmalılı, Hak Dini, III, 2160-2170; VI, 4741; Bell, “The Menon the A’raf”, MW, XXII/1 (1932), s. 43-48; Muhammed Receb el-Beyyûmî, “Men ashâbü’l-aǾrâf”, Mecelletü’l-Ezher, LVI/8, Kahire 1984, s. 1218-1222; Ahmed Hamdi Akseki, “A‘râf”, İTA, I, 462-463; D. B. Macdonald, “Kıyâmet”, İA, VI, 780; R. Parets, “AǾrāf”, EI² (Fr.), I, 623.

Yusuf Şevki Yavuz